29 Aralık 2007

çekidüzen

ankara'dan abimin gelme ihtimali hiç yok (gele gele en fazla birader geldi) ama antalya'dan eso geliyor. bi temizlik faaliyetleri, bi ortalığı düzenlemeler, bi çekidüzen vermeler, kaç senedir olduğu yerde duran şeylerin hareket etmesi... bi nevi eve yeni yıl hediyesi ama kalıcı olmayacağı belli tabii.

2007 muhasebesine de durmak gerek belki ama ne kadar lüzumlu bilemedim.

27 Aralık 2007

açlık

amma acıkıyor insanlar. ben bir vakte kadar öğle yemeği denen şeyin çok uzağındaydım. bir vakitten sonra biraz yaklaştım. hala da çok manalı gelmez. oysa insanlar acıkıyor, öğle yemeği yemezlerse kendilerini iyi hissetmiyorlar sanırım. bilmem...

tam da aklıma geldiği gibi, istanbul'da değilken taksim'de gittiğim internet kafeden yazsam daha iyi olabilirdi belki, bilgisayarım bozulunca. canım istemedi ama. başladığım yere dönmüşüm gibi oldu hatta kısa bir süre. hızla geçti. başladığım yerde değilim çünkü.

17 Aralık 2007

puf


eti puf'tan bir tane alanları önce kınamak sonra da paketi açmakta zorlanacakları için dalga geçmek gerekir. zira paketin üzerindeki "buradan açınız yazısı" mavradır. eti puf'u çift sayıda alıp, birinin ucunu diğerine sertçe saplayıp çekerek açmak esastır. bu da bana Kafka'nın Milena'ya dediğini hatırlatır ne alakaysa: "En çok seni seviyorum diyorum ama gerçek sevgi bu değil sanırım, sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki..." Kafka'nın, Milena'ya hiç eti puf almadığını biliyoruz üstelik.

ama işte eti puf alıp, birine vereceksen de, ötekini saplayarak açtığını yiyeceksin! kibarlık yapıp açtığını karşındakine verme; herkes kendi etini yesin!

Quelqu'un m'a dit

biz carla derken, bruni derken (bkz. 8 ağustos); abla aradığını bulmuş, diyorlar. bat dünya bat!

07 Aralık 2007

toplu taşıma


"toplu taşıma araçları". insan kuyuları...

tramvayda, otobüste, metroda oturan, dikilen, okuyan, bakan, duran, öksüren, konuşan, gülen, ağlayan, simit yiyen, uyuklayan kim varsa hepsinin kafasının üstüne birer düşünce balonu belirse...

"toplu taşıma insanları". (en azından teorik olarak) aynı yöne doğru giden insanlar...

toplu taşıma araçlarından kaçınmamak gerek. toplu taşıma insanlarının ne okuduğuna bakmak da önemli. her kitap tramvayda, otobüste okunmaya elverişli değil ama...

28 Kasım 2007

camera obscura


ne istemediğini bilmek, ne istediğini bilmekten çok daha önemli gibi geliyor uzun zamandır bana. ne istediğini bilmek, söylenenlerin aksine hayatta pek bir mana taşımıyor. çünkü "çok istersen olur" teranesi aslında bütün hikayenin sana bağlı olduğu yanılmasını yaratıp zihin bulandırıyor. "camera obscura". halbuki senin istemen bir şey olsa da esasen koşulların, şartların, başka insanların uygun olması, denk düşmesi lazım. bunları mümkün olduğunca yerine getirmeye çalıştığında bile durum böyle. hadi bakalım brian may'le tanışmayı, onunla gitar çalmayı çok istiyorum; hayatımdaki her şeyi bir kenara koyup kendimi sadece bizim takıma verebilirim; tamamen "bize" ait bir apartmanda belli bir ekiple oturmak kafamın hep bir yerlerinde... ama işte bunların olması benden ne kadar bağımsız aslında.

fekat ne istemediğini bilmek... insanı "bir şey" yapan tam da odur işte kanımca.

20 Kasım 2007

nihaventten kulübe...

bugün bir yazıya attığım başlıkla fark ettim, sanırım en sevdiğim makam nihavend. "körfezdeki dalgın suya bir bak" olsun, "unutturamaz seni hiçbir şey" olsun, "göze mi geldik" olsun, "bir ihtimal daha var" olsun, "kalamış" olsun... rakı da olsun tabii. mümkünse kulüp ama...

kulübü ilk defa ne zaman, hangi vesileyle içtiğimi hatırlamıyorum. çok zaman oldu ama ve ihtimal değişiklik olsun diyedir. sonra ama saplandım. ankara'da eski körfez'de, sonra kumsal'da, sonra yeni körfez'de hatta arada mülkiyeliler'de bile kulüp içmişliğimiz vardır hep (angaralılar "peki tavukçu?" demesin, orayı sevemedim ben bi türlü. az gitmişimdir, gittiğimde de kulüpleri yoktu sanırım.)

biz kulüpçü olduğumuzda bu kadar rakı yoktu tabii ortalıkta. tekirdağ rakısı çıktığında ona kaptırdık bir müddet ama kulübe olan sadakatimiz sürdü. sonra efe çıktı, sonra diğerleri işte. ve noldu? bizim kulüple, kankası altınbaş bulunmaz oldu. zaten üst ligin kalibresi yüksek yabancı oyuncuları gibi vakur duruşları vardı, lig iyice kalabalıklaşıp sıradanlaşınca hepten ihtiyaç kalmadığını düşündü mekan sahipleri.

şimdi konstantiniye'de ara ki kulüp bulasın. bi tünel'e yakın "tavanarası" denen yerde var (puro, sigar falan içirmediklerinden beri kestik ayağımızı oradan), bi "asmalı" da (şükür). diğer yerlerde yeşil efe (yeni rakı'yı oldum olası pek sevmem zaten).

bir de geçen içtiğimizde gördüm ki şişesini değiştirmişler, böyle yivli minare benzeri bir şişe yapmışlar. allahtan etiketine dokunmaya cüret etmemişler. önce etiketi yapan ihap hulusi, sonra etiketteki diğer adam hulusi'nin arkadaşı fazıl ahmet aykaç çarpar...

12 Kasım 2007

"başkasının derinlikleriyle oynama"


insan hayatta insanlar hakkında yanılabilir. bu normaldir. hatta, yanılmanın senden kaynaklanmadığı bu yüzden kendini suçlamayacağın durumlar da olabilir. yanılırken yine de şuna dikkat edeceksin, wittgenstein'ı aklında tutarak, "başkasının derinlikleriyle oynadım mı?" "hayır"sa sabah sabah bir parkta, şahane bir dalga gösterisi varken simidini yiyebilirsin mesela. dramatize etmeyelim, "evet"se de yapacak bir şey yok, belki biraz vicdan, pehhh yani. o simit yine yenilebilir.

yine de netice onun dediği gibi, "Düşün ki, başına ne gibi bir mutsuzluk, nasıl bir acı gelirse gelsin, bunu sen kendin hak ettin"...

07 Kasım 2007

kitabın fuarı

memlekette bu kadar çok tutunamayanlar satıyorsa, nasıl oluyor da bu kadar acayip bir yer hala burası? tutunamayanlar'ın acayipliğinden mi? sevgi soysal, hemen hiç satmıyor, yenişehir'de bir öğle vakti halbuki, yürümek sonra... yakup kadri'nin ankara'sı sahiden güzeldir, yaban'ı da tekrar okumak gerekir mi bilemedim. cemil meriç insanın üzerine resmen yağıyor, peki islamcılar bu adamı sahiden sağcı mı sanıyorlar? bu da bir başka acayip durum. ders kitabı olmayı başaramamış araştırma-inceleme kitaplarının satmamasına dair çok söylenecek bir şey yok, ne bekliyoruz ki? poulantzans'ın faşizm ve diktatörlük'ünü okumak şart gibi duruyor. daha da çok ama gramsci, cevap ağırlıkla onda gibi geliyor bana, daha da çok çalışmalı.


okuma havasına girmiş durumdayız, tam bir açlıkla saldırma hali kitaplara. uzun zamandır kaybettiğimiz bir durumdu esasen, iyi geldi. kafcamus bir senesini doldurdu malum, sağ sütundaki "kitabi"yi tam da bir sene boyunca "iş gereği" dışında ne okuduğumu görmek için oluşturmuştum (bkz. 6 Kasım), ki oraya da okuduğum her kitabı yazmadım aslında. ama geçen senenin 1 numarası truman capote-gece ağacı'dır (camus zaten kategoriler üstü olduğundan değerlendirmeye girmedi). aslında bu kitaplara dair falan bir şeyler söylemek için ayrı bir blog mu şey etsek diye de düşünüyorum ama beri yandan da ayrı blog gereksiz gibi geliyor.

