07 Aralık 2012

enver'in mahallesi

vakti zamanında Ayasofya'ya bakıp demişim bunu: "tarih, bir tür oyuncak... neresinden, nasıl tutacağını bildin mi, hayır, lise Tarih I'in ilk paragraflarında yazdığı gibi 'nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz'un cevabını tam olarak asla bulamadığın ama evet, çok eğlenebileceğin, gözünü, gönlünü açabilecek bir şey..."

hem de nasıl açılıyor gözün, gönlün. "bakıp geçmiyorsun" en azından, "vay be" diyorsun, "Sual eylen bizden evvel gelene/Kim var imiş biz burada yoğ iken"... İttihat Terakki'nin 1 numaralı üyesi İbrahim Temo'nun 31 Mart ayaklanmasında evinden seyrettiği çatışmanın bugünkü Alman Hastanesi'nin tam karşısındaki, sık sık geçtiğim sokakta olduğunu bilmek, oradan geçerken heyecanlandırıyor beni mesela.

ya da misal,
"1297 senesi teşrîn-i sanisi bidâyetinde, 1299 senesi muharrem ayının birinci salı günü sabahı, saat on iki raddelerinde, İstanbul'da, Divanyolu'nda, eski Lisan Mektebi karşısındaki evimizde dünyaya geldim. Üç yaşında, evin yanındaki ibtidai mektebine gitmek hususunda gösterdiğim arzuma ebeveynim mani olmayarak, ilk besmeleyi mekteb muallimi Kara Hafız Efendi'nin önünde telaffuz ettim." 
diyor adam.

"bu lisan mektebi neresi ola ki?" diye bakınıyorsun. anlaşılıyor ki, şimdiki İstanbul Kız Teknik ve Meslek Lisesi'nin Moda Tasarımı bölümü. yani dükkandan yemek için çıktığımda geçtiğim sokaklarda yürürken aslında Enver Paşa'nın mahallesinde yürüyormuşum...



doğuştan Cağaloğlulu adamın evin yakınındaki "mektebe" gidişini, Divanyolu'nda koşturmasını, Ayasofya'ya bakışını, neden sonra Babıali'yi basışını, "Enverland"a giden hikayeyi ve sonrasını ve sonrasını düşününce insanın gözü, gönlü bir hoş oluyor işte. 

neticede, evet, tarih bir tür oyuncak..





