30 Mart 2015

Bir "Yeni Türkiye İnsanı" Modeli Olarak Melih Gökçek

Lunaparklardaki çarpışan arabalar birçok kişi için büyük eğlencedir, haklı sebeplerle: Hem güvenlidir hem yalandan da olsa bir arabayı idare etme duygusu verir. Üstelik kafaya taktığınız, gözünüze kestirdiğiniz birine elalem ne der aldırmadan çarpıp durabilirsiniz. Zil çalıp arabalardan inmek gerektiğinde o kafayı taktığınız kişi eşiniz dostunuz, tanıdığınız değilse hiçbir şey olmamış gibi ayrı yönlere gitmek de cabası.  

Melih Gökçek’le Bülent Arınç, çarpışan arabalarla birbirlerine girişmiş, zil çalmış olmasına rağmen bir tur daha biletleri olduğundan arabaları kenara çekip birbirlerini gözleyen iki çarpışan araba sürücüsü gibi değil mi?

Arınç’ı kenarda yalnız görünce, muhtemelen “Cumhurbaşkanı bunu gözden çıkardı, girişirim” diye düşünen Gökçek -“ağır abi”nin usta şoförlüğünü hesaba katamadığından belki- sağdan soldan, önden arkadan gelen Arınç darbeleriyle direksiyon hâkimiyetini epeyce kaybetti. Allahtan “tur bitti” zili zamanında çaldı.

Arınç-Gökçek kavgasında gördüğümüzün ne olduğunu anlamlandırmaya çalışanlar arasına ben de katılayım: Bülent Arınç’ı şimdilik bir yana koyacağım -ki, kendisini Erbakan hoca zamanından beri ilgiyle takip ederim, son yıllardaki performansı benim için çokça hayal kırıklığıdır- Gökçek’e bakacağım. Zira Melih Gökçek, siyasi hayattaki seyri, temsil ettikleri, yapıp ettikleriyle “yeni Türkiye insanı"nın geçmişten günümüze süzülüp gelen, adeta billurlaşmış bir yansıması olarak okunmaya müsait değil mi?



***

Gökçek’in siyasi kariyeri 1984’te ANAP’tan Keçiören Belediye Başkanı adayı olup seçilince başladı. İkinci dönemde tekrar girdiği seçimi kaybedince 1989-1991 yılları arasında Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’ne getirildi. 1991 seçimleri öncesinde Refah Partisi’ne geçen Gökçek, %17 civarında oy alan partinin meclise soktuğu 62 milletvekilinden birisi oldu. Milletvekilliği “icracı” insanlara göre değildir pek malum, Gökçek de 1994 yerel seçimlerinde bu sefer Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olup, az farkla da olsa seçimi kazandı. 1998’de Refah Partisi’nin kapatılması üzerine Fazilet Partisi’ne geçip, 18 Nisan 1999 yerel seçimlerinde bir kez daha belediye başkanı oldu.

Gökçek, Ankara’nın başına tekrar seçilirken ekürisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan bir ay kadar önce Pınarhisar Cezaevi'ne girmişti (26 Mart 1999). Erdoğan 4 ay sonra hapisten çıktığında, Fazilet Partisi’nin kapatılmasının da gündemde olmasıyla, onun liderliğindeki “yenilikçiler”in yeni parti girişimleri iyice ete kemiğe bürünür olmuştu. Fakat Erdoğan “muhtar bile olamaz”dı! Dolayısıyla Gökçek’in havayı koklamakta usta burnu “liderlik” sevdasına yeniliverdi; malum icracı insanlar daha büyük icraatlar yapmak isterler hep: “Tayyip’i silerim” demeçleri verip (link), yeniden dizayn edileceği anlaşılan merkez sağın liderliği için Demokrat Parti’ye yanaşması, 2002’de partililerin “genel başkanımız” laflarıyla Demokrat Parti’ye katılması (link) hep bu dönemin sonuçları olarak sayılabilir.