01 Kasım 2007

eins, one, un, uno, um: 1

"aslında bütün mesele neydi?"
"bak ne güzel yapmış, anlatmış. biz de yapalım"

aslında bütün mesele "ben de yaparım"cılık. aslında bütün meselenin kökünde belki de kıskançlık...


her şey böyle başlamıştı, 1 sene olmuş...

açıklama 1: bak ne güzel yapmış" dediğim hafakan'dı.
açıklama 2: zaten o yüzden kafcamus'nün "vaftiz anne"si -ona da sormadan- o ve tabii ben takıntılı olduğum için, başka blogları da takip etmeme rağmen link olarak sadece o olacak.
açıklama 3: üst üste gelmiş gibi olacak ama "aslında bütün mesele neydi?" de Zafer'in intihar mektubunun girişidir.

teşekkür 1: elbette hafakan'a, önümüzde başka bir kapı açtığı için.
teşekkür 2: varlarsa, ki sanırım varlar, takip edenlere.
teşekkür 3: ona... beni ben yapan her neyse, beni benden alan her neyse, beni ben kılan her neyse... onlara...

30 Ekim 2007

"yat geliyorum" ya da "günler"

insan kendini fiziki yorgunluğa verince dünya daha güzel olmadığı gibi, boktanlığında da bir değişme olmuyor ama geceleri, becerebilirse, uyuyabildiği zamanı biraz daha arttırabiliyor. ama...

ben Tibet Ağırtan'ı ilk kez ne zaman duydum çok emin değilim. ama çok severim. "hayatta bu adamla bir şeyler yapmalı" dediklerimdendir (birisi de Kazım Koyuncu'ydu, öldü). Tibet'i yolda gördüm 3 defa. sonra kendime söz verdim, "bi daha görürsem gidip yanına merhaba diyeceğim" diye. dün gördüm ama gidemedim...

"kendine dikkat et" lafına verilecek en iyi cevaplardan birisi "sebep?", kuşkusuz...

27 Ekim 2007

that's all folks...

onca koli indirdikten, onca kitap dizdikten sonra katlanılmaz sırt ağrısının sadece fragman olduğunu bilemiyor bazen insan. bazen değil çoğunlukla da "kendimi anlatabildim" mi telaşesine düşüyor. oysa bundan vazgeçeli ne çok zaman olmuştu değil mi? neyse ama anladıklarını söylüyorlar...


"zafer'le hiç fotoğrafımız yok" diye düşünürken buldum bunu. ne zaman çekilmiş, muhabbet ne hiçbir fikrim yok. sadece okulun bahçesi işte. çok zaman önce ben de, zafer de, denizer de gülmüşüz. o kolumu zafer'e dolamak için kaldırmışım, dolamışımdır da ama fotoğraf böyle işte.

"...çatılarda kuşların her zamanki konukluğu
ansızın dönüyorum odama, odamda uçları eprimiş
bir halı ve acıları genç werther'in"


odasında kendini kemere asan Zafer 27 yaşında kaldı, ben ondan küçüktüm. ona önce yetiştim, sonra geçtim.
"...karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık

o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin

sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!"


ya da ta 29 mart'ta, rüya gördüğünü sanana...

"bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli, eser yırtar eteğini gülün
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez, kimse bilmez"

22 Ekim 2007

iman atlayışı


insan hayatta bir şey olmayı seçer ya, bunun faydasız olduğunu gördüğü zamanlar da olur. faydasız derken, gereksiz değil; manasız (kendi içinde manalı ama kendi dışında manasız). halbuki mana peşinde koşarken bir şey olmayı seçersin. "iki yol var demiştin"; o olduğun şey olmaktan vazgeç ya da başka bir şey olmaya çalış o zaman...

ama insan mana peşinde koşarken sadece daha iyi, daha temiz bir insan olmayı, olabilmeyi düşündüğünden belki de manasız da gelse durduğu yerde durmaya devam eder. üstelik bunun sadece kendisini ilgilendiren bir mesele olduğunu da düşünerek. halbuki bazen sırf bunun için bile reveranslayıp terk etmek gerekir odayı; meseleler asla sadece seni ilgilendirmez.

tüm bunların üstünde, soğukkanlılığa dönersen, aslında her şeyin yolunu bulacak kadar zamana ihtiyacı olduğunu da kavrayabilirsin. nitekim iman atlayışı, zamana karşı ve aslında zamanı kırmak için yapılır. ve insan bazen durarak da atlayabilir. iman atlayışı için her durumda soğukkanlı olmak farzdır...

20 Ekim 2007

zidane'ın kıyısından dönmek


sahne: beyoğlu'nun arka sokakları, simurg kitabevi civarı.
vakit: gece.
cast: kafcamus (genç), bir tekerlekli araba sürücüsü.

elinde telefonla yürümekte olan gencin arkasından gelen, tekerlekli araba ittiren bir adam, "elinde telefon, çekilsene kenara, işimiz var, yavaş yavaş yürüyon" der. genç telefonla ilgilenmeye devam eder. herif söylenmeye devam edince "geç" der, gözlerini kısıp dudağını büzüp. herif "yürü beee, senle mi uğraşacam gece gece" deyince besmele çekip kavgadan önceki b modu olan taciz ve tahrik edici "ne diyon hocam sen" adamı moduna geçer (ayrıntılı bilgi için bkz. 22 Kasım), en alaycı ifadeyle: "ben kendimle uğraşamıyom ki sen nasıl uğraşacan?"

bunun üzerine bir ara sokağa doğru sapmaya meyleden herif, "lan yürü git" der. esas oğlan almak istediği pastan mesut, telefonunu cebine sokup, Materazzi'ye kafa atan Zidane kıvamında geriye döner: "ne vardı ya?" dediğini duyarız ama bunu "buyuralım bakalım" tadında söylemiştir. arabalı adama iyice yanaşır.

makbulü karşıdan gelecek tek bir laftan sonra girişmekken, "işte çekildik, gece gece kalbimi kırmaya değdi mi? buyur nereye gidiyorsan birlikte gidelim, ben de yardım edeyim" der, herifin sırtını sıvazlar. zira herifin sarhoş olduğunu anlamıştır. kalp kırmalı bir soru karşısında ambale olan herif, "yaa abi rica ederim yaa, sabahtan beri çalışıyorum ondan yane şey ettim" der. "tamam hadi yardım edecem buyur gidelim" diye üsteleyince gencimiz, "yok babam allah razı olsun, kusura bakma" dediğini duyarız.

"hayde o zaman" diye uzaklaşan genç, herifin mevzuyu "allah işini rast getirsin, allah ne muradın varsa versin"e bağlamasına şaşırsa mı "hadi bakalım inşallah" mı dese bilemez, ilerler...

15 Ekim 2007

pıt


bilgisayarı temizlerken karşıma çıkıverdi, ne güzel oldu. ben Ekim içinde sanıyordum, meğerse 2005'in 23 Eylül'üymüş. sonra Uygar bey kardeşimiz evlendi gitti, o kaldı (tabii "ne günlerdi, ne muhabbetlerdi" diyesi de geliyor insanın). halbuki pıt'ın eve gelişi, tam olarak alttaki diyalogla gerçekleşmiş, iki gün sonra gitmek üzerine kurulmuştu, günlerden bir cuma'ydı, balkonda falan değil gayet ortamımızda büyüdü...

en iyisi eve giderken aplaya yaş mama alalım, kendimize de bira falan... bu da tarihe bir not olsun...

