30 Kasım 2006

tuzlu suda konserve insan

bir tramvay dolusu insan alınır. tramvay dik gelecek şekilde tutulur. şöyle bir-iki defa yere vurularak insanların iyice yerleşmesi sağlanır. sonra kapılar birden açılır, insanların dışarı fışkırması zevkle seyredilir. "konserve insan".

pencereden bakınca Sultanahmet'i görebiliyorum. sonra denizi de. ama sırtım denize dönük oturuyorum. çünkü yayınevine ilk geldiğimde temmuz'du, karşı masaya çok fena güneş geliyordu. sonra ben de o kadar deniz meraklısı bir insan olmadığımdan, "ne oturacam karşıya" demiştim. şimdi bunları yazınca pişmanmışım izlenimi doğurdum sanki ama değilim esasında.

hasılı, papa geliyor...

29 Kasım 2006

"yaşamak bazen sabır ister"

sabah Kesmeşeker'in/Cenk Taner'in "Ne Zaman Gitti Tren"ini dinlerken yazayım dedim aslında ama sonra defterin evde olduğunu hatırladım. 25 temmuz 2003'müş, Başkent Ekspresi'ymiş:

"tren; yolla kişi arasında açıkça bir bağ kuruyor. burası ortada. ama bir tren beri yandan gitmemeye, durmaya en meyilli araç belki de; yolu bütün bütün kavradığından. duran, 'gitmeyeceğim' diye direten bir tren! rötar, tren gerçekliği..."

"tren, biraz da sükunet olduğundan yolla hemhal. demiryolcuların hepsinde var bu zaten. sükunet, dinginlik bize lazım olan budur!"


durduk yerden nereden çıktı bu tren meselesi bilmiyorum ama güzel şarkı. sindire sindire dinlemek iyi geliyor. sükunet ve dinginlik meselesinde ilerleme de var üstelik o zamandan beri...

26 Kasım 2006

halep-izmir ekspresi

zaman çok hızlı, zaman pek saçma, zaman ahenkle dans ediyor saçlarımızda... bir yanda da "işte geldik gidiyoruz şen olasın halep şehri" (18 Ekim 1945'miş dediğinde)...

"izmir'in smyrna'sı" redaksiyon; pazar, pazar... tektonik hareketler, geç kalkolitik, erken tunç dönemi, troia'nın ikinci yerleşmesi, hitit orduları...

22 Kasım 2006

sinir halleri

sabah pıt'ı iğneye götürürken bindiğim taksinin dallama şoförü yolu uzatmaya kalktı. ilk hamlesini bertaraf ettim ama ikinci hamlesini yedim. yememe rağmen ses etmedim. içimden çok küfür ettim. neden dışımdan etmedim? gerek yok dedim. tuhaf bir atalet geldi üstüme.

aslında böyle durumlarda iki tür ruh haline sahip oluyorum: a) süper öfkeli, "ne diyon la sen" modu. bu hallerim tatsız; kalbimin atışını hissediyorum, kaslarımın hareketlerini kontrol edebiliyorum sanki. tabii bir de çoğu zaman suratımın aldığı korkutucu ifadeyi "görebiliyorum". b) "taşak geçmek" derler ya, tam da o mod. bu hallerim beni çok eğlendiriyor. zira hem sinir hem denge bozucu bir durum ortaya çıkıyor "rakip takım" için. üstelik buradan a durumuna geçmek de olası...

saçlarım yine toplanabiliyorlar. kestireceğim sanırım yakında.

21 Kasım 2006

pıt

pıt hastalandı. tuvalate gidiyor, öyle duruyor. çişini yapamadan, daha doğrusu damla yaparak kumu örtüp, çıkıyor. sonra yine gidiyor. sonra yine. allahtan neşesinde bir eksilme yok. zaten bugün sabah veterinere götürdük. iğne oldu, ilaç içti. sonra eve gelince, benim çıkmam gerekiyordu, "gel seveyim" dedim kucağıma hopladı.

arada sırada, ben çalışırken o masada yanımda uyurken, ona bakarken yakalıyorum kendimi. onu tabii tam bilmiyorum ama ben kendisine fena bağlanmış durumdayım. eve giderken kendisine yaş mama alayım da mutlu olsun. bir de acayip zeytin ezmesi yiyor. ançüeze de bayılıyor.

19 Kasım 2006

puskas


ayaklarında "soğukkuyu lastikleri" Macar çocukların büyülenmişlikleri... topu saydıran adam Puskas, öldü...

17 Kasım 2006

sulu kestane

kestane yapayım dedim. pişmemişler. halbuki kabukları gayet ayrılmış gözüküyordu. sonra kızdım, tekrar koydum tavaya. ocağın altını da iyice açtım. bu sefer tam olarak "kebap" oldular. sonra anladım ki aslında kestane kötüymüş.

bir de çok az su içtiğimi fark ettim. günde iki bardak ya içiyorumdur ya içmiyorumdur. çay may işte. zaten saçma geliyor bana, bilmem şu kadar litre su içmek. ihtiyacımız olsa vücudumuz söyler herhalde diyorum. söylemez mi yoksa?