Ancak değindiğimiz gibi havayı koklamak da onun önde gelen yeteneklerinden biridir: Bugün cumhurbaşkanı sıfatıyla muhtarlarla toplantı yapıp duran “muhtar olamayacak adam”ın önlenemez yükselişi karşısında geri basıp, üstün manevra kabiliyetiyle AKP'ye katıldı, Erdoğan’ın hizmetine girdi. Sonrası 2004, 2009, 2014 seçimleri zaten… Ölürüm yoluna Ustam, Büyük Ustam…

***

Ne olursa olsun iktidarı kaybetmemek, güç sahibi olmak, muhatabını hem  "muktedirliğiyle" hem laf kalabalığıyla sindirmek, amaca giden yolda neredeyse her şeyi mubah görmek, önünde olup bitene, kendi yapıp ettiğine gözünü kapayıp suçu hep "kahrolasıca bir düşman"a atmak -Gökçek’in iyi temsilcilerinden birisi olduğu- "yeni Türkiye insanı pragmatizmi”nin temellerini oluşturuyor.

Gökçek’in Erdoğan’a rakip olmaya kalkıp sonra vazgeçerek biatçı olmasına, 17 Aralık sürecinde başlarda sessizliğe gömülen bir çizgi takip etmesine, bir zamanlar insanlara "Terbiyeni takın. Fettullah Gülen'e Feto diyemezsin. Ben sana lakap taksam hoşuna gider mi? Lütfen özür dile" derken (link) Bülent Arınç’ı bile "paralelci" ilan edecek noktaya gelmesine ve daha da arttırılabilecek örneklere bu gözle bakın. Vasatın, sakilliğin, popülizmin, yerini korumak için "kraldan çok kralcılığın" izlerini göreceksiniz (Örnekleri çoğaltmak istemiyorum ama Gökçek’in, Olimpiyat Oyunları’nın Türkiye’ye verildiği sanıp twitter’a yazdığı "İŞTE BU KADAR...OLİMPİYATLAR İSTANBUL'DA...TEŞEKKÜRLER BAŞBAKANIM...TEŞEKKÜRLER EMEĞİ GEÇENLER...BÜYÜKSÜN TÜRKİYE.." mesajı nefis özetlerden biri bence-link).

***

"Yeni Türkiye insanı" bitmez tükenmez sanılan bir şimdinin peşinde şu sıralar her daim aradan sıyrılabiliyor. En olmayacak şeyleri eylemekte, lafları etmekte bir beis görmüyor. Büyük Usta’ya yaranmak için gerekirse herkesi "düşman", "hain" ilan etmeye hazır. Kabataş gibi yalanlar atabiliyor mesela veya gerçeklikten kopuk bir fantezi dünyası içinde analizlere girişebiliyor.

Lunapark metaforuyla başladık, öyle devam edip bitirelim: "Yeni Türkiye insanı" arabayı pist dışına çıkarıp arabası olmayanları, "kafayı taktıklarını" çiğneyip geçmekte sakınca bulmuyor; "kutlu bir ülkü" için savaşan asker olarak dönüp arkasına bakmaya tenezzül bile etmiyor. Heyhat, o şimdinin bir gün biteceği aşikâr. İşte o zaman hem çarpışan arabalar güvenlik duygusundan yoksun halde birbirlerine büyük bir hınçla saldıracak hem de pistin kenarındakilerin eğlencesi başlayacak herhalde. "Güleriz ağlanacak halimize" lafındaki gibi bir eğlence olacağı muhakkak; Arınç-Gökçek kavgasında gördüğümüzü en azından bunun fragmanı da sayabiliriz belki de.