[üstteki o zamandan (hem de Uygar'lı), alttaki bu zamandan...]

uygar:
buyur genç

ernesto:
hah cuanim

ernesto:
napan

ernesto:
iyi misin nasılsın

ernesto:
gerçekten çok muhterem bir kişisin sen yav

uygar:
dışardaydım

ernesto:
söylemiş miydim daha önce

uygar:
ıyıyım cok şükür

ernesto:
aman aman allah iyilik versin

uygar:
nooldu ki?

ernesto:
güzellik versin

ernesto:
başımızdan eksik etmesin

uygar:
ne istiyuon?

ernesto:
eeee

ernesto:
şey

uygar:
amen

ernesto:
şimdi şöyle izah edeyimmm

uygar:
biri mi geliyo?

uygar:
gideyim mi?

ernesto:
hatırlar mısın istanbul'a geldiğimiz ilk günleri...

ernesto:
ehhhh, öyle de denebilir

ernesto:
de gitmene gerek yok

ernesto:
nasıl da zekisin yaaa

ernesto:
seni afacan

ernesto:
neyseeee

ernesto:
hani kalacak yerimiz yoktu

ernesto:
hani elele büyütttük sevgiyi

ernesto:
bildin mi

ernesto:
işte şimdi de birinin bize ihtiyacı var desem

uygar:
bildim

ernesto:
bize

ernesto:
bizim sıcaklığımıza

ernesto:
daha ziyade senin güzelliğine

ernesto:
o iri cüssenin altında taşıdığın altın kalbine

ernesto:
eeee şeyyyyy

ernesto:
abeee

ernesto:
geldin mi kıvama

uygar:
ne var ne

uygar:
kız mı erkek mi?

ernesto:
abee ama neden celal yaptın yav

ernesto:
kız

uygar:
kızsa arkadaşı var mı?

ernesto:
üüü olmaz mı abe ya

ernesto:
yannız abeee bunlarda 4 ayak oluyor abe

ernesto:
bilmem annatabildim mi abe

ernesto:
abeee şimdi şöyle izah edeyim

uygar:
lan olum

uygar:
insana muhtacız lan biz insana

ernesto:
abe bi saniye abe

ernesto:
izah edeyim abe

uygar:
hayvan bize ne kadar muhtac olabilir

ernesto:
duyaaaamıyoruummmmmm

ernesto:
yoookkkk atlayamayacam bennnn

uygar size bir Titreşim gönderdi!


ernesto:
hah titredim de kendime geldim

ernesto:
abe şimdik bir kedi var burada, kendisi haftasonu eve muhtaç, 2 gün idare şey edebilir miyiz aceba

ernesto:
pek uslu pek sevimli bi şey yav

ernesto:
böleeee sarı-beyaz-siyah renkli

ernesto:
güzel gözlü

uygar:
iki gunse buyursun hacı

ernesto:
tırmalamayan

ernesto:
vayyyy beeeeaaaa

ernesto:
abe insanmışın sen beeeaa

uygar:
ama devmlı suretle acıkcası gereksız ama

uygar:
ille istersen sureklı de olur anasını satiim

uygar:
ama

ernesto:
abeeeee

uygar:
eğert çokkk istersen

ernesto:
sen insan deeeel melekmişin abe yaa

ernesto:
abe bi bakalım 2 gün

ernesto:
sonrasını sonra şey ederiz

ernesto:
he mi yane abe şimdi

ernesto:
vaftiz babası olcan mı abe

ernesto:
kabul ediyon mu yane

uygar:
gelsin olum

uygar:
balkon boş

ernesto:
teyytttt beeeaa

abemsin

ernesto:
öperem abe

ben gideyim neşeli haberi vereyim kendisine

09 Ekim 2007

ernestito



Ernesto Che Guevara 9 Ekim 1967 günü öldü. 39 yaşındaydı...

08 Ekim 2007

trachea


üst solunum yolları enfeksiyonları nefes almayı zorlaştırır. bu durumda, sonra "boğazım yandı" demeyeceksen tabii, nefes almak için boğaz kesilebilir (Şafilerde bıçağı atlas kemiğinin tam üstüne vurmak gerekir). ya da, sonra "böyle hemen hiç nefes alamıyorum" demeyeceksen tabii, nefes borusu boğazdan kavranıp dışarıya çıkarılabilir (dikkat: "boğazlamak" boğazını sıkarak öldürmek değil, boğazını keserek öldürmektir).

insan hayatta nefes borusu kıymeti verdiği şeyleri enfeksiyondan korumalı, kesmeden önce sakin olmayı bilmeli, çıkarmadan önce sonuçları öngörmeye çalışmalıdır. nefes borularımızı muhafaza ve müdafa etmek, sanıldığı kadar kolay da olmayabilir...

02 Ekim 2007

mahallenin en güzel kızı



rivayet odur ki, mahallenin en güzel kızlarındanmış, sonra birini sevmiş, evi terk etmiş, sonra... sonrası yok. çoklukla Nenehatun'la Esat'ın kesiştiği civarlarda olan o apla, kendi kendine konuşur da ne dediğini anlamazsın, kulağını dibine soksan da anlamazsın. bu, böyledir. yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı geçer onun için de.

ben oralardan her geçişimde onu arardım, bir gün bulamayacağımı da bilerek. en son ne zaman gördüm onu da hatırlamıyorum. zaten İlker de artık orada oturmuyor. hâlâ yaşıyor mu? hâlâ sadece kendine anlatıyor mu?

ama onun "kardeşi" işte, İstanbul'da evin civarında geziniyor; üzerinde incecik geceliği Sofu Baba denilen acayip yatırın önündeki kaldırımda sigara içiyordu sabah, usul usul. kendi kendine konuşuyordu. ben, ne dediğini anlamıyordum. yine...

27 Eylül 2007

çarpışan otolar


ben babamla bir kere, iki kere ya da en fazla üç kere bindim çarpışan arabalara. ki birinde, dört ya da beş yaşındaydım, kanım, burnumdan ellerime aktı bir sürü. ama biliyorum ki babam babasıyla çarpışan arabaya hiç binmedi, hiç binmeyecek de...

24 Eylül 2007

pazartesi savunusu



pazartesi sendromuna yakalanmayınız, yakalananlara "yakalanma" deyiniz. pazartesi, günlerden bir gündür, hakkını yemeyiniz. çünkü hayatta bir sürü şey gibi bu da esasen bir uydurmadır; pazartesi sendromu yoktur, sendrom olan "offf yine mi iş"tir. öyleyse işinize küfrediniz, pazartesilere değil...

20 Eylül 2007

"where the shadows run from themselves"


kendisine "cream" adını uygun görmüş bir barın tam karşısında oturuyorum. bir sürü içtikten sonra bira içiyorum. sarhoş değilim hayır. "cream" denince white room geliyor aklıma, ama içerde bir takım zıpırlar gülşen'in mi hande yener'in mi, kimin şarkısıyla kıvırtırıyorlar. özünde itirazım olmaz, bana ne diyorum ama özünün dışına çıkınca; cream ya işte, "bi siktirin gidin" diyorum, "iki dakka delikanlı olun" -delikanlı olmak bi halt olduğundan değil ama işte cream denen yerde, gülşen'le kıvırtılmasın diye-. ama olmuyor işte. hesabı keseyim uzaklaşayım istiyorum, parayı herife uzatırken eric abi söylemeye başlıyor kalktığım yerde... "haydaaaa" diyorum içimden -ne çok şeyi içimden söylüyorum-.

bunlardan son zamanlarda o kadar çok oluyor ki korkuyorum, bariz, bildiğin... bu, bilmeler; bu, düşününce olmalar çok gelecekmiş, çok görülecekmiş gibi hissediyorum, korkuyorum, ki böyle şeylerden korkmam. sahiden...

sonra eve gelince, white room'u son ses dinliyorum. bir de bunu buluyorum. ortalama 60 yaşında olduklarını fark edip, "o kadar yaşar mıyım ki" diyorum. o kadar yaşamak istemiyorum sanırım, bilmem. jack bruce'un, ginger baker'ın (bilhassa onun. gözden kaçmasın, roger taylor'ı smile'a alırken böyle bir ilan asar brian abi, "ginger baker tipinde baterist aranıyor!"), clapton'ın önünde eğilmeyi bilmesem ben ben olur muydum? neyin önünde eğileceğimi bilmesem ben ben olur muydum?

19 Eylül 2007

son bahar


soğuğu o kadar da sevmem aslında ama epey uzun zamandan beri kafamın sonbaharda/kışta daha iyi çalıştığına dair bir fikre sahibim. sıcağın, yazın yarattığı o sarsaklıktan insanı sarsarak çıkarması sonbaharın/kışın güzel. yani sonbahar geldiği için mesudum. kışı bekliyoruz artık.

yapacak bir sürü iş...

