27 Temmuz 2015

El Tutuşa Tutuşa…

Çocukların, gençlerin, abilerin, ablaların yüzleri televizyonda, gazetede, internette... Çocukların, gençlerin, abilerin, ablaların yüzleri gündüzleri aklımızda, geceleri rüyalarımızda... Çocukların, gençlerin, abilerin, ablaların yüzleri afişlerde, pankartlarda, tabutların önlerinde...

Her birinin ayrı ayrı hikâyeleri düşüyor önümüze: Kimi hukuk okuyormuş, kimi sanat tarihi, kimi öğretmenmiş, kimi anarşist, kimi Trabzonsporlu’ymuş, kimi Çerkes. Bazısı yaptığı bileklikleri, kolyeleri satıp kazandığı parayla aldığı oyuncakları Kobani’deki çocuklara götürürken, bazısı Kobani’de IŞİD’e karşı savaşırken ölen oğlunun gittiği yeri görmek istiyormuş. Bazılarını daha önceki eylemlerden zaten biliyormuşuz, bazıları sevgilisiyleymiş...

"Sosyal medya çağı"; çocukların, gençlerin, abilerin, ablaların hesaplarından yazdıkları paylaşılıyor: "19-24 Temmuz tarihleri arasında Kobanê’ye gidebilir, oradaki çocukların bir tebessüm gülmesini sağlayabilirsiniz", "Bizler güneşin çocuklarıyız. Ölüme gülümseyerek gidenleriz. Ne döndürebilir ki bizi, ne korkutabilir ki? Gelin yarını ilmek ilmek biz örelim"… Sonra şarkılar… Sonra mesela birinin parasızlıktan alamadığı parkayla, çoğunun arkadaşlarıyla bir aradayken çekilmiş fotoğrafları. Ama en çok da gülerken, kahkahalar atarken çekilmiş fotoğrafları... Dünyayı dolduracak içtenlikte gülüşleri...

                                                            ***

Suruç’ta birilerinin çocukları, birilerinin anne babaları, birilerinin hayat arkadaşları, memleketin gençleri öldürüldü. Daha önceleri sayısız defa olduğu gibi, 16 Mart katliamında olduğu gibi, Roboski’de olduğu gibi, Berkin Elvan gibi, Ali İsmail Korkmaz gibi, İbrahim Aras gibi… Akıllara ilk anda hemen geliveren, gelmeyen tüm bu acılardan geriye her zaman biraz bıkkınlık ama çokça da memleketin karanlığına karşı duyulan büyük öfke kalıyor. Bu öfkeye yenik düşmek mümkün ama -çok zor da olsa- buradan tekrar ayağa kalkmak da şart. Zaten, içi bomboş olan değil sahici bir “yeni Türkiye” inşasını da ancak bu öfkeyle tutuşan eller becerebilecek: Kaybettiklerini ve öfkesini asla unutmadan ama taş üstüne taş koyarak, asla vazgeçmeyerek. Suruç’ta ölen çocukların, gençlerin, abilerin, ablaların inandığı bu değil miydi biraz da? 


Saldırıdan yaralı kurtulan gençlerden Çağla Seven ve Gökçe Çetin’in patlamadan hemen sonra çekilen, el ele tutuştukları fotoğrafa iyi bakın; “muhtaç olduğumuz kudret” işte tam da o fotoğrafta. Çünkü el ele tutuşmaktan başka şansımız gerçekten yok… 

    “Ne kadar çok elimiz varmış meğer!

    İlkin, senin elinle tutuşan benimki

    Sonra çocuklarınki

    Gençlerinki

    Tekel işçilerininki

    Sonra, ellerin elleri...

