26 Temmuz 2010

ayasofya derler bir muazzam yapı...

Ayasofya üzerine düşünmek biraz da insan üzerine düşünmek aslında. hem şimdiki insan hem o zamanki insan üzerine, algının sınırları üzerine... yapıldığı tarihten itibaren neredeyse bin yıl boyunca dünyanın en büyük katedrali olmuş Ayasofya. bu, şu demek: yolu Sultanahmet'e düşen herhangi bir faninin, büyük ihtimal, görüp görebileceği en heybetli yapıymış.

şimdiki algımızda koca koca binalar var, gökdelenler var, toplukonutlar, rezidanslar var, hiç yoksa Eyfel Kulesi var, onu bırak Atakule var yahu (angaralı damarı)... onlardan da geçersen Örümcek Adam'lar, Batman'ler, Süpermen'ler var binaların üstünde gezinen...


Mustafa bin Celal'in, namı diğer "Koca Nişancı" Celalzade'nin Tabakat ül-memalik'iyle [13.] uğraşıp dururken aklımın bir köşesinden hep geçiyordu bu, bugün Kaya'yla konuşurken iyice netleşti: bu adamların bir zamanlar tam da benim şimdi çalıştığım yerde ve civarında bir hayatları vardı: Ayasofya'ya bakıp bakıp "ulan gavur yapmış" derlerdi büyük ihtimal, bu devasa yapının karşısında kendi küçüklüklerini fark ederlerdi ya da etmezlerdi (ama akıllarından bir Batman, bir Süpermen de geçmezdi herhalde), Sultanahmet'e kafa çevirip Mimar Sinan hakkında dedikodu yaparlardı, hiçbir tarih kitabında yazmayan gündelik dertleri, hayat gaileleri, sohbetleri, şakaları vardı... hatta sadece onların değil, Ayasofya'yı yaptıranın da yapanların da...

tarih, bir tür oyuncak... neresinden, nasıl tutacağını bildin mi, hayır, lise Tarih I'in ilk paragraflarında yazdığı gibi "nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz"un cevabını tam olarak asla bulamadığın ama evet, çok eğlenebileceğin, gözünü, gönlünü açabilecek bir şey... Ayasofya üzerine düşünmek biraz da insan üzerine düşünmek işte; insanın küçüklüğüne, büyüklüğüne, sonluluğuna, sonsuzluğuna, gelmişine, geleceğine dair düşünmek...


ps. meraklısı şuna da bakabilir: Ayasofya'nın Yapılış Efsanesi

12 Temmuz 2010

Bir Milli Takım Yaratmak...

olayların gelişimi:
- Galatasaray, sessiz ve derinden iyi bir transfer yaptı: Lorik Cana.
- mishi bey kardeşimiz Kosova'ya gitmiş.
- onunla laflarken aklıma vakti zamanında, daha ülke bağımsızlığını ilan etmemişken ntvspor'a yazdığım Kosova Milli Takımı yazısı geldi. ntvspor değişirken, eskiye dair her şeyi geride bırakmış, sağolsun, link uçmuş. fakat bir blogçu arkadaş o zamanlar yazıyı almış, bloguna koymuş. mishi bey kardeşimiz, "bunu kendi bloguna da koy Lorik üzerinden" falan deyince "kafama yattı, hoşuma da gitti" (bkz. Tugay Kerimoğlu)
- yazının orijinalini bilgisayardan buldum (daha sonra Tam Saha için güncellemiştim bunu ama o yok ortada). dolayısıyla bu, 16 Şubat 2008'de bitmiş hali. artık takımın yeni bir hocası var, yaptıkları maç sayısı da benim yazıdan beri 3-4 artmış.
- Lorik kardeşimiz, her ne kadar Kosova Milli Takımı'nı seçmemişse de iyi topçudur, sıkı adamdır. kolundaki dövmede yazan "Iliria", bugünkü Arnavutların geldiklerine inandıkları bölgenin/tarihsel halkın adıdır.

- bağlamı da sağladığımıza göre bu yazıyı da bloga koyalım; elde duracağına bizde dursun. gerçi "şunu da yazdık, bunu da yazdık" halinden hoşlanmıyorum ama kayıt altına almak iyidir. hem kupa da bitti, futbola verdiğimiz nispi ağırlık da sonra erer usuldan...