13 Kasım 2012

Kitabi: 06.XI.2011 - 06.XI.2012




  • Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908
  • Şerif Mardin
  • İbrahim Temo'nun İttihat ve Terakki Anıları
  • İbrahim Temo
  • İdama Beş Kala
  • Cavit Bey
  • Rauf Orbay'ın Hatıraları
  • (yay.haz.)Osman Selim Kocahanoğlu
  • İzmir Suikasti
  • (yay.haz.) Sümer Kılıç
  • Bilinmeyen Arnavutluk
  • Yılmaz Çetiner
  • Raziye
  • Melih Cevdet Anday
  • Mihman
  • Akif Kurtuluş
  • Yedinci Gün
  • İhsan Oktay Anar
  • Umberto Eco ve Futbol
  • Peter Pericles Trifonas
  • Üstat ile Margarita
  • Mihail Bulgakov
  • Feriköy Mezarlığı'nda Randevu
  • Barış Uygur
  • Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...
  • Mahir Ünsal Eriş
  • Topkapı Sarayı’nda Yaşam
  • Albertus Bobovius ya da Santuri Ali Ufkî Bey’in Anıları
  • Hay bin Yakzan
  • İbn Tufeyl/İbni Sina
  • Memleket Hikâyeleri
  • Ayfer Tunç
  • "Futbolistas": Futbol ve Latin Amerika
  • (der.) Dario Azzellini-Stefan Thimmel
  • Otlakçı
  • Memduh Şevket Esendal
  • Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar?
  • Franklin Foer
  • Eristik Diyalektik - Haklı Çıkma Sanatı
  • Arthur Schopenhauer
  • Muhyiddin İbn Arabi
  • Claude Addas
  • Corto Maltese-Gençlik Yılları
  • Hugo Pratt
  • Corto Maltese-Tuzlu Denize Balad
  • Hugo Pratt
  • Türkiye, Yahudiler ve Holokost
  • Corry Guttstadt
  • Labirentindeki General
  • Gabriel Garcia Marquez
  • Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı-Nurettin Topçu Üzerine Yazılar
  • Fırat Mollaer
  • Malafa
  • Hakan Günday
  • Kum Kitabı
  • Jorge Luis Borges
  • Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet
  • Thomas De Quincey
  • Türk Sufiliğine Bakışlar
  • Ahmet Yaşar Ocak
  • Hisar'dan Ahmet
  • Hüseyin Kıyar
  • İstanbul'un Zaptı (1204)
  • Robert de Clari
  • Emeğin Tevekkülü
  • Yasin Durak
  • Vathek
  • William Beckford
  • Kazım Karabekir'in Gözüyle Yakın Tarihimiz
  • Mustafa Armağan
  • Barışa Emanet Olun
  • Hasan Cemal
  • Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları
  • Elizabeth Lunday
  • Mozart ve Naziler
  • Erik Levi
  • Fahrenheit 451
  • Ray Bradbury
  • Kabil
  • Jose Saramago
  • Cesur Yeni Dünya
  • Aldous Huxley
  • Homo Juridicus-Hukukun Antropolojik İşlevi Üzerine
  • Alain Supiot
    ----------------------
    * Rauf Orbay'ın Hatıraları
    * Üstat ile Margarita
    * Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...
    * Hisar'dan Ahmet
    * İstanbul'un Zaptı (1204)
    * Vathek
    * Kabil

    08 Ekim 2012

    Soyu tükenmek üzere olan bir hanedanın son temsilcisi: Corto Maltese



     
    1887’de doğduğuna göre 125 yaşında ama her zaman gençlikle, orta yaşlılık arasında “şık” bir yerde kalmış gibi. Annesi lakabı “Cebelitarıklı kız” olan Sevilla doğumlu bir Çingene, babası ise Cornwall asıllı bir İngiliz denizci; oysa o ne dogmalara ne de bayraklara inanır. Resmî ikametgahı Antiller’in Antigua kenti olsa da Arjantin’e, Venedik’e, Yemen’e, Hindistan’a, Afganistan’a, Türkiye’ye, İsviçre’ye, Rusya’ya, Honduras’a, İrlanda’ya, Sibirya’ya, Etiyopya’ya, daha bir sürü yere bakın, oralardan hep geçmiştir. Annesinin bir arkadaşının el falına bakarken dehşetle fark ettiği üzere avucunda kader çizgisi yoktur; dert etmez, 10 yaşındaki çocuk sükunetini hiç bozmadan gider babasının usturasını alır, tek hamlede kendine güzel bir kader çizgisi “yapar”.  Yaratıcısı Hugo Pratt’ın en büyük başarılarından biri olan hayalle gerçeği iç içe geçirme gücü, en nevi şahsına münhasır çizgi roman kahramanlarından Corto Maltese’nin sadece maceraları için değil kişiliği ve yaşamı için de geçerlidir yani.

    Türkiye geç tanıştı
    Dünyada okur karşısına ilk olarak 1967 yazında çıkan Corto Maltese’nin Türkiyeli okurlarla buluşması epey gecikmeli: 1999’da Dost Yayınları’nın yayımlamaya başladığı Corto’nun yaklaşık 30 macerasının ancak üçte birini Türkçe’de görebildik. Şimdi ise Alev Er çevirileriyle NTV Yayınları Corto’yu tekrar yayımlıyor. Dost’tan farklı olarak renkli ve yine Dost baskılarına göre daha küçük boy olan Corto Maltese serisinde an itibariyle toplam beş macera var, ki bunlardan bazıları tekrar çeviri bazıları ise ilk kez Türkçe’de. Şüphesiz bunlar Corto severler için şahane gelişmeler. Peki ama Corto’yu bunca özel kılan ne?

