25 Kasım 2014

Kitabi: 06.XI.2013 - 06.XI.2014

    ------------------------------------------------------

* Moliere Efendi 
* Kitapları Fazla Seven Adam
* Yalnız Seni Arıyorum-Nahit Hanım'a Mektuplar
* Sıfırdan Başlamak
* Belki Bir Gün Uçarız

Çikolatanın tadını bilmeyenler...

“Çikolata stokları bitebilir, çikolata kıtlığı yolda” haberlerini görmüş olmalısınız: Kakao üretimi talebi karşılamaya yetmiyormuş, 2020'den itibaren üretim açığı giderek artacakmış (link). En büyük kakao üreticileri Fildişi Sahili ve Gana başta olmak üzere Batı Afrika'da görülen kuraklık; özellikle Çin ve Hindistan’da giderek artan talep; Ebola salgını; kakao ağaçlarında görülen hastalıklar başlıca sebepler arasında sayılıyor. Hatta bazı uzmanlar, kakaonun yerine geçebilecek nebati yağların veya muhtelif kimyasalların kullanılmaya başlayabileceğini söylüyorlar. Çok dertliyiz, çikolatamız bitiyor…
Çikolata bitmesin tabii, insanlığın mutluluk kaynaklarından biri olduğu söylenir. Fakat çikolata kalmayacak diye dertlenirken dünyada çikolatanın tadını bilmeyenler olduğunu, bunların önemli bir kısmının bizzat kakao üreticileri arasında olduğunu da düşünelim mi?
Kanadalı araştırmacı gazeteci Carol Off’un Acı Çikolata isimli kitabı 2008’de yayımlanmıştı (link). Genelde her nefis kitabın başına geleni yaşadı, hak ettiği ilgiyi görmedi. Oysa Off, çikolatanın sosyal tarihini anlatıyor; çikolata pazarının görünmeyenlerini çarpıcı bir gerçeklikle aktarıyordu. Önde gelen kakao üreticisi ülkelerde yaptığı söyleşilerle; sektörün lider şirketlerinin ne pahasına olursa olsun çıkarlarını korumak için yapıp ettiklerini sergilemesiyle; hayallerindeki bisiklete ulaşmak için kakao tarlalarında köle durumuna düşen çocukları anlatmasıyla; insan kaçakçılığına ve gerçekleri yazdıkları için ortadan kaldırılan gazetecilere değinmesiyle usta işi bir çalışmaydı.
Off’un kitabında Fildişi Sahili’nde daha önce hiç çikolata görmemiş kakao üreticisi bir köyde yaşayanlarla yaptığı bir görüşme de yer alıyordu. Mealen aktarayım:
- Burada topladığınız kakaoları ne yaparsınız?
- Bilmem ne limanına göndeririz, oradan da Amerika’ya, Avrupa’ya gidiyormuş.
- E, onlar ne yapıyormuş ki kakaoyla?
- Bilmiyoruz ki.
- Çikolata yapıyorlar. Peki hiç çikolata yiyen var mı aranızda?
Sadece birisi, köyden bir çıktığında tatmış: “Güzeldi.”
Off, izaha devam ediyor: “Sizin gönderdiğiniz kakaolardan yapılan çikolatalar, bizim oralarda 500 Batı Afrika frankına (1 Kanada doları ediyormuş yaklaşık) satılıyor.”
Bunu duyan köylüler şaşırıp kalıyor tabii: “O para bizim burada bir çocuğun üç günlük yevmiyesi. O kadar para verilip kakaodan yapılmış şey alınır mı yahu? O paraya tavuk falan alırız biz!”
Off’un söyleşisinin benzerinin 2014’te yapılmışı da gösteriyor ki, aradan geçen onca zamanda değişen hiçbir şey yok: Hollanda’dan bir haberci Fildişi Sahili’ne gidip, onlarca yıldır kakao üreten ama çikolatanın ne olduğunu bilmeyen, kakaoyla ne yapıldığını bilmeyen bir adama ilk kez çikolatayı tattırıyor (link). Adamın surat ifadesi… Sonra o adam, çikolatayı arkadaşlarına götürüyor onların da tatması için. “Mmm, tatlıymış”… Onların surat ifadesi… (link) “Beyazlar işte bu yüzden o kadar sağlıklı!...” Bir paket çikolata 2 euroyken, çikolatayı ilk kez tadan Alfonse  günde 7 euro kazanıyor. Ne var ki, bu 7 euroyla ailesinden 15 kişinin ve 4 işçinin geçimini sağlamakla yükümlü!

Fildişi Sahili ve Gana, kakao üretiminin yaklaşık %70’ini karşılıyor. Ortalama bir kakao işçisi günde 1-2 dolar gibi ücretlerle hayatını idame ettirmeye çalışıyor.  Batı Afrika’da 2 milyona yakın çocuğun son derece güç ve sağlıksız koşullarda kakao tarlalarında çalıştırıldığı rapor ediliyor: Sabah 6’da çalışmaya başlayıp ağaçlara tırmanıyorlar, ellerindeki “machete”lerle kakaoyu dalından kesiyorlar -tabii kendilerini kesmezlerse-, boylarını aşan çuvalları taşımak zorunda kalıyorlar, dayağa ve şiddete maruz kalıyorlar, insan kaçakçılarının kurbanı oluyorlar, birçoğu okula gitmiyor ve tabii çikolatanın tadını bilmiyorlar! “Bu dünya, belki de bir başka gezegenin cehennemidir” diyordu Huxley. Haksız değil herhalde…
İnsanlığın genel olarak “geçiştirmeye” meyilli olduğunu biliyoruz; bir sorun, konu üzerinde düşünmedikçe her şey güllük gülistanlık geliyor işte. Çikolatamız bitmesin, kimsecikler üzülmesin tabii ama o parlak çikolata paketlerini açarken arada sırada da olsa bunları da düşünmek gerek herhalde.