11 Eylül 2007

"yuvadaki şeytan"


(Pieter Bruegel, The Wedding Dance in the Open Air, 1566)


aslında tek düğünün Eskişehir ve Ankara versiyonlarına dahil olduktan sonra Milena (5-15 Mart) geldi aklıma:

"...Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız.. İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.

Zira, gerçekten, bir ev, bir 'yuva'nın 'koruma amacı'ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel 'ayna'ya karşı 'koruma'dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini düşünebilir misiniz? Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; 'Seni hiç terk etmeyeceğim..' Bu söz, 'ölüme kadar seni seveceğim' veya 'ebediyen sana sadık kalacağım'dan farklı değildir. Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. Şu zavallı mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.

Kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir. Bunun yerine, tutulabilinecek ve dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst olur, diye düşünüyorum. Tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır. Neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar 'ilgisiz ve uzak' kalmayacakları vaadinde bulunmazlar?

Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan 'ufak-tefek şeyler'in vaadinde bulunmazlar?

Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek..."

Milena Jesenska, "Yuvadaki Şeytan", Tribuna, 1930.

31 Ağustos 2007

pazar yeri

cuma... pazar yani. dün akşamdan gelmeye başladılar. sabaha kadar hep geldiler. şemsiyeler açıldı, tezgahlar kuruldu, kamyonlar boşaltıldı. sesler, sesler... sonra sabahın köründen itibaren arı vızıltısı gibi daha da fazla sesler. sıcak, sıcaktan içi dağılan, içten eriyen meyveler, sebzeler, kokular, insanlar... eskiden top oynadığımız kocaman pazar yeri. hayatımın belli dönemlerinde burada dizlerim kanadı, kollarım çizildi, üstüm başım battı. birkaç yaz tam burada çalıştım da ben; dayıoğlunun manavı. poşetler, tartılar, bağrışmalar. başarısız da değildim sanırım. daha fazla yaz lokantada garsonluk yaptım; dedenin. şişler, tabaklar, bahşiş umutları, gece yarısı bardak yıkamaları...

garsonlarla anlaşamam, çok azını severim. ilk defa gittiğim bir yerde "sen ne yiyorsun burada" soruma hemen cevap vereni tutarım (geçen aynısını biraderimin de yaptığını gördüm. bazı şeyler kalıtımı da aşıyor demek). manavlarla fazla muhatap olmamaya çalışırım, "bu mal 3 gün önce geldi siktir et yaramaz sana" diyebilecek olanı bulmaya çalışırım. ama ikisi de zor bulunur. insan hayatta zor bulduğu şeylerin kökenlerini kavramalı...

cuma... pazar yani.
-Serik-

27 Ağustos 2007

illüzyon

"tatile gidiyorum" düşüncesini fazla yanılsamalı bulurum ben. birincisi duracaksan, tatilde değilken de durmayı başarmak lazım. ikincisi, "mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi, gittim geldim tekrar saçmalığa durdum" lafları ne kadar tatsız; hayatı böyle kompartımanlaştırmak değil mi zaten dertlerimizden birisi? (bu kompartımanlaşma meselesi daha geniş işlenmeli)
yine de o kadar yıkıcı olmayalım, hiçbir şey düşünmememize değil (neler düşüneceğimiz az çok belli) ama daha az düşündüğümüz şeyleri düşünmemize vesile olursa ne ala...

22 Ağustos 2007

turgut uyar

UMUTTUR
“sen beni sevdikçe ey yar derdim artar daima”
çünkü beni sevsen de
güvenmezsin bana bilirim
ama artan her şeyle birlikte yanlışlık da artar
mesela her su gözyaşı olur
her dönem bir hazin geçiş
suya boşversem yanılsama
aya baksam bir bulut
sevgisizlikle birlikte yanlışlığın hükmü başlar

bir düşün kaç kişiyiz bildirilerde
şimdilik kaç paralığız hele akşam olunca
bunca sütsüzün kahrını çektik düşün ki
gene de soluğumuz
bir orman yangını sanılır oralarda buralarda
ezildik gerçi ama horlanamadık bunu hatırlarsın
mutlaka hatırlarsın bunu
tut ki enver bırakır tehdidini
ethem başlar

çünkü beni sevsen de bana güvenmezsin iyi bilirim
apoletim sırmasız hatta hiç yok
su içsem ağzımın kenarlarından dökerim
neyi hatırlatır benim sana uzak bir bakışım
bilirim
aslında mutsuz yaşayıp gidiyoruz
ölüme direnerek şimdilik
şimdilik alımlı bir başka mutluluklara özenerek
aşkımız ve mutfak rafları ve uçaklar üstüne korkumuz
bir yudum gelecek ve mutlu saatler üstüne korkumuz
ama birlikte biliyoruz: eğilecek bugünkü başlar

sev beni, alış bana
kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu
sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev
şimdilik bırak musluğun sızmasını damın akmasını
bir tırnak gibi büyü domuz bir tırnak gibi
zorlayarak her bir yanı
çünkü biraz sonra umut başlar her günkü, başlar

aslında bir alıştırmadır umut
öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı
-baharı beklemeye benzer-
hain ve olmayanadır çünkü
umutsuzluğu taşır yanında
oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih
önüne durulmaz mantığıyla doğanın
yeşilden olma birim
sudan gelme itmeyle

umut yoktur
kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek
çünkü umut kaçınılmaz gelecektir
bütün gümbürtüsüyle
umut kaçınılmaz gerçektir çünkü
biri Asya’da biterken sözgelişi, Şili’de öbürkü başlar

04.08.1927 / 22.08.1985

20 Ağustos 2007

tül perde



tül perdenin salınışını bir şeye değişmem... benim hayatta zamanla derdim oldu. zamanı anlamaya çalıştım, zamanı kavramaya çalışıyorum. bazen, avuçlarımdaymış gibi hissettiğim oluyor ama: uzun, kıpırtısız, durgun, sakin, -tabii ki ahmet hamdi- yekpare... başım dönüyor öyle anlarda, kendimi boşlukta gibi hissediyorum. iyi boşluk ama. zen. huzura bir ad belki...

tül perdenin salınışını bir şeye değişmem... tek pencereden görünen bir sürü ağacın arkasında bir parça da gökyüzü. köşede bir de metruk ev. cam ardına kadar açık çoğu zaman. usul mu usul bir esinti, yaprakların hışırtısı, güneşin gözüme girmeye çalışması, gözlerimi açık tutmaya uğraşmam, gözlerimi kapatıp kapatıp uyanmam. yattığım yerden, kendimi sanki bitmez tükenmez bir tatildeymişim gibi hissediyorum. oysa şehrin göbeğindeyim, gürültünün tam içindeyim, ama işte tatlılığın kollarındayım.

tül perdenin salınışını bir şeye değişmem...

10 Ağustos 2007

"öyle bir geçer zaman ki..."

aksaya topallaya nüzhetiye caddesinde ilerliyorum. sağ tarafta "behçet necatigil bu evde yaşadı" tabelası. bir zaman bakıyorum. apartmana. caddeye daha sıkı mı yapışıyorum? bir ambulans. sedyede çok yaşlı bir kadın. apartmana sokuluyor. hastanedeymiş evine mi dönüyor? gözünü açamayacak kadar yaşlı.

[erkin koray'ın "sevince"si ne zaman çalsa, benim gözümün önüne çekemeyeceğim kısa filmim gelir. aynı sahneleri tekrar tekrar kurarım. sallanıp duran bir otobüsün içinde, bir istanbula geliş hikayesi. birilerine anlatmış kaydetmiştim ama bi bulsam...(otobüs şangay'dan, koltukların arkasındaki yazıya çince diyebiliriz.)]


beşiktaş çarşı'da bursa iskender diye bi yerde bir şans daha vermek istiyorum. şimdiye kadar yediklerimin en fenası geliyor. istanbul'da iskender yapmayı bilmiyorlar, bunu tescilliyorum. "istanbulun bütün iskendercileri birleşin angara'ya uludağ'a gidin" diye bağırıyorum ama bi ben duyuyorum haliyle...

netice: dışa burkulma hasebiyle her iki tarafta hasar, bilek boşalması, tendona baskı, doku zedelenmesi. ilaç tedavisi, buz tedavisi, 1 ay top yasak...