16 Kasım 2006

boza

her akşam hemen hemen aynı saatte kapının tam önünden geçen, bağıran bozacıdan bir akşam boza alacağım. ama prosedürü bilmediğimden kasıyorum biraz. simit almak gibi bir şey mi acaba? ankara'da akman... ki ben bir zamanlar sebepsiz sevmezdim bozayı. sonra bir gün içeyim dedim. çok sevmedim ama çok sevmediğiniz şeylerin insanı çeken o garip ruh hali içine soktu beni. ondan sonra sevmeye başladım. her akşam hemen hemen aynı saatte kapının tam önünden geçen, bağıran bozacıdan bir akşam boza alacağım...

argın

iki gündür yazacak şeyler buluyorum aslında ama sonra sonra derken gazı kaçmış gazoz gibi oluyor, yazmıyorum. yine uykusuzum. artık bununla yaşamaya alıştım zaten. yakınmıyorum. ama yorgun hissediyorum kendimi, "güç" ibremiz biraz aşağılarda seyrediyor. muz mu yemeli? bir yandan da "çin büfe"ye fena takılır oldum...

13 Kasım 2006

bloğa rağmen sayı!

valla da yaptım işte; links'i alta gönderdim, istediğim başlıkları attım falan. yalnız bu "hakkımda" denen nanenin kodunu çözemedim. neyse yavaş yavaş... o da olur...

[öğlen itibariyle artık hem kitap koyuyorum hemi de link şey edebiliyorum. dahi miyim neyim...]

kod ad

kafka; karanlık, labirentler, hep biraz umut arayan insanlar ama gelip dayandığı yer saçmalık... camus; aydınlık bulurum onu tersine, karmaşa da daha azdır, üstelik daha umutludur ama gelip dayandığı yer saçmalık...

11 Kasım 2006

kapı

yeni bir deftere başladım, başlıyorum. gidip kendime ilk defa okul defteri gibi olmayan bir defter aldım, bir de güzel kalem. böylece uzun zamandır bir şeyler yazmadığım (en son tam da bu sene doğumgünümde yazmışım) 28.12.2004'te İstanbul'da başladığım "Yol" defterini kapamış olduk ("defteri kapatmak" lafı her bakımdan uydu buraya). 10.11.2006 itibariyle yenisinin adı "Kapı".

"Kapı... Çünkü önünde ya da arkasında olabilirsin; içeride ya da dışarıda. Durduğun yere göre değişir."

10 Kasım 2006

manasızlık denizi

manasızlık denizinde kaç kulaç atabilir ki insan?...

kahvaltı üçlemesi ve satori

sabahlarım çiğdem pastanesi, simit sarayı ve kürt börekçi arasında bölüşülüyor. çiğdem, zam yapmış; poğaça 5oo olmuş (400'den), küçük börek 1250 (1 milyondan). küçük börek dediğim şeyin (başka ne diyeceğimi bilemedim kendisine) mantarlısını seviyorum. nitekim bugün o vardı menüde. poğaçanın da kıymalısını, ama az koyuyorlar kıymayı.

simit sarayı'ndaki suratsız kız, bana hiç günaydın falan demez (kimse demez aslında haksızlık yapmayalım. çiğdem'deki ihtiyar amca da demez. ben ona dersem der. zaten manasız bir sıra oluyor sabah orada. çoğu zaman sıkılıyorum, sırada bekleyemem böyle manasızlıklar için). bi de hep sorar "paket mi, burda mı?". "sen benim burada yediğimi ne zaman gördün ki?" diye haykıracağım bi gün... (kızın olmadığı günlerdeki eleman da sürekli soruyor aslında haksızlık yapmayalım). oradan kaşarlı simit alırım. fena yapmıyorlar. zeytinli de yapıyorlardı bi zaman artık yok sanırım.

kürt börekçi, "abe hoşgeldin" der. ondan poğaça alırım, 2 tane. 600 tutar. yağlıdır. sonra arada börek alırım. kıymalı-peynirli karışık. o daha da yağlı. bir de tuhaf çırağı var. paketler. "teşkür ederizzz" der. teşkürrr. gülesim geliyor öyle deyince. sonra bunlarla eğer çıkışta divanyolu'ndan aşağıya inecek olursam belki gözgöze geliriz, kafamızı eğeriz birbirimize. bir de çiğdem'den ya da s.s'den bir şey alıp torbayla önlerinden geçersem. torbayı-paketi göstermemeye çalışırım...

sabah gelirken, aradaki saçma kitapçı gibi olan yerde ahmet haşim'in suratını gördüm "bize göre"nin kapağı. ben bize göre'yi hep bu memlekete göre manasında anlamıştım, ta ortaokuldan-liseden beri. sonra bugün birden, "bize göre, bizce yani adama göre, aaaa" dedim. öyle de olabilir yani... satori işte...

07 Kasım 2006

baş ve ağrısı

yok, biraz çok içmişiz dün. her şey ortada... baş ağrım geçsin diye öyle duruyorum ama geçecek gibi de durmuyor tabii. bourdieu derlemesinin tatbikini yapmam, ntv'ye 2.lig, iştegenç nanesine schumacher yazmam gerekiyor, murat belge çevirisi de var tabii... yapacam, yazacam, çevirecem...