    Her şeyden önce Corto’nun “yolda olmak”la kurduğu sarsılmaz ilişkiden söz etmek gerek herhalde. Corto Maltese, Pratt’ın yarattığı eşsiz, kendine has olduğu kadar tarihî ve coğrafi düzlemlerde sıkı bir gerçeklikle iç içe olan dünyada oradan oraya sürüklenirken her ne kadar bir amacı var gibi gözükse de -ama bir define bulmak, ama bir arkadaşını aramak olsun- aslında macera arayan değil maceranın gelip kendisini bulduğu birisidir. Önemli toplumsal olayların gayet içinde olsa da (Boxer Ayaklanması, Rus-Japon Savaşı, 1. Dünya Savaşı’nın filizlenmesi, Afrika’da sömürgelerin ayaklanmaları, Enver Paşa’nın ölümü...), önemli insanlarla dostluk kursa da (Stalin, Jack London, Herman Hesse, James Joyce, Butch Cassidy...) görmüş geçirmiş denizcimiz  bunların hiçbirini gözümüze sokmaz, sadece basit bir “oradaydım” duygusu kalır geride. Aslında Corto’nun karakteri hayata karşı serin, olayları akışına bırakan ama kaderine boyun eğmeden mücadele eden, karizmasını karizma mücadelesi vermemesinden alan, tüm gösterişsizliği içinde cezbedici özellikler gösterir; “cool” kavramını dibine kadar doldurur Corto.  

    “İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değildir”
    Ama sonuçta onun etiyle, kemiğiyle bir insan olduğunu da hiçbir zaman unutmayız. Zira Corto’da iyilik verili bir değer değildir. Bir anda karşımıza çıkıveren duyarsızlığı, sadece kendi çıkarını düşünen, bencil profili ermiş, bilge denizci imajına  oturmaz. İyilik ve ahlâk konusunda aşırı derece duyarlı kahramanlar ailesinden değildir Corto; bunların göreceli şeyler olduğunu iyi bilir. Onun hayat felsefesinin “insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendisini bir yere götürmesi için Corto’yu övüp duran birisine “Bir şey yapmam için bana methiyeler düzülmesi gerekmez. Kabul ediyorum, çünkü işime geliyor” derken de, bir kavgada kurtardığı bir başkasının “Niye yaptın?” sorusuna “Doğrusu, bilmiyorum... Kim bilir belki kahramanlığa, cömertliğe inanan, soyu tükenmek üzere olan bir hanedanın son temsilcisi, yani, belki de salakların şahıyımdır!...” cevabını verirken de kendisi gibidir Corto. Oysa onun başkalarına, olan bitene aldırmaz görünmesinin arkasında kimsenin hikâyesine müdahale etmek istememesi yattığını biliriz. Zira onun zulme sessiz kaldığını, haksızlığa karşı çıkmadığını görmek de zordur. İlişkilerini kullanmayı tercih etmez; Corto’nun temel prensiplerinden biri de insanlardan yararlanmak değil onlardan mümkün olduğunca öğrenmeye çalışmaktır.

    Corto kendi sınırlarını bilen bir o kadar da dünya sırlarına vakıf birisidir.  Mütevazılığındaki bilgeliğin, hırssızlığındaki arınmışlığın ötesinde en dikkat çekici özelliği hayvanlarla-doğayla kurduğu ilişkidedir. Corto Maltese, doğanın bir parçası olarak var olduğunu sürekli hissettirir; etrafına toplanan kedilere masal anlatırken ya da bir ağacın altında uzanıp hayallere dalarken dünyayla bütünleşmişliği onu bambaşka kılar.