08 Ağustos 2007

"biri bana dedi ki..."

kadir kıymet meseleleri üzerine çok iyi düşünmek gerek. vicdan meseleleri üzerine çok iyi düşünmek gerek. belki de tersi hiç düşünmemek. "düz mantık", her şey basit". bunların hep iki taraflı şeyler olmaları hatta daha da basitleştiriyor her şeyi. tek taraflı oldu mu karmakarışıklaşma eğilimi çok yüksek zira.

bir roman kahramanı sadece kendi mevzularından haberdarken, okuyucu her şeyi bilir. peki kahraman olmak mı iyi, okur olmak mı?

"herkes bir gün bulacak bir şeyler arar, ama herkes bulamaz" diyormuş carla bruni. önünde eğilmek gerek. o şarkı söylerken benim içim hep bi tuhaf oluyor.

1- biri bana dedi ki
2- raphael
3- herkes
4- boğulmuş
5- bendeki sen
6- bir odadaki gökyüzü
7- onu tanıyorum
8- mahallenin en yakışıklısı
9- hüzünlü şarkı
10- aşırı
11- aşk
12- son dakika

07 Ağustos 2007

lola rennt


ben otobüse, tramvaya neyse artık yetişmek için koşmam. nadirdir diyelim ya da. birincisi yetişemeyeceğimi bildiğim şeyin peşinden koşturmak gereksiz gelir, ikincisi misal tam yetiştim sanıp kapıda kalınca içeriden bana bakanların bakışlarına dayanamam. zaten bazen, ne kadar koşarsan koş fayda etmez de duran gideceği yere varmış olur.

iki hafta önce burktuğum bilekteki ağrının ısrarla gelip gidiyor ama geçmiyor olması futbol hayatımın bittiği olarak da yorumlanabilir tabii.

02 Ağustos 2007

uçan halı


bizim burada halıcılar var. zira bizim burada turistler var. sokağa halı atanlar, parka boy boy, çeşit çeşit kilimleri serenler, ellerinde kaynak makinesine benzer küçük tüpe takılı bir aletle halıları yakanlar... bütün faaliyet halılar eski gözüksün diye. eski gözüksün ki, antika fiyatıyla kaktırılsın.

zamanı gelmemiş bir şeyi zamanı gelmiş gibi görmek ne kadar yanılsamaysa, zamanı gelmiş bir şeyi zamanı gelmemiş gibi görmek de o kadar dandiri.

bizim burada ayakkabı boyacısından, garsonuna, halıcısından, börekçisine esnaf beni gıcık etmek için İspanyolca şakıyor... bir yandan da halılar işte eskiyor.

27 Temmuz 2007

"gözüm"

şuna dikkat isterim: Ahmet Kaya özellikle ilk dönem şarkılarını söylerken çok sahici bir adamdır. haybeye demez "şarabın gazabından kork", "metrisin önü kahveler", "su akar yatağını bulur", "ne sen bulutsun ne de ben yağmur", "zagrep radyosunda lili marlen türküsü", "bir ince hesabı görecek adam", "kimseyle konuşmaz dal gibi titrerdi çocukça sevdiği çiçeği sularken", "güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı" diye. gece gece dinleyecek bir şey bulamayıp ona dönmemiz çokluk bundandır...

25 Temmuz 2007

mahmur beste...




akşam yemeğini hayatımızdan çıkardık mı nedir? neredeyse hiçbir şey yiyesim gelmiyor. karpuz, peynir, ekmek üçlemesi kafamda dolaşıyor. heyhat karpuzun kalanını yiyememek, bozulmasını takip etmek canımı sıkıyor. hellimin ama şahane bir buluş olduğunu düşünüyorum. gıprıslılara teşekkür borçluyuz.

Antalya'da çökelek çok yenir. bilhassa kahvaltıda yufka ekmeğine sarılır. bir de akşamüstü karpuzla falan işte. yine de en iyi karpuz eşlikçisi keçi peyniridir. taş gibi ama kıvamlı bir peynirdir kendisi. karakterli yani.

bu mesele üzerine düşününce çocukluğumun Serik yazları geliyor işte aklıma. okul kapanınca gidip 2 ay, 3 ay kalışımız. çardakta herkeslerle uzun uzun, serin serin oturmalarımız. gün boyu gelenler, gidenler, eşler, dostlar, yaşıtlar. yarattığımız ipe sapa gelmez oyunlar, dut ağaçları (ne kadar zamandır dut yemedim?!), toplanan ful yaprakları, muşmula çekirdekleri, bahçedeki onlarca doğum gününden kalma onlarca resim...

o zamanlar yaşadığım saçma mahmurluğu hala bu kadar net hatırlıyor olmam tadının damağımda kalmış olmasından mı, bizzat mahmurluğun tanımından mı yoksa bir daha asla olmayacağını bile bile duyduğum özlemden mi?

19 Temmuz 2007

teğet

hayatımızın ucundan kıyısından, esasen içinden amma çok insan geçiyor. kimi dokunuyor, kimi şöyle bir arkadaşa bakıp çıkıyor, kimi yerleşiyor... bazıları, kısa da kalsa silinmez izler bırakıyor; bazısı uzun oturmasına rağmen kalktığında koltukta kıçının izi bile kalmıyor. şu kendisi gidiyor, bu dönüp dolaşıp karşımıza çıkıyor, onu biz eliyoruz. birinin ikisinin, daha fazlasının değil, arkasından "gitme" dedim; daha çoğuna aldırmadım. "gitme" dediklerime, belki de içimden dediğimden, sesimi duyuramadığım oldu ya da belki de bilerek duymadılar. onlar geri gelsin istedim ama aldırmadıklarımdan "dönmek" isteyenler oldu, sallamadım.

sokakta, orada burada gördüğümüz yüzlerin sayısı pek çoktur. tekrar tekrar gördüklerimiz de vardır mutlaka ama insan işte teğet geçer çoğu zaman birbirine...

13 Temmuz 2007

yeğlediğim on sözcük...

mayıs'ın ortalarında bir yerde bir yorumlaşma sırasında bunu yapalım demiştik. Camus'nünkiler bunlardı:
"yeğlediğim on sözcük sorusuna yanıt: Dünya, acı, toprak, anne, insanlar, çöl, onur, yoksulluk, yaz, deniz."


bizimkiler bunlar:
özgürlük, deniz, hüzün, mavi, tutku, kitap, sahici, gurur, kin, tat.

10 Temmuz 2007

ders: antropoloji

insanevladının seyrüseferi acayip, bunu da kabul edelim.

25 Ocak'ta adını andığımımız Petra'nın dünyanın yeni yedi harikasından birisi olmasını ne Zuğaşi Berepe'de ne kendimizde, Lazlarla Ürdün arasındaki ilişkide aramak lazım...

kartonete şöyle yazmıştı Z.B.: "Lazca'da 'Petra'şa na idare! / Petra'ya gidesice!' diye bir beddua vardır. Petra Ürdün'de ulaşılması güç bir noktadır ve Lazlar'da en uzak kent imgesine sahiptir. Petra'nın Türkçe'deki karşılığı 'cehennemin dibi' dir."

ben, "ne dünya ulan" demişim.

ürdünlüler böyle diyor.

boyun tutuk, sürekli oturup çalışmaktan bacaklarda işlev bozuklukları, parmaklarda kasılmalar, gün ışığına bakamama sorunları, çok az uyudukça kaybolan zaman mefhumu ki sanki birazdan televizyonu açıp ne bileyim karşına mesela hırsız-polis çıkacakmış gibi hissetmene rağmen aslında sabah kuşları saatleri, kafada geçit töreni yapan 100 yıllık bir koca tarih... fikri takip: kolye kayıp.

gitsem mi acaba Petra'ya...

04 Temmuz 2007

açık deniz kapalı şuur



şimdi, insan küçüktür. ufacıktır esasen. üç yol var: kimi bilir, kabullenir. kimi, bilir, bilmezden gelir. kimi, bilirbilmez, aldırmaz.

kabullenenler için iki yol var: bunlara takılmamak, bunların kıyısından dolaşmak.

bilip bilmezden gelenler için iki yol var: bunlardan kaçtığını sanırken takılıp düşmek, bunlarla baş etme metodlarını yaratmak.

bilirbilmezler için iki yol var: bilmek, bilmemek.

bunlara takılmıyorsan hayatın gelip geçer, fark etmezsin. bunların kıyısından dolaşıyorsan hayatın gelip geçer, fark eder gibi olursun; saadet uzakta değildir.

bunlardan kaçtığını sanırken takılıp düşersen, tekrar kalktığında -kalkılmaz diye bir şey çok nadir olur- tekrar takılacağın garantidir. bunlarla baş etme metodlarını yaratmaya çalışanın, seçeneği çoktur, özünde hayal kurmayı, ummayı bırakır. her ikisinde de hayatının geçtiğini görürsün, avucunda gibidir.

eski bilirbilmezlerin bilenleri, eski günlerini ararlar. hayat, geçer gibi oldukça inkıtaya uğrar. bilmeyenleri saadete yelken açarlar; hayat geçer.

koparmada öyledir, silkmede böyledir de, toplamda hayat deniz değildir...