    Ne kadar çok elimiz oldu, baksana,

    Tutuşa tutuşa

    Bir orman yangını gibi”

    Can Yücel

Birikim Haftalık, 23.07.2015

03 Temmuz 2015

dünya tersine dönse... Şekerspor...


sayıları az da olsa Şekersporlular genelde fabrika çevresinden, şeker işçilerinden-memurlarından, onların çocuklarından çıkar. oysa benim ne Şeker Fabrikaları'nda çalışan ne Şekerspor'da oynamış, etmiş bir yakınım var. doğuştan değil, sonradan olma Şekersporluyum. 1997-98 sezonunda 1. Lig'de tek maçlarını seyrettim (Kocaelispor maçıydı), sonraki sezon 2. Lig'e düştükleri andan itibaren de içerideki her maça gittim. o sezondan itibaren başka hiçbir takımla duygusal ilişki kurmamaktan, "peki üç büyüklerden kimi tutuyorsun" sorusuna gıcık kapmaktan onur duydum... 

o zamandan bugüne bunca zaman geçti, bir sürü şey yaşandı ama ben, önce Mithatpaşa Caddesi üstündeki Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü'ne gidip orada zar zor "yetkili" birini bulup, ondan aldığım adresle (yanlış hatırlamıyorsam) Aksu Sokak'taki küçük bir bürodan başka şey olmayan sözde "kulüp merkezi"nin kapısını çalıp, oradakilerle tanıştığım gün yaşadığım heyecanı hep aklımda tuttum.
 
bilinen tek taraftarımız, hafif meczup Amigo Bruno'nun yanında yakınında durmaktan, onunla maç seyretmekten aldığım zevki; onun bir devlet sırrı verir gibi aktardığı "içeriden" bilgileri, sürekli konuşup durmasını, bağırıp çağırmasını, radyosundan diğer maçları dinleyip durmasını; fabrikadan kalktığı anlaşılan otobüsle maç seyretmeye gelen meraklıları hiç unutmadım.

Amigo Bruno (Rıza Dinlenmez)
yağmurlu bir günde oynanan bir maçta, tribünden "uzun oynayın, uzun oynayın" diye bağıran Bruno'ya atar yapan şube sorumlusuna, "sana ne lan" diye çıkışınca bana ettiği "sen konuşma, senin kimin adamın olduğunu biliyoruz" lafının anlamını tam olarak çözemedim hiç, kimin adamı olduğumu bilmiyordum zira ama kulübün içindeki işçiler-memurlar gerilimini yakından hissettim.

küçüğün de küçüğü taraftar grubumuza "Çelik Çekirdek" adını verdiğimiz günü, Cebeci'de Bruno'nun pankartlarının yanına astığımız kendi pankartlarımızı yapışımızı, üç Şeker taraftarı gittiğimiz ve yendiğimiz Adana deplasmanında stattan nasıl çıkacağımızı bilememe anını, orada Bruno'yla karşılaştığımızda bize bakışını, zamanla Çelik Çekirdek'te tek başıma kalışımı hatırlayıp durdum.
 
güzeller güzeli Cebeci Stadı'nın ıssızlığının, öyle kocaman bir statta sadece bir avuç insanla maç seyretmenin, maç sırasında tribünün kenarına kadar inip topçularla konuşmanın, "hadi koçum" demenin lezzetini "büyük takım"(!) taraftarlarının hiç bilmeyecek olmasına için için güldüm.

saha kenarında güneş gözlükleriyle dikilen Cem Pamiroğlu'na, kavruk Arif Peçenek'e, bir tür Yılmaz Vural olan Hayri Obüs'e, sessiz sakin Muharrem Uğur'a, Adnan Şentürk'e, Bahri Kaya'ya daha nice hocamıza kızdığım çok oldu ama hepsini hep sevdim manasızca.

Zafer Biryol, Murat Hacıoğlu, Mustafa Akucan, Murat Akarsu, Barış, Veysel, Abdülkadir, Doğan, Eren... bir sürü gelip geçmiş topçu; bazısı gerçekten çok iyiydi, çoğu vasattı ama ben onlar gibi topçu görmedim bir daha. çünkü karşılarına şahikası çıksa, onlar "bizim çocuklardı".