BİR MİLLİ TAKIM YARATMAK…
Sırbistan’daki Kosova özerk yönetiminin girdiği bağımsızlık yolunun, dünyanın son bağımsız devletinin ilanıyla noktalanmasına pek bir şey kalmadı. Yani zaman, geçmişin kanlı kalemini tutma zamanı değil; bir halk bağımsızlığını ilan etmek, kendi devletini kurmak üzere. Kosova Başbakanı eski UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) gerillası Haşim Taçi, 17 Şubat’ta bağımsızlıklarını ilan edeceklerini açıkladı. Artık Kosova’nın da bir milli marşı, bir bayrağı olacak. Bir milli takımları ise zaten var!

1946’da kurulan Kosova Futbol Federasyonu’nun 2006 yazında milli takım oluşturma kararı alması üzerine milli takım teknik direktörlüğüne getirilen Edmond Rugova, Kosovalı bir Arnavut. Eski futbolcu Rugova; Agim Cana, Fenerbahçe’de de oynayan Fadıl Vokri, Fadıl Muriqi gibi futbolcularla birlikte KF Priştina takımının yıldız isimlerinden birisiydi. Uzun zaman Amerika’da yaşayan, Cosmos ve Kansas City’de oynayan Rugova, milli takımın oluşturulması çalışmaları üzerine Kosova’ya dönmekte tereddüt etmedi. Ancak en temel derdi, bağımsız bir devlet olmadığı için FIFA ya da UEFA nezdinde temsil edilemeyen Kosova’nın ancak dostluk maçları yapabilmesiydi.

Resmi olmayan ilk maçını 1993’te Arnavutluk’a karşı oynayan Kosova milli takımı, bağımsız bir ülkesi olmasa da resmi bir milli takım olarak sahaya ilk kez Ankara’da çıktı. 15 Haziran 2007’de Suudi Arabistan’a karşı oynanan maçı 1-0 kazandılar. Şimdilik oynadıkları son maç da o zaten. Kosova’da futbolun seyrinin geçmişine dair ise ferah ferah konuşmak ne yazık ki pek mümkün değil.

YASAKLAR, ÖLÜMLER…
Yugoslav Birinci Ligi takımlarından olan FC Priştina’nın 1989’da Proleter Zrenjanin (şimdilerdeki adıyla Banat Zrenjanin) ile yaptığı bir maçın sonunda çıkan karışıklıkta sahaya dalan Sırp polisi, 30 bin taraftarın önünde Kosovalı futbolcuları dövmeye başladı. Sıradan bir arbededen söz etmiyoruz, en basitinden Priştina kaptanı Gani Llapashtica’nın bacağının kırıldığı bir dayaktan söz ediyoruz! Aynı maçta birçok Kosovalı taraftar da gözaltına alındı, kötü muameleye maruz kaldı. Bu maçın/olayın bir dönüm noktası olduğu az çok belliydi aslında, zira hemen ardından önce Priştina’nın iç saha maçlarına daha sonra ülkedeki hemen hemen tüm statlara Kosovalı taraftarlar, üstelik sadece onlar değil Kosovalı sporcular da alınmamaya başlandı. Kuşkusuz işin arka planında bir direniş simgesi olmak motivasyonu daha baskındır ama Kosovalıların futbol sevgisi işi Sırpların ulaşamayacağı yerlere taşımaya götürdü.

Kosovalı gazeteci Driton Latifi’ye bırakalım sözü: “El altından malzemeleri temin eden Kosovalı futbolcular, Kosova Ligi’ni organize ettiler. Tutuklamalara, dayaklara, mahkeme kararlarına, Sırp polisinin maçları durdurmasına artık alışmışlardı. Birçok maç durduruldu, çok azında 90 dakikanın sonunda kazanmanın mutluluğu yaşanabildi. Maç takvimi ve oynanacak yerler son ana kadar gizli tutuluyordu, o kadar ki bazen biz gazeteciler bile maçları kaçırıyorduk. Takımlarını sadece Sırplardan oluşturan ekiplerin maçlarını sadece oyuncuların birkaç arkadaşı seyrederken; gizli yerlerde yapılan karşılaşmaları taşların, ağaçların üstünden, maçı izleyebilecekleri herhangi bir yerden seyreden 10 bin kişiye yakın izleyici görmek mümkündü.”

