09 Şubat 2011

ukulele ya da almanlıkla sınav

1997 yazı. dil kursu diye Münih'e gidilmiş; memleketten ilk defa yurtdışına çıkmanın şaşkınlığı bir yana tüm lise boyunca içli dışlı olunan Alamanları yerinde tetkike başlanmış.

"sayılı gün çabuk geçer" derler, Münih maceramızın sonuna geldiğimiz günlerde, Frauenkirche civarında dolanırken gözüme bir müzik aletleri satan dükkan çarpıyor. vitrine yapışıyorum. kıyıda onu görüyorum; adını bildiğim, yapsını az çok tanıdığım, televizyondan gördüğüm bir müzik aleti (o zamanlar internet alemlerine girmemişim tam manasıyla. zaten hazreti google da yok ortada daha. kütüphaneye gidip bilumum ansiklopedide "ukulele" maddesini arıyorum. Hawaii dilinde "zıplayan pire" manasına geldiğini öğreniyorum, "ne la bu" deyip duruyorum).

"bu kesin odur" hissiyatıyla içeri dalıp, "vitrindeki ukulele mi?" diyorum. yıllardır aile dükkanının kapısından dışarıya adım atmamış izlenimi veren en az 60 yaşındaki, beyaz saçlı kadın tüm Almanlığıyla evetliyor. fiyatı epey tuzlu. heyhat, nasıl güzel; köprüsünün bitim yerinde banjo misali bir deri kaplaması bile var. pazarlık yapsak? yok. ama teee Türkiye'den geliyorum, 2 gün sonra da döneceğim neredeyse hiç param kalmayacak. yok. yaa lütfen teyze yaaa. yok. kadın Alman. "boşver" diyorum kendi kendime, "kader kısmet. bu para buna verilmez. verilirse 2 gün para harcamaman lazım."

"iyi peki madem hayırlı günnner" deyip dükkandan çıkıyorum. Almanlık karşısında yenilgiye uğramış benlik sahibi insan kendisini hem iyi hisseder hem kötü: iyi hisseder çünkü yenildiği esasen bir makinedir; kötü hisseder çünkü "insanlık diye bir şey var yaa" duygusunu üzerinden atamaz. fazla uzun sürmüyor bu karmaşa: "teyyyt" dediğimi düşünerek dalıyorum tekrar dükkana.

"tamam, alıyorum" yaşlı kadın gülümsüyor. "çalmayı biliyor musun ki?" diyor, "yok" diyorum. nereden bileceğim yahu, "ukulele"yi onca kafama sokan şey Brian May'den başka şey değil ki: gitara öyle başladığını biliyorum, "Bring Back That Leroy Brown"la "Good Company"de duymuşum, "Too Much Love Will Kill You" da şahane bir solo atar onu görmüşüm. (3.07'den sonra) "gitar çalıyorsan öğrenirsin çabuk" diyor, "öğrenecem tabii zoruna gitmesin" diyorum, "Grammy'yi aldığım gün yapacağım konuşmada da sizden mutlaka bahsedeceğim ama böyle böyle bi kadın vardı diye" ekliyorum. hamaset! Almanlık kılıfta da indirim yapmayıp, "madem paran yok, Marienplatz'ta iki çalarsın para atarlar" diyerek yine galip geliyor...

neticede memlekete dönüyoruz, ukulele çalmayı beceremiyoruz, günün birinde de çattt diye tellerden birini koparıyoruz. Ankara'da girmediğim dükkan kalmıyor, ukulelenin ne olduğunu sadece 1 kişi biliyor! yok da yok. fatura adresine mektup yazıyorum, böyle böyle tel koptu Türkiye'de yok diye, anında tel setini gönderiyorlar. üstelik para istiyoruz falan bir şey de yazmıyor. Almanlara galibiyet hediye edecek halimiz yok herhalde, fakir ama onurlu genç faturadaki hesap numarasına etse etse şu kadardır diye -belki fazla belki eksik artık neyse- parayı yatırıyor... Almanlık karşısında yenilmemenin tek yolu iyisiyle kötüsüyle kendi oyununu oynamaktır, bir kere daha anlıyorum...
                                                           ***

bütün o yer değiştirmelerim sırasında ukulelem nerede, kimde kaldı, şu anda o da beni düşünüyor mudur o güzel kılıfı içinde, bilmiyorum...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...