    Elbette bütün bunların mimarı Hugo Pratt. Corto Maltese maceralarında Pratt çizgilerinin başarısının yanında hikâyelerin özgünlüğü, kompleks yapıları sıradan çizgi roman konularına göre çok dikkat çekicidir: 10 yaşında ailesiyle Etiyopya’ya yerleşen, 20’li yaşlarının ortasında Arjantin’e göçen Pratt’ın zengin dünya görüşü Corto’ya olduğu gibi yansır.

    “Bir Tuz Denizi Şarkısı”ndan “Tuzlu Denize Balad”a

    Corto Maltese’yi Türkiye’ye siyah-beyaz tanıyanlar için NTV edisyonunun renkli–kuşe kağıda olması başta biraz yadırgatıcı gelse de buna hızla alışılıyor. Ve fakat iki edisyon arasında sadece çeviriyle ilgili değil (örneğin Dost baskısında “Bir Tuz Denizi Şarkısı” olan macera NTV baskısında “Tuzlu Denize Balad”) yapısal olarak da ciddi farklar var: Bir Tuz Denizi Şarkısı’nın başında yer alan mektup, Tuzlu Denize Balad’ta yer almayınca Corto’nun yaşlılığında günlerini yüzü denize oturur bir şekilde geçirdiğini öğrenemiyoruz. Ya da maceranın geçtiği Escondida’nın haritası NTV edisyonunda yer almıyor. Dost baskılarının girişlerinde ve bazen de sonlarında yer alan metinlerin de Corto’yu kavramakta yarattığı zenginlik NTV baskılarından edinilemiyor.

    Her durumda çizgi roman dünyasının başkalığı içinde bambaşka duran bir karakterdir Corto Maltese. Kahramanların “üst-insan” özelliklerini onda görmek mümkün değildir. Ancak tıpkı Corto gibi sahici bir merak ve keşif duygusuna sahip olanların, kendisiyle barışık olanların Corto’yla çıkacakları yolculukların insanın derinliklerine yapılan yolculuklar olacağı; Corto’nun okumayı en çok sevdiği ama hiç bitiremediği Thomas More’un Ütopya’sını onunla birlikte sürekli baştan okumaya başlayacakları kesin.

    Kıvanç Koçak (Agos Kitap/Kirk, Eylül 2012)   



    06 Mayıs 2012

    "yok yere öldürüldüler”



    Şekibe Hanım’ın gözleri doluyor hâlâ “çocukları” andıkça. “Yok yere öldürüldüler” derken, otuz iki yıldır duyduğu acının izleri beliriyor gözlerinde. “Deniz, kabına sığmayan, cıva gibi bir çocuktu. Ama o heybetli görünüşünün arkasında ince ruhlu bir çocuk vardı. Hüseyin, hep geride durmayı tercih etse de içlerindeki teorisyen oydu. Müthiş bir bilgiye, zekaya sahipti. Yusuf ise nispeten ufak tefek olmasına rağmen oldukça atılgan biriydi. Kolay kolay bir şeyden çekinmezdi. Üstelik uçak da dahil olmak üzere akla gelebilecek her türlü aracı kullanabilme gibi bir özelliği vardı.”

    Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın avukatlığını yapan Halit Çelenk’in karısı Şekibe Çelenk, Yusuf’un bir gömleğini, Sinan Cemgil’den Deniz’e kalan o meşhur parkayı saklıyor eski bir bavulun içinde. O parkaya baktıkça, “çocukları” hatırlıyor; Çelenk ailesini ziyaret edişlerini, ateşli konuşmalarını, duruşma günlerini, hapishane günlerini, idamlarını, gençliklerini... Ve bir kez daha “Yok yere öldürüldüler” diyor Şekibe Hanım, parkayı bavula koyarken... 
    (Birgün, 7.5.2004)