Zalim tarih

Mizah sitesi Zaytung haberi pek güzel verdi aslında: "Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin: ‘Üstüne basarak söylüyorum, bunlar çok önemli mozaikler...’"
Dünyanın en büyük mozaik müzesi olan Zeugma antik kentinde üç yeni mozaik ortaya çıkartılıyor, mozaikler kazı yetkilileri ve Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin’in katıldığı bir basın toplantısı ile tanıtılıyor, başta Şahin olmak üzere herkes yaklaşık 2000 yıllık olduğu söylenen mozaiklerin üstünde geziniyor...
Gelen tepkiler üzerine önce Şahin’i mozaiklerin üstüne çıkaran kazı başkanı profesör yaptıklarının mozaiklere zarar vermeyeceğini açıkladı, sonra da  Fatma Şahin "Bana ‘Bir şey olmaz’ dediler, ‘Daha yakından tanıtırız’ dediler, ben de çıktım" mealinde bir savunma yaptı.
Tüm bu hikâye fazla göz önünde gerçekleştiğinden epey dikkat çekti, üzerine konuşuldu. Oysa biraz hafızayla, olmadı çok hızlı bir internet taramasıyla bunun gibi onlarca örneği bir anda yığmak mümkün:

"Ankara’da Roma Sütunlarına Asfalt Kaplama!" (link), "Ermenek’te Kaya Mezarlarına İş Makinası İle Daldılar!" (link), "Restorasyona alınan 1000 yıllık Tekfur Sarayı’na ahşap pencere, alüminyum korkuluklar eklendi. Klima, merdiven ve çatı yapılarak kapalı bir mekâna dönüştürüldü. Uzmanlar Ortaçağ’dan kalan bir yapıya yapılan müdahaleleri ‘felaket’ olarak nitelendirdi" (link), 14. Louis masasında kahvaltı yaptığı iddia edilen, 3. Selim tahtını lojmana taşıtan Topkapı Sarayı müdürü (link), "Halime Hatun Kümbeti'nin önüne yurt yaptılar" (link), "1200 yıllık Urfa Kalesi'nde yağmurdan çöken kısım restore edildi ve ortaya 'bembeyaz bir duvar' çıktı" (link),  dönemin Çevre ve Orman Bakanı’nın "[Allianoi] Roma'dan kaldığına göre, yıllardır demek ki toprak altında. Birkaç yüzyıl daha kalmasının bize göre bir mahsuru yok” açıklaması (link), "Çanakkale’deki Apollon Tapınağı’nın köküne beyaz çimento ve mermer tozu" (link), "Yaklaşık 20 yıl arayla yapılan Foça Kalesi restorasyonları görenleri hayrete düşürüyor" (link), "putperest ve Hıristiyan kavimlerin enkazları" restore ediliyor (link), "Arkeoloji müzesinde sünnet tartışması" (link), dönemin başbakanının "Üç beş çanak çömlek Marmaray’ı dört yıl geciktirdi. Yazık değil mi?" açıklaması (link)...   
Daha fazla uzatmaya gerek yok, sonuçta "yeni Türkiye"ye yakışır, etkileyici bir tarih aşkıyla karşı karşıya olduğumuz aşikâr! 
Aslında açıkça bir zihniyet dünyasının yansımaları bunların hepsi. Çünkü yeni Türkiye’de insan haklarından hukuka, kültürden sanata, doğadan tarihe üzerine basılıp geçilmeyecek neredeyse hiçbir şey yok. Çünkü yeni Türkiye’de tarih bilinci, kültür bilinci hamasi bir 1071 güzellemesinden, içi boş bir "cihan imparatorluğu" vurgusundan öte bir şey değil. Çünkü yeni Türkiye kendini inşa ederken kendisinin benimsemediği her şeyden nefret eden, tek doğrunun kendi bildiği olduğunda inat eden, ileriyi geriyi hiç düşünmeyen isyankâr ergen refleksinin ötesine bir türlü geçemiyor. Çünkü yeni Türkiye’de 1000 odalı kaçak yapılarla tarihin yeniden yazıldığı sanılıyor...  
Tarih, ona bakmayı bilirseniz, epey şey anlatır ve ne yazık ki (ya da ne iyi ki) epey zalimdir; bir gün gelir, insanlar unutabilir olan biten her şeyi ama o asla unutmaz; yapılanı da yapılmayanı da. 520’li yıllarda inşa edilen Aziz Polieuktos Kilisesi, Ayasofya'dan önce İstanbul’un belki de en büyük bazilikası sayılıyordu. Bugün İstanbul-Saraçhane’de bir tür açık hava tuvaleti. Hem tarihin içine rahat rahat etmek isteyenlere duyurmuş olalım hem de "şüphesiz herkesin kendi meşrebince bundan çıkarılacak dersi vardır" diyelim...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...