Not: Yazı için 2009’da Radikal Cumartesi’ye yazdığım "Başkentte Zübükzade Zihniyeti" yazımdan epeyce yararlandım: http://www.radikal.com.tr/hayat/baskentte_zubukzade_zihniyeti-917320

Ayrıca söz konusu kavga üzerine muhtelif haberler ve değerlendirmeler için şu linklere de göz atabilirsiniz (Tuğçe Kazaz'ın değerlendirmelerine mutlaka bakın derim):

- http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/gokcek-arinc-gerilimi-savcilik-sorusturna-baslatti

- http://www.sendika.org/2015/03/davutoglu-arinc-gokcek-ikilisine-disiplin-kurulunu-isaret-etti/

- http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/bulent-arinc-yanlis-yaptim-ancak-gokcek-mahkemeye-giderse

- http://www.radikal.com.tr/politika/gokcek_emir_demiri_keser_arincla_ilgili_konusmayacagim-1321215

- http://www.milliyet.com.tr/arinc-gokcek-tartisimasina-bakan/siyaset/detay/2033518/default.htm

- http://haber.sol.org.tr/turkiye/gokcek-arinc-kavgasina-tugce-kazaz-da-katildi-111349

- http://www.medyaradar.com/rusen-cakirdan-olay-melih-gokcek-iddiasi-haberi-137438

- http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi_basaran/arinc_gokcek_kavgasinin_gizledigi_asil_nokta-1320890



Birikim Haftalık, 28 Mart 2015

04 Mart 2015

seyir defteri / şubat 2015

The Hunger Games: Mockingjay - Part 1 (2014): 6/10

The Hunger Games: Catching Fire (2013):  6/10

The Hunger Games (2012):   6/10

American Sniper (2014):   6/10

PK (2014):  7/10


Pride (2014):  8/10

Big Driver (2014):  6/10 

Equilibrium (2002): 8/10  

The Boondock Saints (1999): 7/10

Predestination (2014): 7/10

Quiz Show (1994): 7/10

The Act of Killing (2012):  8/10  

02 Mart 2015

28 Şubat’ta neredeydiniz?

Hızlıca cevap verin: Şu an neredesiniz? Hemen cevapladınız elbette. Peki, “şöyle biraz geçmişe gidiyorum”: 28 Şubat 1997’de neredeydiniz?!

Üzerinden 18 yıl geçince hatırlaması biraz zor tabii. Son yıllarda (özellikle Gezi sürecinden sonra) dolaşıma giren, bilhassa AKP’yi eleştirenlere, hükümete, cumhurbaşkanına laf söyleyenlere sorulan, 28 Şubat "postmodern darbe"sine gönderme yapan bu soruyla varılmak istenen de fizikî olarak değil, fikrî olarak nerede olduğunuz zaten: “Ordu istediği gibi at koştururken, memleket askerî vesayet altındayken, başörtüsü yasağı varken, İslâmcılar zulüm görürken 28 Şubat’ta neredeydiniz?”

Biliyoruz, bilhassa “yandaşlar” için bir tür can simidi haline gelmiş bir soru bu: “Yolsuzluk”, “hırsızlık”, “yozlaşma”, “çürüme”, “demokrasi”, “insan hakları” demeye görün bir tokat gibi(!) geliveriyor: “28 Şubat’ta neredeydiniz?” Tüm ikbalini iktidarda olmaya, iktidarda kalmaya bağlamış; şanını, şöhretini içi boş bir şimdi ve gelecek söylemine dayayan; “toplumsal konsensüse” falan neredeyse hiç aldırmadan meşruiyetini sadece oy çokluğuna yaslamış bir zihniyet için o kadar anlaşılmaz bir soru değil aslında bu. Zira bunu kendilerce bir tür “ikiyüzlülüğü” afişe etmek için kullanıyorlar: “O zamanlar demokrasi mücadelesine katılmadınız…” Buradan hareketle de “28 Şubat’ta neredeydiniz”le  yaratılmak istenen toplumsal algı kimseyi ayırt etmiyor; hükümeti, şimdinin cumhurbaşkanını, icraatlarını eleştiren herkes aynı çuvalın içine dolduruluveriyor: Darbecisiniz!

Günümüz teknolojisiyle 28 Şubat’ta kimin, nerede durduğunu bulmak, öğrenmek o kadar zor değil aslında. İnsan haklarından, özgürlüklerden, demokrasiden yana solcular, sosyalistler güçleri yettiğince, öyle ya da böyle, ordunun da, medya manipülasyonunun da, genel algının da karşısındaydılar 28 Şubat’ta. O yüzden bu sorunun muhatabı olmaları abes.