     
    P.S.:Birgün'de gençlik sayfasını yaptığımız zamanlar... zaten hemen akla gelen Halit Çelenk'le değil Şekibe Çelenk'le konuşmak daha iyi bir fikir gibime geliyor. Şekibe teyze biraz hasta ama yine de "Tamam" diyor. çok fazla konuşmuyor, bildik şeylerden söz ediyor. yeni bir şey yok... (zaten o yüzden söyleşi gibi değil, haber olarak veriyoruz eldeki malzemeyi). derken "Sana bende kalanları göstereyim" deyip yatak odasına gidiyor. bir bavul... bavulda Deniz'in parkası, Yusuf'un -yanlış hatırlamıyorsam mor renkli- bir gömleği... fotoğraf çekmek için salonun ortasına güzelce yayıyoruz. Şekibe teyzenin gözleri yine doluyor. ben de bir acayip oluyorum parkayı elimde tutarken. hayatın "özel günler" listesine atılmış bir büyük çizik...

    16 Nisan 2012

    "pis" Emre'ye karşı Zokora olmak...

    yanlış mı hatırlıyorum dedim, yok doğru hatırlıyorum: Treviso'ydu o takımın adı...

    sene 2001. İtalya'da Treviso'nun deplasmandaki Ternana maçında Trevisolu taraftarlar bir pankart açıyorlar: "Takımımızda siyahi oyuncu istemiyoruz!" (aç parantez ekleyelim: şehrin o dönemki belediye başkanı da, Giancarlo Gentilini; fakir güneyin yükünden kurtulmak arzusundaki, ırkçılığıyla da bilinen Kuzey Ligi Partisi'nin bir üyesi. kapa parantez) istemedikleri takımdaki Nijeryalılar. maçın trajik yönü var Treviso için, kaybedip 3. lige düşüyorlar; maçın ironik yönü var Treviso için o maçta attıkları tek golün altında ırkçı saldırılara maruz kalan Omolade gibi bir başka Nijeryalı'nın, Adeshina'nın adı yazıyor.

    ertesi hafta Trevisolu oyuncular, bu sefer kendi evlerinde sahaya çıktıklarında tribünler öylece kalakalıyor: sahadaki herkes "zenci"! Trevisolu futbolcular, arkadaşlarına yapılan saldırının altında kalmıyorlar. Omolade gollerden birinini adı. 


    Gentilini, "Küme düştükleri için utançtan boyamışlardır yüzlerini" diye pişkinlik yapadursun, ki bir ırkçının alameti farikası "pişkinliktir", Trevisolu oyuncuların yaptığı "güzel iş" silinmemek üzere orada tarihte duruyor işte.  


    bu hikaye nereden aklıma geldi: tarih, biraz böyle bir şeydir: yapılanı asla unutmaz; yapılmayanı çoklukla dikkate almaz, hatırlamaz da zaten. "bu topraklarda ırkçılık falan olmaz yeaaa" demeden, tuttuğun takımın rengine bakmadan Emre-Zokora hikayesinde bir şeyler yapanların/söyleyenlerin tarafında olmak, "yürü git lan 'pis' Emre" demek şart.

    zira gündelik hayata böyle çaktırmadan sızan ırkçılık bu toprakların damarlarında o kadar usul usul, o kadar derinlerden akıyor ki, aslında capcanlıyken olmayan bir şey sanılıyor. tarihine bakmak zor geliyorsa, etrafına biraz daha bu gözle bak neler neler göreceksin...  


    akademik olsun, doğru söz olsun, Archetti&Romero'nun şu tespitini kat'a unutmayacaksın işte: “Futbol sahici bir sosyal gerçeklikle, kendince bir bağ kurar. Futbol içi bağlamlarda meydana gelen hareket ve olaylar, daha geniş bir sosyokültürel sürecin aynasından ibaret olarak değil, bir toplumun, kendi merkezindeki ahlaki, siyasi ve varoluşa dair meseleleri ortaya koyma sürecinin bir parçası gibi değerlendirilmelidir.”