Sadece yasaklamalar değil, ölümler de Kosova futbol tarihinde duruyor: Prizren’deki şehir stadına adı verilen Perparim Taçi gibi birçok futbolcu, yüzlerce Kosovalı sporcu Sırp paramiliter güçlerin elinde hayatlarını kaybetti ya da kendilerinden bir daha haber alınamadı.

KOSOVA DOĞUMLULAR MİLLİ TAKIMA
Lafı uzatmayalım Kosovalılar, futbol oynadıkları için “terörist” ilan edildikleri bir noktadan buraya geldiler. Bağımsızlığın ilanından sonra artık Rugova’nın uluslararası turnuvalarda kendini gösterebilecek bir takımı söz konusu olacak. Lorik Cana (Marsilya), Besnik Hasi (Cercle Brugge), Besart Berisha (Burnley), Mehmet Dragusha (Elversberg) gibi Arnavutluk milli takımında; Valon Behrami (Lazio) gibi İsviçre milli takımında; Shefki Kuqi (Fulham) gibi Finlandiya milli takımında oynayan Kosova doğumlu futbolcular kabul etmeleri halinde -FIFA’nın da oluruyla- Kosova milli forması giyebilecekler. Rugova, meselenin “milliyetçilik meselesi değil Kosovalı olmak meselesi” olduğunun altını kalın kalın çiziyor. Nitekim yine eski bir Fenerbahçeli olan Nikola Lazetic (Torino) ve Jovan Tanasijevic’i (Dinamo Moskova) de Sırp olmalarına rağmen, onlar kabul etmese de, milli takıma davet etti.

Sonuçta Kosovalılar, bayrağın kabul edilmesiyle birlikte muhtemelen şimdiye kadar giydikleri kırmızı-siyah formayı bırakacaklar; vize alamama gibi sorunları bitecek. Fakat şurası kesin ki, attıkları her golde, kazandıkları her maçta hayatlarını kaybeden sporculara, kardeşlerine, akrabalarına, arkadaşlarına da bir selam göndermiş olacaklar…

09 Temmuz 2010

hayalet meslek


biraz iş konuşalım... "mağazamız görünür-görünmez güvenlik sistemleriyle korunmaktadır"... bu acayip uyarı levhasından payımıza düşen kısım görünür-görünmezlik. ya da daha şık bir tanımlamayla "hayalet meslek": kimse seni görmez, çoğu kişi sana inanmaz, görenler ürker (yeni Dostoyevski olduğunu iddia edenlerin hayallerini yıkmak kolay iş değildir), "nerden çıktı bu yaa" der ama iş işte...

editörlük bir zanaat; ustanın yanında öğrenmek gerekir, mesai harcamak gerekir, çalışmak gerekir, disiplin gerekir, el ustalığı gerekir. öğrenmek sadece görmekle olmaz, hissetmek farzdır; mesai harcamak, çalışmak sadece önüne gelen metinle olmaz dünyayla teşrik-i mesaide bulunmak şarttır; disiplin sadece dışta olmaz, içte de obsesif kompulsif bozukluk düzeyine erişmek olmazsa olmazlardandır; el ustalığı sadece "şu kelime böyle yazılıyor"u bilmekle olmaz, misal bir paragrafı nereden nereye taşırsan daha anlamlı olacağını hissetmek zaruridir.

bütün bunları yapmak da yetmez, birtakım şişkin yazar egolarıyla baş edebilmek için tam olarak terbiye edilmiş bir ego, diplomatik ilişkinin kitabını yeniden yazmak da gerekir. üstelik afiş kavgasında yerinin olmayacağını bilerek: istediğin kadar cümle düzelt, redaksiyon, tashih yap kitabı yazar yazmıştır, sen değil! hayaletsin sen hayalet kalacaksın.

yayınevine staja gelenlere önce şunu okuturuz: "Editör Kimdir, Eserleri Nelerdir?" okuduklarından ne anlarlar orası muamma tabii ama işte bilhassa kitap okumayı seven, kitapları en azından sevdiğini sanan, "editör olcam bennn" diye ortalıkta dolaşan, bunu bir marka değeri olarak kullanma hevesindeki genç arkadaşların hayallerindeki havalı mesleğin içi epey karmaşıktır.