- portfolio

30 Haziran 2007

hicran


kelimenin işaret ettiği her anlamla üzgünüm. cuma halı sahasında kolyemi kaybettim. yaklaşık bi on sene kadar önce annemin bir doğumgünümde aldığı ok ucuna benzeyen obsidyen taşım, ki hiçbir zaman; denize girerken, banyoya girerken, top oynarken, koşarken, dururken, yatarken, kalkarken... çıkarmışlığım yoktu, boynumdan düşmüş. hata bariz bizde tabii, ipi kopmaya meyilliydi düğüm atarak falan tutturuyorduk... şimdi bileğindeki ipler kopunca ipin bağlamına göre bir şeyler olan bir insan olarak buradan bir şey çıkmasın istiyorum. ya da sahiden bir enteresanlık olsun haftaya kolyemi bulayım. kelimenin işaret ettiği her anlamla üzgünüm işte...

25 Haziran 2007

"ernesto gibi..."



-Ernesto-

Komiskun
A murungxi cima vikacare
Leta gordasen
Ti goyomaktasen
Kapula kale si bzirare
"Hayde" migvare Ernesto steri
Vidat
Murungxepesi opsa na on a nga tudesa
-----
Biliyorum
Bir yıldız yağmuruna tutulacağım
Toprak çökecek
Başım dönecek , arkamda seni bulacağım
"Haydi" diyeceksin Ernesto gibi
Gidelim
Yıldızların çok olduğu
Bir gökyüzü altına

24 Haziran 2007

bulaşık

her seferinde "artık bulaşık biriktirmeyeceğim" diyorum. sonra... "gerisi beter gerisi malum" der ya erkin koray... bir tabak, iki bardak, tava, çatal derken işler büyüyor. gerçi bulaşık yıkamaktan bir şikayetim yok, seviyorum. bu sırada süngerin kenarında sıyrılan bıçak bu sefer de işaret parmağımın ikinci boğumunu yardı. çamaşır sulu-bingo deterjanlı bir şekilde beyaz köpüklerin içinde inceden bir kırmızı verdi.

topkapı sarayı'nı ilk gördüğümde padişah olasım gelmişti. mutfakta, hem de bulaşıkhanede çalışmayı ise hiç düşünmemiştim. insanoğlu işte...

"...Saray mutfağı için Matbah-ı Âmire denilir. M. Zeki Pakalın'ın verdiği bilgiye göre yirmi büyük bacalı mutfaklardan oluşan Matbah-ı Âmire'de hergün dört beş bin kişiyi doyuracak kadar yemek hazırlanır, resmi günlerde meselâ ulufe tevzii günleri sayısı onbeşbin civarında olan askerlere çorba, pilav, zerde, Ramazanın onbeşinci gecesi de bütün yeniçeri ve zabitlerine baklava pişirilirdi.

Saray mutfağı oldukça hareketli bir mutfaktır. Bir hanedan mutfağı olarak erzak sarayın kendine mahsus esnafından tedarik edilirdi. Bu esnaf sarayın kilercibaşısına bağlıydı. Kasap ustaları, yoğurtçu ve sütçüler, tavukçu, mumcu, simitçi, kalaycı, buzcu ve karcı esnafı. Mutfakta kullanılan tamlamalar mutfağın âdeta bir okul gibi öğretilen yer olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Matbah-ı Âmire Ustaları ve Matbah-ı Âmire Şakirdleri (Saray mutfağı öğrencileri/çırakları) tamlamaları da bunu gösterir. Bu aslında geleneğimizde mevcut olan usta-çırak, hoca-öğrenci ilişkisidir. Matbah-ı Âmire Emini ise Saray mutfağından sorumlu kişidir. Yardımcıları ile birlikte sayıları yüzü aşan bu sınıf saray mutfağının bütün ihtiyaçlarını gün-be-gün defterler halinde tutarlardı. İşte bunlar sayesinde bugün bile meselâ Fatih dönemindeki defterlere bakarak saray mutfağına alınan malzemenin tesbit edilmesi mümkündür.

375 sayfadan oluşan bu araştırma Fatih devrinden Kanuni Sult'n devrine kadar olan mutfak defterinin dökümüdür. Bu deftere o yüzyıldaki sebze, meyve, kap kacak adları yazıldığı gibi kimi alınan malzemenin yanında ne için alındığı da kayıtlıdır: Mutfağa en çok giren yiyecek içecekler çorba için yoğurt, meamuniye için süt; peynir, yumurta, soğan, saramsak, sumak, nane, maydanoz, pazı, marul, bulgur, zeytinyağı, sadeyağ, kimyon, susam yağı, şerbet yapmak için siyah üzüm, zerdali, badem, turşu için hıyar, dana işkembesi, kelle-paça, şeker, ceviz, koyun, has ekmek için susam, sirke, bal, şerbet için pekmez toprağı, karabiber, tavuk, mastaki, tarçın, kekik, hindistan cevizi, gülsuyu, mercimek, çeşitli meyveler, boza, su, hardal, çörek otu, kuzu, kuru balık, havyar, balık yumurtası, balık, şeftali, armut, incir, üzüm, karpuz.
...

16. yüzyılın son yarısında saray mutfağının aşçı sayısı altmışa hizmetçiler de iki yüze, 17.yüzyıl ortasında ise aşçı ve hademelerin sayısı binüçyüz yüz yetmişe çıkmıştı. Konaklardaki mutfaklarda mutfak emininin adı aşçıbaşıya dönüşmüştür. Büyük mutfaklarda ocakbaşı ve ocakbaşının yardımcısı olarak da perhizci bulunurdu. Perhizcinin diğer bir adı da kuşhaneci veya ince aşçıydı. Konaklarda pilavcı, börekçi ve tatlıcı olarak çalışanlar özellikle yaptıkları bu işle anılırlardı. Börekçi ile tatlıcının işini birden yapana ise hamurcu denirdi. Bunların emrinde birçok kalfa bu kalfaların emrinde de birkaç çırak, çırağın yardımcısının yanında ise iki üç yamağı olurdu..."
/...

16 Haziran 2007

fonda requiem...

insanın kendi kanını tanıması her durumda tuhaf. bıçağın eline giriverişi... kısa süreli bir yanma hissi... "hasssiktir" diyorsun ama çelik tam derinin altına girdiğinde mi, girdiğini algıladığında mı çok belli değil. sonra bakıyorsun, bir topak kan; üstelik arkası geliyor. usul usul öyle bir süzülüyor ki seyretmekten kendini alamıyorsun. elini yıkayınca aslında bi halt olmadığını da görüyorsun, küçücük bi kesik işte. ama insanın kendi kanıyla ilişki kurması tuhaf işte.

15 Haziran 2007

o derece


insan ufacık bir an "o kadar da fena olmayabilir" diye düşünüyor. ama işte ufacık bir an... boğaz köprüsü'nün altı gibi bir yerde, fena da olmayan bir müzik çalarken, tatlı da bir esinti varken, usuldan içerken...

"insan ne ise o olmayı reddeden tek yaratıktır" demiş ya, insan bir şey düşünmediğini düşünebilen tek varlık da aynı zamanda sanırım. bunu düşününce, "öyle değil işte" diyen.

hasılı ufacık bir an "o kadar da fena olmayabilir" diye düşünüyorsun, sonra geçiyor.

