25 Aralık 2009

corvus... karga yani...

kargalara olan sevgimi hiç saklamadım. çok severim. favori üç kuşumun ilk sırasındadırlar zaten (ötekiler serçe, martı). üzerlerine okuyunca insanın daha da hayran olmaması işten değildir kargaya. sosyaldirler, kabile halinde yaşarlar, kendilerinden olana saldırılınca bir araya gelirler, kindardırlar, unutmazlar, hatırlar... üstelik hayvanlar aleminin gizli zekisidirler (la fontaine'in o denyo masalına inanmayın); alet edevat kullanma becerileri şempanzelerle yarışır.

haber şu:
"Fatih’teki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne 150 metre uzaklıktaki Hocaüveyz Mahallesi’nde, 10 günde 30’dan fazla karga ölüsü bulundu.

Karga ölülerinde saçma izlerine rastlanması mahallede tüfekli birinin sistemli olarak karga avladığı görüşünü güçlendirdi... Mahalleliye göre çoğunlukla Kocasinan Caddesi’ndeki Koca Korkut Otoparkı’nda bulunan ölü kargalar, çevrede oturan biri tarafından av tüfeği ya da saçma atan havalı tüfekle öldürülüyor... Hayvan haklarını savunan derneklere başvurduklarını belirten su bayii Arif Taşar, “Polisten yardım istedik ama bize kargaları öldürenin nereden ateş ettiğini ve eşgalini sordu. ‘Bilmiyoruz’ deyince de ‘Yapabileceğimiz bir şey yok’ dedi” diye konuştu."


o havalı tüfeği sıkan dallama kargaları tanımıyor burası kesin. zira şahsen onları tanımlamak gerekse şöyle derim: "karga, kendisine çarpan arabanın plakasını alan hayvandır." üstelik mitolojide derler ki, ruhları cehenneme götürme işi de onlarındır...

hasılı, karga kanını yerde bırakmaz. bunu bilir, bunu söylerim...

18 Aralık 2009

bedduadır



"annesine yaramazlık yaptığı için allah taş etmiş, tövbe etsin diye de ellerini dışarda bırakmış". eso'nun benimle yarı dalga geçmek yarı "anneye yaramazlık yapılmaz" demek için uydurduğu bu hikaye sıhhiye parkı'nda durur. o parktan ne zaman geçsem aklıma gelir, o heykeli ne zaman görsem aklıma gelir.

dün işçileri bu soğukta, yağmurda, çamurda "provokasyon olacak" diye suya döken, ellerindeki gazı böcek ilacı sıkar gibi insanların üstüne sıkan bilumum polis zevatının yerin dibine geçip mümkünse toprağın dışında da bir şeylerinin kalmamasını diliyorum. bunu tüm o suya dökülen, gazlanan adamların-kadınların ahlarıyla, okudukları belalarla diliyorum. bedduanın hepsine tutma ihtimali zayıf ama birisinde bile işe yarasa yeter.

metafizikten medet ummak bazen yersiz değildir...

11 Aralık 2009

batistuta'nın montu



ben daha PAF takımı oyuncusuyken, pek kıymetli Yiğiter abinin (ne muhterem bir insandır, var olsun) beni usul usul A takıma adapte ederken çıkardığı maçlardan birisiydi Gabriel Omer'in hikayesi. "şu yazıyı da fakslayayım bak, yazarken kullanırsın" dediği gün evden pederin büroya nasıl gittiğimi hâlâ hatırlarım (koskoca Yiğiter abi bana iş vermiş zira). o yazı, en severek yazdığım yazılardan birisi olarak durur (heyhat kopyası yok, bir sürü başka yazı gibi). zira o zaman da şimdi durduğum yerdeydim: sevdiğim, bağlandığım ne varsa hayatta ama şimdi ama sonra bir şekilde yazacağım (birçoğunu da becerdim, şükür. ama hala bir uludağ gazoz yazısı eksikliği hissederim mesela).

şimdi düşününce Fiorentina'yı mı önce sevmeye başladım Batistuta'yı mı emin olamıyorum. ama sanırım ikisi birbirini kuvvetlendirdi. Batistuta'nın futbolculuğuna zaten laf söyleyecek yoktur; Fiorentina'dan Roma'ya transfer olup eski takımına gol attıktan sonra ağlaması da gönül köşkümüzde yükseklerde bir yer bulması için yeter sebeptir (ki, takım küme düştüğü sezon Floransa'yı bırakmayışı apayrı bir hikaye zaten).



şansla mı demeli, kosmosun oyunuyla mı bilemem artık ama dünden beri, bir mont almak üzere dolanıp dururken bir anda karşıma çıkıveren Batistuta'nın kreasyonundan bir montum var. bu vesileyle kendisinin moda işine girdiğini öğrenmiş olduk. heyhat, hemen hiçbir yerde ayrıntı yok.

özetle, hayatta bir takım adamların-kadınların-şeylerin meftunu olmakta bir beis yok. benim bunlardan bir miktar var zaten. şimdi bir de Batistuta montum oldu ki (Türkiye'de buluvermek!), daha ne isterim. hele ki aldığım en güzel yeni yıl hediyelerinden biriyse...

02 Aralık 2009

elma



ilk elmamı ne zaman yedim hatırlamıyorum. ama bildiğim, ilkokul boyunca beslenme çantamda bir elmanın sürekli olduğu. severim elmayı. kırmızısını ama. beyazından hoşlanmam. kırmızısının da mayhoş olanına ayrı bir hissiyatım vardır, her zaman yeme arzusu taşımasam da.

dün, gecenin bir yarısı, ikimiz de kendi dünyamızda (ben filmde, o bilgisayar başında), İnanç'la elma yerken onun yiyişine, kendi yiyişime baktım. sonra düşündüm, en iyi elma yeme biçiminin kendiminki olduğunu her yerde, her koşulda savunabilirim (önce ortadan bir yuvarlak oluşturacak şekilde ısırıklar -dikkat, bu aşamada kesinlikle dik tutulmayacak elma, baş ve işaret parmakları arasında döndürülecek-, sonra dik konuma getirilerek önce alt tarafı sonra saplı kısmı yukarıdan aşağı dişlemek suretiyle yenilecek. son olarak tekrar döndürme pozisyonunda çekirdekli bölgeye ulaşılıncaya kadar kemirilecek, herhangi bir kırılmaya izin vermeden iskelet halinde bırakılacak) ama işte beri yandan İnanç'ın hiç de benim yediğim gibi yemediğini, iskelet oluşturmaya dikkat etmediğini, döndürerek yemediğini gördüm.

dün gece hiç ses etmeden seyrettim, ama bir daha denk gelince "sen nasıl yiyorsun bu elmayı" diye soracağım. o zaman, ilk önce "ne diyon sen ya" diyecek, ama bir yandan da düşünecek "nasıl yiyorum ben bu elmayı" diye. ben tabii öyle yenmeyeceğini söyleyeceğim. o tabii, "töbe töbeee, sen manyaksın" diyecek. ama elmayla kısa bir süre için de olsa farklı bir ilişki kurmuş olacak.

hasılı, "her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır" diyen atalar, milletin elma yiyişini gözlememişler herhalde. ben her durumda en iyi elma yeme şeklinin kendiminki olduğunu düşünüyorum. ama bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olduğunu çok daha önceden öğrenmiştim:

"Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir: Masanın üstündeki elmayı bir an olsun görebilmek için boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir de, elmayı alıp yanındaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü." - Kafka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...