03 Temmuz 2010

penaltı: bir düello, bir yüzleşme anı…

blog futbol blogu falan değil, öyle olmasın da isterim. eski-yeni yazıları yayımlama yeri de değil, öyle de olmasın istiyorum (yazılar için ayrı blog mu açmalı yoksa? bugüne kadar kaç yazı yazdım sahi?). beri yandan işte öyle şeyler oluyor ki, "ben bunu yazmamış mıydım yahu" diyorum, dönüp bakıyorum, sahiden de öyle. hal böyleyken buraya koyup tekrar tedavüle sunmak, az çok hissiyatımı anlattığı için manalı.

word kayıtları, bu yazıyı 21 Eylül 2004'te yazdığımı söylüyor. mecra Birgün'dü. Hakan Şükür'ün kaçırdığı bir penaltı üzerine yazdığımı da hatırlıyorum, bakınca onu da netleştirdim: "19 Eylül 2004/ Beşiktaş-Galatasaray maçının 57. dakikasında sarı-kırmızılı takım penaltı kazandı. Hakan Şükür topu direğe nişanladı, maç 0-0 bitti."

"Uruguay'a karşı temdit penaltısını kaçıran Gyan kardeşimiz golü atsaydı..." artık hepsi boş laf işte... penaltı bir düello işte...

---------
PENALTI: BİR DÜELLO, BİR YÜZLEŞME ANI…

7 metre 32 santimetreyi bir anda gözünüzün önüne getirebilir misiniz? 2 metre 44 santimi? 11 metreyi? Kuşkusuz pek zor. Öyleyse biraz yardımcı olalım; futbol kale direklerini düşünmek daha kolay olsa gerek! Futbol oyun kurallarına göre direkler arasındaki mesafe içten 7.32 metre, üst direğin alt kenarının yerden yüksekliği 2.44 metre. Her iki direkle üst direk, en çok 12 cm ve aynı kalınlıkta olmalı. 11 metre ise penaltı noktasının kale çizgisine uzaklığı.

Penaltı, seyredenler için her zaman kolay gözükür. 11 metreden, neredeyse 8 metrelik devasa kaleye topu sokmak mesele değilmiş gibi gelir. Tam da bu yüzden penaltıyı “tutan” kahraman olurken, “atamayan” için dünya kararır. Oysa atan da, tutan da yalnızdır penaltı anında…


***
İrlandalı bir kaleci, William McCrum; kalenin uzağında, gollük pozisyon yaratması düşünülemeyecek bir noktada yapılan faullerle, kaleye çok yakın noktalarda yapılan faullerin aynı şekilde değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Hemen hemen bir yıl süren mücadelesinin ardından, ceza sahası içinde yapılan faullerin sadece bir oyuncunun ve kalecinin birbirlerine 11 metre uzaklıkta karşı karşıya kalacakları penaltı kuralı ile cezalandırılmasına karar verildi.

1891’de, bir Aston Villa-Stoke City maçında, tarihe geçecek an yaşanır: Stoke, Villa karşısında 1-0 yenik oynamaktadır, maçın bitimine iki dakika kala hakem tarihin ilk penaltı kararını verir. İtirazlar, tartışmalar (elbette penaltıya itiraz ilk penaltı kararıyla başlamıştır)… Bu sırada topu kapan Aston Villa kalecisi, topu saha dışındaki ağaçların arasına atar. Bitime sadece iki dakika kalmıştır ve o zaman henüz “duraklama dakikalarını oynatmak” kuralı yoktur! Hakem saatine bakar, top aranır, hakem bakar, top aranır... Lâkin, hayır, bulunamaz ve böylece tarihteki ilk penaltı atışı yapılamamış olur! “Temdit penaltısı” denen, maç bitmiş olsa da penaltının atılacağı kuralı da böyle doğmuş olur.