Şekerli Zafer
kulüp kapandığında takımsız kalmanın ne olduğunu gördüm; kulübün tekrar açılmasına sevinirken "yıldız" transferlerle, pazarlama kampanyalarıyla "endüstriyel futbol" ürünü  haline gelmesini gördüm.

İstanbul'a taşındıktan sonra "bu hafta takım geliyor ama o stada nasıl gidecez" sorularıyla boğuşup durdum. mümkün olduğunca bir yol bulmaya çalıştım. gidemediğim zaman neden vicdan azabına benzer bir şeyler duyduğumu ancak "taraftar" olan anlar herhalde.

her sezon başı yeni bir belediyeden destek alıp adının başına saçma belediye isimlerinin gelmesine, milletin bizimle dalga geçmesine tahammül ettim. etmeyip ne yapacaktım ki?

kulübün yeni sahibinin acayipliklerini (bazı maçlardan önce topçulara asker selamı verdirmesini mesela, bir sürü insanın alacaklarını alamadıklarını iddia edip durmasını mesela, bir sezonda yedi-sekiz teknik direktör değiştirip durmasını mesela, manasızca koparılan "tesislerden attılar bizi" yaygarasını mesela) mahcupca izledim. hatta adamın şuursuzluklarını gördükçe "kapansın kulüp de hiç değilse adımız temiz kalsın" deme noktasına bile geldim...
***
kulübü en son satın alan işadamının kifayetsizliği, her şey bir yana ama Şekerspor adının içine nasıl ettiği zaten malumdu yukarıda biraz bahsettiğim gibi. bunları tekrar yazmaya, anlatmaya gerek yok. fakat bu zat sonunda tüm yapıp ettiklerine tüy dikmeye de karar vererek, bu sene 3. ligden amatör kümeye düşen takımımızın adını, rengini değiştirip Turanspor yaptı: kendisi zaten ülkücü bir insanmış da, takım da "ülkücü" bir takım olacakmış da, komple ülkücülerden oluşacakmış da... bir sürü ıvır zıvır laf.

Stefan Zweig, Satranç adlı uzun öyküsünün bir yerinde, küçücük bir cümlede, bir insanlık durumundan söz edip, hikayenin kahramanlarından birinin öyle kalakaldığını anlatır, "... insan, duyarsızca yapılmış bir kabalık karşısında her zaman nasıl kalakalırsa öyle aciz biçimde..." halihazırdaki durumum neredeyse tam olarak bu işte.

olayı duyup mesaj atan bir arkadaşın yazdığı gibi, "kader bir cilve yapacaksa adı Turanspor olurdu herhalde vesselam". aynen öyle. ve fakat mesele takımın adının doğrudan Turanspor olması değil benim açımdan doğrusu. ırkçılığa, Turancılığa duyduğum gıcık belli ama takımın adı Enternasyonalspor olsaydı da fark etmezdi. mesele, belki kendi kişisel ikballeri, belki iş ilişkileriyle alakalı durumlar nedeniyle (ki, şirketlerin çoğu zaman alacaklılardan mal kaçırmak için isim değiştirme yoluna gittiğini bilmeyen yoktur herhalde) koskoca bir kulübün adına, kültürüne yapılan hoyratlık, zalimlik. birçokları için Şekerspor'la bir arada düşününce komik gelebilir bu laf tabii ama 1947'de kurulan, bir sürü futbolcu yetiştiren, kendi ölçüsü içinde öyle ya da böyle mücadele eden, hatta Türkiye futbol tarihinin tüm zamanlarının puan durumunda 2015 itibariyle 41. sırada yer alan bir takımdan söz ediyoruz, hatırlatmış olayım.
 ***
tahmin edileceği üzere bu, çok zor bir yazı benim için. ama heyhat, ilk defa da yazmıyorum bu konuda: daha önce 2004-2005 sezonunun açılışında da "takım kapandı" yazısı yazmıştım. o zamanki sebepler, koşullar bambaşkayı şimdiki bambaşka ve saçma. ama neticede işte on sene sonra dönüp dolaşıp yine aynı yere gelmiş durumdayım... zaten epey önceden "kapansın kulüp de hiç değilse adımız temiz kalsın" dediğim için bu sefer takımın kapanmasını, adı kurtulacağı için destekliyorum: çok şükür, ne idiğü belirsiz yapılarla, insanlarla adımız bir arada anılmayacak artık! kapanmamız, adımızın ortadan yok olması iyi bile olmuş olabilir yani.