    06 Şubat 2012

    “SPORUN BALZAC’I”NI ANMAK…


    “SPORUN BALZAC’I”NI ANMAK…

    Çok net, çok açık: Onun gibi yazan yoktu, yok, büyük ihtimalle olmayacak da. Sayısız taklidi var; kendi kuşağından, biraz mürekkep yalamış yeni nesilden ama onun üslubunun kıyısına yanaşan ya hemen sonraki yazısında yine denizin ortasına dönmüş oluyor ya da o elbise üzerine zaten bol geldiğinden çırpınıp duruyor. Çünkü onun koca koca harflerle doldurduğu sayfalara eliyle yazdığı yazıların arkasında (“İmzalı yazılarımın teki bile daktiloyla yazılmış değildir. Elle yazarım. Çünkü elle yazıldığında üçüncü, dördüncü kelimeden sonra, buraya hangi kelimeyi koyarım diye, bana bir düşünme payı kalır. Bu, makineyle olmuyor…”), sadece bir kalem erbaplığı değil tam bir “çelebilik”, kültürel donanımı tam bir beyin vardı. Arnavutluk aristokrasinden bir aileye mensup olmanın getirisidir bu belki bir yanıyla ama işte tam da o aristokratlığını halk adamlığıyla yoğurmuş olmasıdır onun kafasını farklı yapan.

    1932’de Tiran’da doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nda işgal güçlerine karşı savaşan komünistlerin lideri Enver Hoca’nın ülkenin de lideri olup Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’ni kurmasından sonra kraliyet mensuplarının yaşadığı korkuya kapılan ailesiyle birlikte İstanbul’a göçtüler. Bir süre Galatasaray Lisesi’nde okudu, daha sonra Vefa Lisesi’ne geçti. Bir yandan da amatör olarak futbol oynuyordu. 1950’li yılların ilk yarısında İstanbul’un ünlü amatör takımlarından Çapa’da sürekli forma giymeye başlamıştı. Sol ayaklıydı! Hatta bir “efsaneye” göre Tercüman gibi bir gazetede çalışırken bile, Mao öldüğünde tek başına saygı duruşunda bulunacak kadar solcuydu!

    1957’de Günlük Spor gazetesinde başladığı yazarlık kariyerini, Son Havadis, Türkiye Spor, Yeni İstanbul, Akşam, Tercüman ve Milliyet gazetelerinde sürdürdü. 44 yıllık gazetecilik yaşamında, birçok kurumdan 26 ödül aldı. Yazarken mümkün olduğunca saha içine hapsolmamaya gayret etti. Üstelik bunu, öyle böyle değil, “şahane” başardı. Atilla Gökçe’nin “Futbolun Ölümü”nün önsözünde dediği gibi, “Spor alanından yola çıkarak yedi iklimin bin bahçesinden çiçekler derleyip son noktada elinize tutuşturuyordu… Sözcükler, belki hiçbir sözlükte bulunmayan ama mutlaka okuyucusunu bulan yepyeni anlamlarla kodlanarak ulaşıyordu size…” Baba Hakkı’nın (Hakkı Yeten) onun için “Sporun Balzac’ı” demesi, Süleyman Seba’nın “Arnavut Prensi” yakıştırması hiç de boşa değildi yani.

    Boşa değildi zira, yaptığı işe duyduğu saygıyı kültürel birikimiyle harmanlayan, edebiyat denizinde kulaç atmayı seven, eşsiz benzetmeleriyle insanın damağında bir spor/futbol yazısı değil harika bir romandan bir pasaj okuyormuş hissi uyandıran bir stili vardı. Tanıl Bora-Ümit Kıvanç ikilisinin yine “Futbolun Ölümü”ndeki yazısından alalım: “… spor yazarlığının hikâye anlatmakla nasıl iç içe geçebileceğini sezmiş, hızla gözünün önünden geçen bir sporcunun bacaklarındaki ritmin, bir futbol takımının topluca nefes alıp verişinin, topun ayrı ayrı insanlarla kurduğu ilişkilerin varlığının farkına varmış, bunları anlatmaya çalışan bir insandı. Futbolcunun, takımın, maçın, hatta bir enstantanenin ‘ruhunun’ peşindeydi… her zaman sporun içindeki insanı arıyordu.” Kimseye öykündüğü için değil, öyle olduğu için başkaydı İslam Çupi…

    06 Şubat 2001’de İstanbul’da hayatını kaybettiğinde memleket spor yazarlığında bir perde kapandı. Hoş, belki de tek oyuncusunun zaten yine kendisi olduğu bir senaryoydu İslam Çupi’ninki ama her durumda futboldaki saçma sapanlıkların, onların gazetelere yansımasının ötesini görmek isteyenler için izlenebilecek en nefis oyundu.