07 Haziran 2007

summertime

bir de çok açık bir şey var, summertime'ın janis joplin&jimi hendrix'li versiyonu...

musiki

hazırlıktan itibaren Alman Kültür'e gitmeye başladık, önce bir grup arkadaş, sonra daha da az, sonra yalnız ben. gidip de napardık? saçma saçma bi şey anlamadan kitaplara bakardık, güya bir ikisini ödünç alırdık da (misal şimdi adı aklıma geldi, gerçi hiç unutmamıştım o da ayrı, Na Warte, Sagte Schwarte. bu kitap hayatımın bilinmeyen denklemlerinden birisi olarak duruyor. şimdi bakınca, bir düğün meselesi falanmış ama...), sonra tabii Stern'lere Spiegel'lere bakardık (e resimlerine elbet daha çok).

sonra ben kaset işini keşfettim. Mozart'ın bir sürü kasedini alıp alıp çektim (cd mi vardı yahu o zaman? tek tük vardı, hem bizim eve gelen müzik setinin cd'sini yıllarca çalıştıramadım ben. meğerse mevzuu arkasındaki küçük kilidi açmakmış sadece). Mozart'ı da Amadeus'tan keşfetmiştim. yoksa öyle bizim evde dinlenen falan bir şey olduğundan değil. el yordamıyla bulduk yani. sonra işte Chopin geldi. ama mesela Beethoven'ı sevmem o kadar...

sonra Queen de öyle çıktı karşıma, gecenin birinde trt dinlerken, orta 2 ya da 3 olmalı. ilk aldığım albümleri Greatest Hits 2, ondan sonra neredeyse her hafta bir albüm alıp, tamamladık seriyi. ilk üç albümlerini bulacam diye neler çekmiştim...

benim çok gelişkin bir müzik zevkim olduğundan bahsedilemez belki ama neyi sevdiğimi biliyorum...

02 Haziran 2007

yürüyen merdivende bir kanat oyuncusu

konstantiniye'nin, angara'dan üstün olduğu noktalardan birisi insanların yürüyen merdivenlerde sağda durma alışkanlığına sahip olmaları. tamam itiraf edeyim, bir vakitler ben de yürüyen merdiven zaten yürürken bir de ayrıca yürümek isteyen insanlara gıcık olurdum. hala da olabilirim aslında, ama ben de yapıyorum aynı şeyi. zira insanlar sağa çekilince, soldaki boşluktan akma hissiyatı olabiliyor. zaten ben en çok koşu yoluma atılan topları severim. o topu yakalamak için koşarken pek bi şey düşünmem, sadece topu yakalamayı. yakalayabilirsem, kendime "aferin lan" demeyi, yakalayamazsam "ulan yakalayabilirdim aslında bee" demeyi. bi de sahiden iyi koşarım, hızlıyımdır. zaten belki de tek özelliğim bu. ama tabii bu da bi şey kanat oyuncusu için.

25 Mayıs 2007

tebdili mekan


arkamda Sultanahmet, deniz vardı; artık önümde Ayasofya, Aya İrini var...

23 Mayıs 2007

"bütün bunlar ne"

pıt'ın enteresanlıklarından birisi de şu: kendi kendine zorluk yaratmak. bir şeyin peşindeyse -gazoz kapağı, erik çekirdeği, fıstık, fare oyuncağı...-, misal o şey sandalyenin altına kaçtıysa, hemen atlamıyor üzerine, ille patisini böyle arkalardan uzatıp, güç bela dokunmaya çalışıyor falan... oyunu uzatma arzusu sanırım. kierkegaard'ın "haz erteleyicisi" gibi...

dün Bursa'ya gitmeyi onca istememe rağmen gidemedim. bizimkiler de sağolsun Marmaris Belediye'ye elenip, play-off'un ilk maçında bıraktılar işi. daha da Bursa'ya gider miyim bilmiyorum.

sürmenaj, ruh daralmasına da sebep olabiliyor. iki ucu boklu değnek: bir şey yapılacaksa böyle zamanlarda yapılabilir; insan böyle zamanlarda sonuçlarını tam olarak idrak edemeden "kendine rağmen" bir şeyler yapabilir. beri yandan Corto neden adamımızdır? tam da böyle şeylere aldırmadığı için... dediği gibi "...Muzip şeytanlarca saklanan hazine kesinlikle var ve sorularımızla yanıtlarımızın labirentleri arasında bulunması mümkün olmuyor..."

17 Mayıs 2007

sisifos

insan durduk yerden mi yuvarlanıyor "saçma"nın içine?

"Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu, daha doğrusu bu sorunun hiç anlamı olmazdı, çünkü dünyadan bir parça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım. Öylesine önemsiz olan bu us, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu. Bir kalemde yadsıyamam onu. (...) demek onu sürdürmek istiyorsam, her zaman yenilenen, her zaman gergin ve kesintisiz bir bilinçle sürdürebilirim.(...) Umut etmeyi bırakmasını öğrendi."

"hayat güzel" zırvalığından söz etmiyorum ama yine der ya adamımız, Sisifos'u mutlu tasavvur etmek gerekir. yorgun olduğu da kesin tabii...

12 Mayıs 2007

resimli türkiye tarihi

Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce'nin "sol" cildi beni bitirdi hakikaten. fotoğraf altı yazmak bir şey değil nispeten ama fotoğraf bulmak... Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nde bakmadığım cilt kalmadı neredeyse. bizim arşiv de gayet iyi aslında ama karışık, iğneyle kuyu kazmaya benziyor bazen durum. tabii bir tür resimli türkiye tarihi gibi de oldu benim için durum, o bakımdan memnunum. az bilinen bir sürü resmi de dolaşıma sokmuş olacağız hem...

03 Mayıs 2007

koşu bandı


koşu bandı denilen icada inanacak mıyız, inanmayacak mıyız? iki gündür bunun temel bir medeniyet sorusu olduğunu düşünüyorum. koca koca göbeklerimizle (benimki biradan), yağlı yağlı kıçlarımızla var olmaya çalışmanın haz deryalarında atılan kulaçlarla eş olmadığını nasıl bilebiliriz ki yaşamadan? ama tabii belki de koşu bandına çıkanlar sadece kendilerini iyi hissetmek istiyorlar. "koşmanın da sahtesi var işte" de denilebilir o ayrı.

"başka türlü bir dünya mümkün" lafına öteden beri gıcık olurum. her şeyin başka türlüsü mümkündür ama dünyanın değil; dünya esasen olduğu gibi kalır, sen başkalaşabilirsin elinden gelirse. başka türlü bir sen, ben belki mümkün olur ama işte kararımızı vermemiz gerek; koşu bandına çıkacak mıyız, çıkmayacak mıyız? iş burada bitse, çözmesi kolay olurdu elbette. o kararı vermek esas olarak göt/göbek isteyen! (ben? prensip olarak çıkmam koşu bandına. ama bir takım kararlar vermek için yeterince götlü göbekliyim. sanırım! emin değilim!)

1 Mayıs'ta Taksim'de, Kazancı'nın orada, polisin yuvarlağının içinde, tam the Marmara'nın önünde, kafamı kaldırınca koşan insanlar gördüm. bildiğin fitness salonu, bildiğin koşu bandı, bildiğin insan. bir yandan koşup bir yandan aşağıya bakıyorlardı...

28 Nisan 2007

o la la...

cumartesi dükkanı... kimse yok, sadece ben. çay. çiğdem kıymalı poğaçası. pandora'da Gustavo Santaolalla kanalı. ses açık. şahane çalmakta. Ronroco albümünü bulmamız gerektiği aşikâr, lakin seyhan getirmiş, "stoklarımızda yok" diyor.

mtsd sol'un fotoları-altyazıları beni bekliyor. maçupiçu'ya gitmek istiyorum. cm oynamak istiyorum. memlekette muhtıra veriliyor...

27 Nisan 2007

d'artagnan

ben bir zaman Kafka'nın Aforizmalar'ını okuyup duruyordum kutsal kitap gibi. hayatta sorulabilecek hemen her sorunun cevabının bir orada bir de futbolda olduğuna inananırım hâlâ. Aforizmalar'ı tekrar ortalığa çıkarmak gerek...

ben küçükken şövalyeli filmleri, kovboylu filmlere tercih ederdim her zaman. artık kılıç dövüşü sahneli film oynuyor mu ki televizyonda? ama insan bazen kendini çekilmiş kılıçların karşısında bulabiliyor. "angar"! ("en garde" yani "koru kendini". "saldırıyorum"un delikanlıca bir hale bürünmüş şekli...)

ve insan bir gün şunu kavrayıverir: denizaltı görmek için deniz kenarında bir kentte yaşamak şarttır.