peki ben ne yapacağım? aşırı romantik bir cümle olacak ama olsun; sevgimi güzelce katlayıp, kalbimin derinliklerine gömerek her zaman durduğum yerde duracağım: düz Şekersporlu, sekiz şeker pancarının bir araya geldiği amblemin hastası biri olmaya devam edeceğim. "dünya tersine dönse vazgeçmem..."


notlar:
- yukarıda dediğim gibi, on yıl önce takımın ilk kapanışından sonra Birgün'de, benden başka bildiğim tek sahici Şekerspor taraftarı olan Sancar Altuğ'a bir açık mektup yazmış, kapandığımızı öğrendiğim günü yazmıştım. yazı elimde yoktu ama internet sağ olsun, arayınca karşıma çıkıverdi. o mektubu/yazıyı da buraya koymak iyi olacak:

STATTAN DÖNERKEN GÜN BATIYORDU...

Sevgili Sancar Abi,

Aslında ne zamandır aklımda sana yazmak. Uzun yazmak. İyi yazmak. Denk gelmedi işte; öyle diyelim. Ama böyle de yazmak istemezdim.… 

Geçen pazar, evimizde maçımızın olduğu her hafta yaptığımız gibi, Görkem Bey'le birlikte uzun zaman sonra Cebeci İnönü Stadı’nda maç seyredecek olmanın keyfi ve heyecanıyla Tunalı Hilmi'den stada kadar yürümeye karar verdik. Sahiden heyecanlıydık. Bir sürü yaygaradan sonra takımımız satılmamıştı. Üstelik sezonun ilk maçına çıkıyorduk ve biz neden sonra birlikte maç seyredebilecektik. 

Yolda neler konuşmadık ki? Görkem Bey'e askerlik münasebetiyle seyredemediği geçen sezonla ilgili biraz bilgi verdim. Eskilerden kimlerin takımda kalmış olabileceğini konuştuk. Ama hepsinden çok, Düzcespor'un takımımızı almak için bulamadığı 300 milyarı nasıl bulabileceğimizi! Bruno'yu, formalarımızı, eski gözdelerimizi; Zafer Biryol'u, Murat Hacıoğlu'nu, Murat Akarsu'yu... Hatta bu sene Malatyaspor'a transfer olan Eren'i konuşurken bile gurur duyduk. 

Stada giden yol pek kısa geldi, ki bilirsin uzun bir mesafe sayılır. Sıkı sıkı yapıştığımız torbada pankartımız, "Haydi Şeker!" (ki yolda aklımıza gelen "Şeker Özelleştirilemez"in çok daha iyi bir fikir olduğu ve önümüzdeki haftalarda mutlaka kullanmamız gerektiği konusunda mutabık kalmıştık); stat kapısına geldik. Bir tuhaflık sezilmiyor değildi aslında ama. Bilet gişesine doğru ilerledik. Kapalı. Öyle bekleşip duran polislere yöneldik: "Bilet arka kapıda mı satılıyor?". Polisler muhabbetlerinin ortasına girilmiş olmasından rahatsız, biraz da dalga geçerek, "Maç yok kardeşim. Şeker çıkmamış sahaya". Şaşırdık. Hem de nasıl. Hemen protokol girişindeki stat görevlisine gittik: "Nedir?". "Nediri şu, sizin takım sahaya çıkmıyor. Gelen giden kimse yok". 