    İşte bu yüzden herkesin adını bildiği ama yazılarını neredeyse hiç bilmediği bir yazardır İslam Çupi. Çünkü onun yazılarındaki nefaset, her satırından damlayan birikim, sakınmasız bir Fenerbahçeli olmasına rağmen sahanın tamamına bakabilme becerisi bugünün haldır huldur, sadece sonuca, başarıya odaklı futbolunda bir şey ifade etmiyor.

    Çok net, çok açık: Barış Karacasu’yla birlikte yazılarından derlediğimiz “Futbolun Ölümü”nün de, “Olaylar Sağ Bekin Lahana Dolmasını Yemesiyle Başladı”nın da aradan geçen bunca zamana rağmen neredeyse 1000 tane satmamış olması İslam Çupi’nin değil, memleketin ayıbıdır. İslam Çupi’nin olsa olsa onuru olur…
    ----------------
    hayatta "ne iyi oldu da yaptım" dediğim işlerden birisidir İslam Çupi'nin yazılarını derlemek (üçüncü ciltte Barış koşmaya devam etti, ben bayrağı Yavuz'a devrettim). Barış'la birlikte Milliyet'in Ankara bürosunun bodrumundaki eski gazeteleri karıştırırken, Meclis Kütüphanesi'ndeki görevlilerle epey içli dışlı olurken, Milli Kütüphane'nin kaç yıldır girilmemiş gibi gözüken dehlizlerinde dolanırken "nereden bulaştık bu işe" düşüncesi, en azından benim kafamdan hiç geçmedi. çünkü iyi bir şey yapmanın ötesinde, aslında kendimiz için bir şey yaptığımızı düşünüyordum: hem kalem erbaplığı konusunda, hem futbolu sevme biçimi konusunda, hem de her şeyin ve hiçbir şeyin futbolla alakası konusunda. yüz yazısından en az 80'i edebiyat içeren Çupi, Fenerli olduğunu hiç saklamaz, zaman zaman Fener-mania'ya yenik düşer ama onun kaleminde her türlü rengin ötesinde futbolu sahiden seven bir adamı görürsün; üstelik lahana dolmasından abajura her şeyi futbola getirip bağlayabilir...

    bu yazıyı vaktiyle ntvspor'a yazmışım. demişim ya işte, herkesin adını bildiği ama yazılarını neredeyse hiç bilmediği bir yazar olsa da "Arnavut prensi" kimseye öykündüğü için değil, öyle olduğu için başkadır...

    kitapları

    20 Ocak 2012

    futbolcunun kaderi yoldur


    geçenlerde Keşanspor'un yaptığı kazadan sonra aklıma geldi 2005'te Birgün'e yazdığım bu yazı. aradım taradım, buldum. Samsunspor'un 20 Ocak 1989'da geçirdiği kazayı düşünerek yazmışım esasen ama neticede futbolcular yollarda olmaya devam ettikleri sürece güncelliği vardır...

    ------------------------------
    FUTBOLCUNUN KADERİ YOLDUR

    Üzerinde neredeyse hiç durulmamış bir konu değil mi; futbolcu-yol ilişkisi, futbolcunun yolla ilişkisi! Oysa futbolcu çoğu zaman gidendir. Duran değildir. Kalan değildir. Kalan olduğu zaman “bayrak” olur; “bayrak futbolcu” olur. Lâkin, bayrak futbolcu dahi günün birinde takımı bırakıp gitmek zorunda kalır. Hatırlayan ya olur, ya olmaz…

    Futbolcunun kaderi yoldur. Her futbolcu kalmak ister ama öyle ya da böyle o yola çıkılacak, o başka yerlere gidilecektir. Kaçarı yoktur ki: Bir takım, bütün maçlarını kendi evinde oynayamaz! Üstelik yol, deplasman kavramı ortaya çıkmadan önce de vardır, sonra da olacaktır.