Türkiye liglerinin ilk penaltısı da gol getirmemiştir. 25 Şubat 1959’da Karagümrük-Vefa maçında, Karagümrüklü Kadri’nin kullandığı penaltı Vefa kalecisi Baskın tarafından kurtarılır. 15 Mart’ta ise Fenerli Lefter, penaltı atışını Beykoz ağlarına yollayınca Türkiye liglerini ilk penaltı golünü atmış olur.
***
Futbolun büyük heyecanlarından birisidir penaltı. Devasa bir kale önünde karşı karşıya durmuş iki kişi. Bir tür düeollodur aslında olan biten; on binlerce, milyonlarca seyircinin gözlerinin önünde yaşanan. Penaltı anlarında iki futbolcunun da üzerinde büyük baskı vardır elbette. Her ne kadar Peter Handke, o pek güzel kitabına “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi” adını vermişse de, penaltıyı atacak oyuncu da ondan daha az endişeli değildir. Aslına bakılırsa oyun içinde yeterince “yalnız kalan” kaleci (ki bu apayrı bir yazı konusudur kuşkusuz), çok daha güçlüdür atıcıya göre penaltı anında. Çünkü diğer takım arkadaşlarından çok daha fazla o bilir, tek başınalığın ne demek olduğunu. Atan ise belki de ilk defa kendi kendisiyle kalmıştır. Dolu bir stat, karşısında topa her an atlamaya hazır bir kedi-adam, 11 metre, 7 metre, 12 santim kalınlık…. Penaltı için “seçilmiş kişi”, öyle bir boşluk içine düşer ki! Zaman geçer mi geçmez mi bilinmez ama topa en soğukkanlı şekilde gelen atıcıların bile içlerinde hissettikleri bir ürperti vardır. Bunu bırakın profesyonel oyuncuları, iddialı mahalle maçlarında penaltı atanlar bile bilir...
***
Penaltı bir boşluk, bir yüzleşme anıdır. Kendinle, yalnızlığınla ve belki de tüm statla. Kaçmıştır, kaçacaktır, kurtarılmıştır, kurtarılacaktır, o 12 santimlik kalınlığa çarpmıştır, çarpacaktır. Adınızın Hakan Şükür, David Beckham ya da Roberto Baggio olmasının bir önemi yoktur.

02 Temmuz 2010

onu seviyoruz

bu yazıyı Trabzonspor dergisinin son sayısı için yazmıştım. şöyle bir diyaloğunu görünce yazıyı buraya koymaya da karar verdim:

"muhabir vuvuzelayı gösterip hocam hiçbi şey yok içinde dedi... Şenol Güneş: 'Olmaz mı? Bağımsızlık var özgürlük var onun için çalıyorlar...'

Şenol Güneş'i seviyoruz işte, nedensiz de değil...

----
ONU SEVİYORUZ…

Trabzonspor, Fenerbahçe’yi 3-1 yenerek Türkiye Kupası’nı sekizinci defa müzesine götürürken gollerden birinden sonra Şenol Güneş’in sevinci dikkatinizi çekti mi?: Dünya Kupası günlerinden de hatırlıyoruz; kollarını havaya kaldırıp, adeta bir çocuk gibi yerinde zıplaması alameti farikalarındandır zaten. O sevincin içinde onu neden sevdiğimize dair bir sürü anlam da yüklü aslında...

Şenol Güneş, bu toprakların yetiştirdiği en büyük kalecilerden birisi, burası tartışılmaz. Trabzonspor’un “fırtına” olduğu dönemlerde altı şampiyonluk yaşayan takımın kaptanlığını yapması bir yana, 1978-79 sezonunda üst üste on iki maç gol yemeyerek halen kırılamayan lig rekorunu kırmıştı (Güneş’in rekoru dakika olarak 1.112 dakikaya denk düşüyor!). Teknik direktörlük kariyeri ise, ulaştığı başarılara bakınca kendisinin yanına yaklaşamayacak isimler tarafından hep tartışıldı. Şenol Hoca bunlarla muhatap olmadan sadece “işini yapmaya çalışan adam” modelinin de güzide bir örneğidir. Şahsen, Kore macerasının biraz da bundan kaynaklandığını düşünenlerdenim. İçinde debelenip durduğunuz şeyi manasız bir bataklık haline getirenlerden kaçma arzusu hepimizde biraz yok mu?