Ancak şunları da net biçimde teslim etmek gerekir: O zamanlar “sosyal medya” denilen güç yoktu ortada; şimdi sürekli sorgulanan bir sürü kavram, başlık, yazı, kişi, kurum neredeyse sorgusuz sualsiz kabul ediliyordu; toplumun büyük çoğunluğunun (hatta sol-sosyalist hareket içinden bir kısmın bile) ordu müdahalesine karşı olduğunu söylemek, direnişe geçtiğini söylemek mümkün değildi. Sonuçta “şeriat” tehlikesi kapıdaydı, şanlı ordumuz bir kez daha vatanı kurtarmıştı!

İşte tüm bunlara rağmen, bir avuç da olsalar birileri hak ve özgürlüklerden, demokrasiden yana tavır takınmıştı. Nitekim misal “Ne şeriat ne darbe” sloganı o zamanlardan kalma bir slogan (ki bu sloganın ekseninin yanlışlığına dair bir yazıyı Ruşen Çakır’dan okuyabilirsiniz - link). Ordunun siyaset üzerindeki belirleyiciliğine, askerî vesayete, başörtüsü yasağına karşı çıkanların; Kürt ya da İslâmcı zulüm gören kim olursa olsun onların yanında olanların; insan hakları, özgürlükler mücadelesi verenlerin 28 Şubat’ta nerede oldukları belli hasılı.  

Üstelik o zaman henüz doğmamış olanlar da, şimdiden bakarak bir cevap verebilirler bu soruya, ki çok sayıda kişinin “Direnirdim” diyeceğini tahmin edebiliriz artık. Zira Gezi zamanından geriye bir şeyler kaldıysa, en kıymetlilerinden biri şu laf değil mi misal?: “Biz yıllarca Kürt sorununu da bu medyadan takip ettik.” Çünkü demokrasi, özgürlükler ve insan hakları mücadelesi; nereden, kimden ve kime yönelik gelirse gelsin her türlü “kötülüğe” karşı durmayı gerektiriyor. Çünkü kötülük, kötülüktür işte; “başkasına yapılınca iyi, bana yapılınca kötü” olmaz. Çünkü darbenin iyisi, kötüsü olmaz.





Foto muhabiri Ali Öz’ün (link) 2006 yılında Bülent Ecevit’in cenazesinde çektiği ironi dolu, memleketin güzel özetlerinden olan fotoğrafa, askerlere, arkadaki panolara iyice bakın. “28 Şubat’ta neredeydiniz” diye sorulan insanların çoğu, 28 Şubat’ın üstünden geçen yaklaşık 10 yılın ardından İnsan Hakları Derneği’nin o zamanlar yürüttüğü bir kampanyadaki yer eksenindeydiler işte yine, tıpkı 28 Şubat 1997’de oldukları yerde: “Yasaksız, Korkusuz, Tehditsiz Konuşalım”, “Şiddet İçermeyen Her Düşünceye Sınırsız İfade Özgürlüğü”, “İfadeye Özgürlük, İnsana Özgürlüktür”… 

Lafı uzatmayalım, bugün o fotoğraftan askerleri kaldırıp “başkanın adamları”nı, fantastik milletvekillerini ve milletvekili adaylarını, yabancı devlet başkanlarını karşılayan “Duşakabinoğulları”nı, kerameti kendinden menkul "yağlamacıları" koyun 28 Şubat’ta nerede olduğunu, olacağını bilenleri şimdi yine o panolarda göreceksiniz.

Oysa tamamen ezbere bir retorikle, çakma demokrasi ve insan hakları savunuculuğuyla “28 Şubat’ta neredeydin” diye soranlar bırakın yıllar sonrayı, şimdi bile “17-25 Aralık’ta neredeydin”, “Gezi’de çocuklar öldürülürken neredeydin”, “Roboskî’de 34 insan katledilirken neredeydin” sorularına sağlam cevaplar verecek durumda değiller. Bu da onların derdi olsun!

Birikim Haftalık, 28.02.2015
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...