    Ulaşım araçları futbolcunun ikinci evi falan değildir. Ulaşım araçları, futbolcunun azabıdır. Uçak hızlısıdır, konforlusudur. En cafcaflısı, belki en afilisidir. En rahatıdır. Ama uçağın bile o kadar da kısaltamayacağı yollar çıkabilir futbolcunun karşısına. Gemi, bir zamanların Dünya Kupalarına katılma aracıdır; güvertelerinde antrenmanların yapıldığı. Ama sadece bir zamanlar… Deplasmana gitmek için gemi kullanan takım var mı artık? Sicilya’nın burnundaki pembe-siyah Palermo’ya nasıl gider mesela İtalyan takımları? Gemi öyledir de peki tren? Deplasmana trenle gitse bir takım, uğurlansa garlardan… Diğer yandan bir şehre trenle girmek, içinden tren geçen bir şehre bakmak; biraz, az da olsa, kendine de bakmaktır. Otobüs ise artık vazgeçilmezdir. Garip, çok da izah edilemez bir mesafe sokar yolla, giden arasına. Otobüs artık futbolcunun vazgeçilmezidir. Futbolcunun “ruhi yorgunluğu”dur.

    Her durumda futbolcu çokluk yolla hemhal olmamıştır. Olduğu yerde uzun kalmak ister. Giderse, gidebilirse, yine yolu düşünmek istemez. Yine yola çıkmak istemez. Ama yol, çağırır. Belki de çağıran, futbolcunun futbolcu olurken yaptığı seçimdir; bizzat futbolcu olmak halidir: Bir takım, birçok maçını deplasmanda oynayacaktır!


    Futbolcunun kaderi çokluk yoldadır. Futbolcu yol üzerine düşünür mü, bilinmez. “Yol üzerine düşünmek gerekli midir?”, bu da sorulabilir. Yola çıkan yolu mu düşünmeli, varacağı yeri mi, hiçbirini mi?...
    ***
    “Samsunspor tarihinde acı dolu anılar da bulunmaktadır. 1989 yılında yaşanan bir trafik kazası bunun en büyük örneğidir. Samsunspor kafilesi 20 Ocak 1989 tarihinde Malatyaspor-Samsunspor 1.Lig maçına giderken Havza ilçesinde kafileyi taşıyan kulüp otobüsü bir kamyonla çarpıştı. Kaza sonucunda teknik direktörümüz Nuri Asan ile futbolcularımız Mete Adanır, Muzaffer Badaloğlu ile Tomiç Zoran, otobüs şoförü Asım Özkan hayatını kaybetti. Bu acı kazada Yüksel Özan, Emin Kar, Erol Dinler, Şanver Öymen, Kasım Çıkla ile Yüksel Öğüten, malzemecimiz Halil Albayrak ağır şekilde yaralandı. Emin Kar, Erol Dinler ve Yüksel Öğüten futbola veda etti.

    Bu trafik kazasından dolayı Samsunspor 1. Lig'de 1988-1989 futbol sezonuna devam edemedi. 1989-1990 futbol sezonunda yeniden 1. Lig'de oynamaya başlayan Samsunspor kadrosunun dağılması nedeniyle başarılı olamadı ve 2. Lig'e düştü. Bu trafik kazasından sonra Kırmızı Beyaz olan forma renklerine bir de kazanın sembolü olan Siyah renk eklenerek kulübün renkleri Kırmızı, Beyaz ve Siyah olmuştur”. (www.samsun1965.com’dan)
    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...