06 Kasım 2006

selçuklu kartalı

bu naneyi kullanmayı tam olarak bilmediğimden, sağda solda ayrı bir kategori şeysi açıp açamayacağımı bilmiyorum. bilseydim, okuduğum kitapları listeleyemeye başlayacaktım. bir zamanlar okuduğum kitapları yazdığım bir ajandam vardı. 3-4 sene kadar ne kadar da istikrarlı tutmuştum. sonra bıraktım. şimdi de işte elim değmişken burada da aynısı yapayım dedim ama teknolocik bilgimiz yetersiz. yine de son bitirdiğim "Sultan Kılıç Arslan I"le başlamış olayım. dur hatta bold-italik yapayım da bakınca belli olsun. çok zevkliydi okuması. şimdi de "Gıyaseddin Keyhüsrev"e başladım zaten (bunların adları da hep tuhaf gelmiştir bana zaten. ulen bi insanevladına Gıyaseddin adını koyarken "bu çocuk bunu ömür boyu taşıyacak" diye düşünmez mi insan? "Gıyaseddin", dinin yayılmasına yardımcı olan demekmiş bu sırada).

Selçuklular'a karşı bir yakınlık duymaktayım. bizim de bir Selçuklu kitabı basmamız gerek bence.

Konyaspor'a "Selçuklu Kartalı" diyen ilk ben olabilir miyim acaba?

05 Kasım 2006

karkara, gargara

kar yağdı. tatsız ama. buranın, İstanbul'un karı da yağmuru da tatsız zaten. yağmuru yapış yapış, karı da fazla oynak (bu oynak lafıyla ne demek istediğimi tam bilemiyorum ama oynak işte). ama kar tutarsa güzel olabiliyor.

yarın bitiyor fuar. dizlerimin oradaki kirişler ağrıyor oturup kalkınca. yine de belli bir eğlencesi vardı.

birisi de gelmiş, o.pamuk'un "kara" kitabını istemiş. "kar"ı mı, "kara kitap"ı mı? belki de hiçbirini...

04 Kasım 2006

buldurucu kazma

gecenin bi yarısında birisine Hazarın Sahilinde'yi tekrar buldurdum (bulmak da ne tuhaf fiil); ıslıkladığını söylüyor. gece gece buldurucu bir insan olmakla övündüm ben de.

şimdi düşündüm de işte hafıza denen şey böyle çalışıyor, misal toprağa kazmayı vuruyorsun petrol fışkıyor (bok fışkırır o ayrı) sonra durduramıyorsun (bak şimdi de aklıma Zeki-Metin'in böyle bir filmi vardı, o geldi. gerçi onlar kazma vurmuyorlardı filmde). demek ki esas olarak ihtiyaç sadece kazmaya. kazmayı doğru yere vurmak sonra geliyor (her yerden petrol çıkacak değil herhalde). neyse işte öyle...

fırında sütlaçtan "Hazarın Sahili"ne ya da nereden nereye

bi sürü alkol, Nizam'dan fırında sütlaç. Nizam'la aramızdaki ilişki; her seferinde "en yanığı hangisiyse ondan olsun", "yanık olsun?", "evet yanık olsun"... sonra en sıradanlarından birisi. yine de 2.5 ytl. Bolulu Hasan Usta'nın dandirik şeysi 3.75. üstelik Nizam fındığı kendi koyduğu gibi üzüm de koyuyor. bize de "koyayım BHu'ya" demek düşüyor.

BHu deyince aklıma geldi (ne de hareketli kafam yarebbim), içimde kalan şeylerden biridir: Yuhu'nun albümünü almamış olmak; "Hazarın Sahilinde". Namık vardı gitaristleri, Kıraç'la çalışıyor şimdi galiba. diğer elemanlar napar ki peki?

haa, albüm iyi miydi? bilmem. hiçbir fikrim yok. sadece o "Hazarın Sahilinde"nin küçücük bir melodisi aklımda. Mustafa Yolaşan'ın sunduğu bi "Pazar bilmem kaç"a katıldılardı. iyi gibi hissediyorum. sahi Mustafa abi napar peki?

03 Kasım 2006

"birrrr ömürrrr yeeeetmezzzzz"

kitap fuarı... bir sürü kitapla aynı ortam. neydi küçükken hayalimiz, "bir gün herkes çıksa, ben bir yere saklansam, Dost'un içinde kilitli kalsam." ne yapacaktım ki? sabaha kadar insan kaç kitap okuyabilir ki? fikir işte... yine de neticeye bakalım; kitapların göbeğine düştük. hiç şikayetçi değiliz...

Müslüm Baba'nın buğulu sesi işte...

01 Kasım 2006

"aslında bütün mesele neydi?"

"aslında bütün mesele neydi?"
"bak ne güzel yapmış, anlatmış. biz de yapalım"

aslında bütün mesele "ben de yaparım"cılık. aslında bütün meselenin kökünde belki de kıskançlık...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...