Nitekim benzer bir yolculuğu vakti zamanında, Arsenal öncesi Monaco’dan Japonya’ya giden Arsene Wenger de yapmıştı. Wenger’in Uzakdoğu deneyimi için söyledikleri şöyle: “Japonya deneyiminin bana epey yardımı oldu. Her şeyden önce baskıdan biraz kurtuluyorsunuz. Avrupa’da Japonya’ya göre çok daha agresif bir ortam var. Onlar olmadan yaşamayacağınıza inandığınız şeylerle araya mesafe koymak da yararlı oldu. Uzaklık, hayatınızda iyi bir ara sağlıyor. Bu, her şeyden biraz uzaklaşıp sonra geri dönmek gibi bir şey. Oradaki tekniği kopyalamaktan daha önemlisinin kendi deneyiminiz olduğuna inanıyorum. Japonlarda, içsel olarak her şeyi iyi yapma arzusu var, ki bu büyük bir güç. Avrupa’dan dışarı çıktığınızda, bazen başka bir dünyada olduğunuzu hissediyorsunuz. Dolayısıyla düşündüğünüz şeyle araya mesafe koymak hayati.”

Şenol Hoca da farklı bir şey söylemiyor aslında: “Gurbette olduğunuz için ailenizi, yakın dostlarınızı hatta bazen buradaki sıkıntıları bile özlüyorsunuz. Burada yolda yürürken mesela bir gerginlik hissediyorsunuz. Orada futbolda bizim kadar fanatizm yok. Sahaya çıkıyorsunuz, maçınızı yapıyorsunuz o kadar. Huzursuzluk yok. Dolayısıyla mutluydum orada. Kore’ye gitmekle hem dinlendim hem de çalıştım.”

İşte bu “dinlenirken çalışma” halinin, memleketteki arı kovanından kaçıp Kore’ye gitmesinin kendisine gayet iyi geldiğini açıkça gördük takımın başına tekrar geçtiğinden beri: Uzakdoğu macerası Şenol Hoca için, “akil adam” rolü yapmadan, tam da memlekette en çok ihtiyacımız şey olan “akil adam” sıfatının içini daha da doldurmasına vesile olmuş gibi gözüküyor. Maçlardan önce-sonra yaptığı açıklamalar, oyuncularıyla, taraftarlarla kurduğu ilişki, toplumsal hayata duyarlılığı hepsi bir puzzle’ın parçaları gibi yerli yerine oturuyor artık. Ve biliyoruz ki, Türkiye’de futbol kültürü bir yerlere gelecekse bunda Jack London’ın “Martin Eden”ını pek seven, Kazım Koyuncu’nun cenazesinde yer alan, Hrant Dink’in ailesine taziye ziyareti yapan, rakiplerine kin-öfke-intikam duygusu biriktirmeyen Şenol Hoca’nın çok önemli payı olacak.

Hasılı, tekrar edelim, Şenol Hoca’nın belki de gözlerden kaçan sevincinin içinde onu neden sevdiğimize dair bir sürü anlam yüklü. Onu kendilerine benzetmeye çalışanlara inat çocuksu sevincini muhafaza etmesi, hayata karşı duruşunu sürdürmesi, düne değil bugüne bakması,aslında bir öğretmen olmasına rağmen “ders almam, ders veririm” noktasına asla gelmemesi, ihtirasın uçurumlarına yuvarlanmadan durabilmesi onu “başka türlü bir adam” yapmıyor mu?

Onu seviyoruz… Tekniği, taktiği, karizmayı, içi boş hamaseti, kazanılan başarıları, kaybedilen maçları her şeyi bir yana koyalım. Onu seviyoruz… Bu kadar basit. Bu kadar yalın. Çünkü futbolumuzun, futbol kültürümüzün onda gördüğümüz “sahiciliğe” ihtiyacı var.

Bu kadar basit. Bu kadar yalın aslında…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...