Kişisel olarak, "çok az zamanda böyle kötü hissettim" diyebilirim. Aklımıza gelen, ancak geldiği anda hemen, hemen kovduğumuz şey, gerçek oluyordu. Her ne kadar stat görevlisi "Yahu merak etmeyin, haftaya çıkarlar" dese de. Olan biteni kavrayabilecek kadar büyüktük ne yazık ki.…  

Stattan dönüş yolunda uzunca süren sessizliğimizi tahmin edebilirsin. Sonra eski maçları konuşmaya başladık. Sen benden daha iyi bilirsin ama garip değil mi, insan gayet iyi hatırlıyor abi. Koleje doğru geldiğimizde gün de batmak üzereydi zaten abi…. 
*
Zorunlu açıklama: Haftalar önce gelen bir maili açık şekilde yanıtlamak farz oldu. Söz konusu maili, Sancar abinin affına sığınarak, buraya almak da sanırım:  

"Kıvanç bey,
Bir arama esnasında kısa özgeçmişinize rastladım. Benim için sürpriz olacak bir şekilde Şekerspor taraftarı olduğunuzu belirtmişsiniz. Bendeniz de, Şeker şirketi ve fabrika ile hiçbir bağlantısı olmayan, safkan bir Şekerspor taraftarı olarak, bildiğim Bruno ve simdi adini hatırlayamadığım İzmir'de avukatlık yapan bir dost dışında, yeni nesil bir Şekerspor taraftarına, sadece bir selam göndermek amacıyla değerli vaktinizi alıyorum. Bendeniz ve kadim dostum, TRT Ankara Radyosu eski spikerlerinden ve de şu anda Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesinde görev yapan Dr. Vakur Kayador'dan başka çevremizde Şekerspor taraftarı birisi olmadığı için, heyecanla ve de affınıza sığınarak bu maili attım.

Bizler yaklaşık 1968'den beridir bu takımın taraftarıyız. Gerek futbolda gerekse basketbolde, belki de sizin göremediğiniz, güzel ve şaşaalı günler yaşadık. Umarım, yenilerini de yaşarız. İyi çalışmalar ve başarılar dilerim. 
Sancar Altuğ"

- blogdaki tüm şekerspor yazılarını topluca şuradan görebilirsiniz.

- şuradan benim için bir yönüyle de Şekerspor anlamına da gelen, şimdilerde yıkılması gündemde olan Cebeci İnönü Stadı'nın nefis fotoğraflarına bakabilirsiniz.

- Şekerspor tarihi yazma projem aklımın bir kenarında hep duruyordu, belki de şimdiye kadar çoktan girişmiş olmalıydım bu işe. belki artık o projeden vazgeçme zamanı gelmiştir; bizim de kayıtlara geçmiş bir tarihimiz olmayıversin napalım. hem beri yandan Bruno'nun meşhur pankartlarından birinde yazdığı gibi, "Gönüllerin Şampiyonu" değil miyiz neticede?

02 Temmuz 2015

seyir defteri / haziran 2015

The Beach (2000): 6/10

Astérix: Le domaine des dieux (2014): 7/10

The Sixth Sense (1999):  8/10

Monsters University (2013):  7/10

Mad Max: Fury Road (2015):  7/10

Poltergeist (2015):  5/10

Ah Güzel Istanbul (1966):  7/10

Danny Collins (2015):  7/10

Woman in Gold (2015):  7/10

I, Robot (2004):  6/10

Ex Machina (2015):  6/10

Jurassic Park (1993):  7/10

Flushed Away (2006):  6/10

The Croods (2013):  6/10

Exam (2009):  7/10

August Rush (2007):  4/10

Who Am I (2014):  8/10


Kurt Cobain: Montage of Heck (2015):  7/10
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...