23 Nisan 2007

"neşe doluyor insan..."

günün anlam ve önemine dair konuşmak her zaman önemlidir. benim hayatta sosyalizmle ilk doğrudan temasım 1986'da oldu. hem de bu günlerde işte. 23 nisan'da bizim okula gelen Sovyet çocuklarından biri de, Sergei Banisav, babası politbürodaymış, bizim misafirimizdi. o koskoca 17 yaşında adam ben 8 yaşında bir velet. Sergei giderken ağladım diye hatırlıyorum. bir de kutu kutu sakız götürmesini, rambo seyredişimizi, breakdance yapışını, bir sürü giyim-kuşam istemesini, kız arkadaşı Lena'yı...

Kafkagillerle ilk temasım 87'de oldu: Stephan geldi, o zaman Çekoslavakya da vardı hala. onunla yaşıt olduğumuzdan belki pek eğlenmiştik. pek de terbiyeli, görmüş geçirmiş bir çocuktu. babası senfoni orkestrasında kemancıydı. sonra kendisi de klarnetçi oldu. çok uzun zaman kırık dökük almancamızla yazıştık. bir 7-8 sene var ki, haber yok. en son Japonya'ya turneye gidiyorum diye caz grubuyla artistik bi fotoğrafını göndermişti. yine de günün birinde za navsi 14, praha'ya gideceğime; kapıyı çalıp Stephan'ı soracağıma inanıyorum.

sonraki yıllarda gelen Finli Tomi'yle, Endonezyalı Sulistiyanto biraderin elemanlarıydı. yine de onlarla da maceralarımız oldu tabii.

hasılı hayatta 23 nisanları böyle yaşayan çocuklar da var işte...

17 Nisan 2007

modern kıraathane

angara'nın gitgide çirkinleşiyor, sahiden rüküşleşiyor olmasında koduumun şerefsizinin rolünden söz etmeyeceğim...

saçma bir şekilde yolda bruno'yla rastlaşıp, elimden tutup bana forma vermeye çabalamasından; "ben gidecem" dedikçe "seni hocalarla tanıştıracam" deyip kızılay'da bir kahveye götürmesinden; "play-off'larda otel paranı ben verecem benim davetlimsin"den başlayıp "bu hafta iş biter, yok bitmez, biter, bitmez" hallerinden; gittiğimiz kahvenin kapısında "ben gidiyom artık" deyip öpecekken beni içeri itmesinden, herkesin bize bakmasından, hocaların yanına oturtmasından, kağıt oynayan adamların -ve tabii benim- afallamamızdan; aramızda geçen saçma muhabbetlerden; bir çaylarını içmiş kalkarken ortadan çoktan kaybolmuş bruno'nun tekrar ortaya çıkıp "bir isteğin var mı" demesinden; daha da garibi bütün bunların pederin on yıllarca gittiği, hatırladığım bir sürü "nerde kaldın" kavgasına neden olan "modern kıraathane"de geçiyor olmasından da...

zira bruno bir şekerli meczuptur, ben de sık sık "ulan bu dünya ne tuhaf" deyip duran bir müridi!

10 Nisan 2007

"integralimi al abi"

Fenerbahçe'nin 1930'dan itibaren 77 yıllık tarihini elden geçirmiş durumdayım an itibariyle. gözlerimin yanıyor, sırtım -ama daha ziyade iki kürek kemiğimin ortası- ve midem ağrıyor, parmaklarım kasılmış durumda, göğsüm aşırı ve yoğun tütün tüketiminden tutuldu tutulacak. aslında kendime bakmıyor değilim ama işin doğrusu çok da aldırmıyorum. hayatta bunları bir daha hiçbir zaman yapamacağım birtakım günler de gelecek biliyorum. o zamanları görmeye pek de hevesli olmamamın nedeni belki biraz da bu. düşünüp yapamamak, isteyip yapamamaktan hiyerarşik olarak daha aşağıda değil mi?

çok az uyuduğum günler daha eğlenceli, az uyuduğum günler her an bulaşmaya hazır olmamın hiyerarşik bir dengesi var mı ki? hayatta integral, limit, tanjant, fonksiyon hesaplayan insanlar da var... İngiltere'de bir kedi de bir otobüse binip binip duruyormuş...

06 Nisan 2007

kaşarlı

tostçu cengiz, yarım ekmeği güzelce yanından keser, ortasına bol miktarda kaşarı döşer, kaşarsız tarafa yeter miktar salça sürerdi. kaşarlı tarafa az tuz döküp kapadıktan sonra, yağ fırçasıyla ekmeğin üstünü fırçalar, usul usul bastırırdı. o sırada havadan sudan saçma muhabbetler döner, ayran isteyip istemediğimizi sorardı. istemezdik...

daha önce ilk yarıda da gittiğimden biliyorum yolunu stadın, dün güngören'de stada doğru giderken, öyle ara bir sokakta bir tostçu/dönerci gördüm. girdim. kaşarlı tost istedim. adam serikli tostçu cengiz modelini takip etti. salça yerine ketçap vardı ama o kadar da olur dedik...

kazanamadık: 1-1.

05 Nisan 2007

"Bring Back That Leroy Brown"

pek güzel bi lambam var artık. "banker lambası" diyorlarmış, böyle üstü yeşil falan. bilsem alır mıydım? sanırım alırdım yine de, güzel çünkü sevdim. adı da leroy brown oldu (ne kadar eğlenceli ne kadar şahane bir şarkıdır kendisi).

sırtım ağrıyor, çok az uyudum lakin acayip bir enerji haliyle doluyum bugün. ki maça gideceğim birazdan: güngören mimar yahya baş stadı. güngören belediyespor'la. kazanmamız lazım...

03 Nisan 2007

gelenler gidenler...

dolma kalemin özelliği yazarken insana yavaşlığı hatırlatması; yavaşlığı hatırlatıp, yazının kağıtta nasıl görüneceğiyle ilgili tahayyüle sokması, sonraki kelimeyi düşünebilmeye imkan vermesi.

ne zamandır alayım dediğim Lamy'yi sonunda aldım. kendisiyle pek güzel bir ilişki kurduk. aklıma gelen ıvır zıvır ne olursa manasızca yazıyorum. ucunu açma faaliyeti işte (arabada olunca rodaj mı deniyordu ne). gittikçe tutukluğunu atıyor üzerinden seviniyorum.

sonra Pıt'a çim adam, oyuncak fare, ev bilgisayarına yeni maus (ki aslında yeni bilgisayara geçişin yollarını aramak lazım esas olarak), bir sürü kitap yine (almanca Zweig, islamcılık meselesine dair bir şeyler, sonra bir başka sahaftan meşhur Melissa P. aplanın kitabı nihayet [2 milyondu yahu], İkinci Adamın ilk baskısı [adam "o tabii ki 2 değil" diyecek diye ödüm koptu ama demedi], en süperi Chopin'in biyografisi), yine esaslı bir dönüşüm şu koca damacanada satılan sular için pompa, tabii ki o damacana sudan (5 milyon yazıyordu reklamında, boş bidon olmayınca geçiriyorlarmış meğerse)... bir de çay kutusu vazifesi gören emektar profiterollü carte door kutusunu çöpe atarken hüzünlenirim sanmıştım halbuki hiç de öyle olmadı.

29 Mart 2007

bulut geçti...

biranınki bir noktadan sonra tatsızlaşıyor; rakınınki yavaş yavaş çıkılması gereken bir merdiven gibi gelir bana hep, hızlı çıkarsan düşersin; votkadan hiç olmadım; tekila yolda yürürken bir anda asfaltın ayağa kalkması, "hassiktir noluyo lan" hali; şarabınki ise nasıl yumuşak, nasıl sıcak... ondan belki de ötekilerde evet ama şarap sarhoşunun ağzından kötü söz çıktığını duymadım ben hiç, rüya gördüğünü sananı biliyorum ama...

24 Mart 2007

medulla oblangata


kafamın arkalarında bir yerde, beyin sapımda öyle bir ağırlık var ki ne yapsam gitmek bilmiyor. bir zamandır aklıma takılan şeylerden birisi; aynı anda beş kişiyi dövebilecek kadar iyi karate bilseydim hayatım başka türlü mü olurdu? belki de...

gördüklerimiz, göremediklerimiz, dediklerimiz, diyemediklerimiz, çelişkiler, doğruluklar... hayat böyle bir sarkaçta sallanıp duruyor. almus'u mu düşünmeye başladım ki yine? beyin sapımda bir ağrı...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...