24 Şubat 2009

"and the winner is..."


radyobemba benim için bittiğinden beri "haftanın filmleri" diye de bir seriye başlayayım diyorum bir türlü girişemiyorum. bari şu oscar'ı vesile edip, ayağımı suya sokayım belki o seriye de başlarız.

en iyi filmden başlayalım tabii. soru basit: slumdog millionaire sahiden bu kadar çok oscar alacak kapasitede bir film midir? cevap veriyorum: hayır. çok iyi bir fikir evet, fakat işlemesi o kadar da iyi değil. yani şu bu kanalda eğlencelik niyetine seyrettiğimiz filmlerden çok mu farkı var, karşısında milk ya da reader dururken? saçma bir aşk muhabbeti üzerine oryantalist soslar.

kadına erkeğe sözümüz yok: winslet da penn de sevdiğimiz, beğendiğimiz ablalar abiler. yardımcı kadına da bi şey demeyeyim cruz ablayı seyretmedik. ama yardımcı erkek için çok net şekilde "benim jokerim jack nicholson'dan başkası olamaz" derim ("sen hiç donuk ay ışığında şeytanla raksettin mi?" deyişi ilk duyduğum andan itibaren ). ölüye saygı başka bir şey ama philip seymour abinin hakkını yemeyin ulen. yönetmen de milk'le van sant'ın hakkıdır zaten bence.

10 Şubat 2009

las meninas


resimden anlamam; çizemem, o zaten ayrı ama böyle bir resme uzun uzun bakıp iç geçirenlere karşı imrenmeyle "ya bi gidin" demek noktaları arasında bir yerde dururum. resimden anlamam ama evet, benim de güzel dediğim, etraflıca baktığım bir sürü tablo var. misal monet'yi pek severim. caravaggio'yu, dürer'i, bruegel'i, klimt'i...

fakat, en azından şimdiye kadar, hiçbir resim karşısında bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi. "çaresiz" kelimesini seçmem boşa değil; zira ilk gördüğümde "ulan bu resimde bi acayiplik var ama nedir?" diye az düşündüm, başka işlerle uğraştım tekrar resme döndüm, bu sefer uzun düşündüm, başka işlerle uğraşıp tekrar resme döndüm, bu sefer tam düşündüm, sağa sola da baktım gördüm ki sahiden de bir başyapıtmış kendisi (uzun uzun nedenlerini yazacak değilim, girin netten bakın). bir türlü algılayamamanın yarattığı "leziz" bir çaresizlikten söz ediyorum yani. insanın bir türlü içinden çıkaramadığı acayip bir duygudan. güzel bir şeyden.

velazquez, neredeyse 350 yıl önce ölmüş, "las meninas"ı yapalı da neredeyse bir o kadar. ama işte onca zaman sonra, bir kişiye bile böyle "çaresiz" hissettirebiliyor. "sanatın gücü" gibi bir klişeye bağlamak istemezdim mevzuyu ama bazen tam da klişeden başka söyleyecek laf kalmadığından kıymet daha da artabilir.

03 Şubat 2009

van minut, ekscüz mi...


"romantik isyankar" eline kronometreyi almış, gerekli ölçümleri yapmış ama daha esaslı bir şeye de temas etmiş: bizim kofti kahramanın kahramanlığını en azından o ilk anda sadece bizim anladığımızı söylüyor.

cinsiyetçilik tartışmasını bir kenara koyalım, adına "delikanlılık" denilen şeye anlam biçenlerdenim ben şahsen. hatta bunun bir hayat tarzı, dünya görüşü olduğunu da iddia edebilirim. fakat başka bir sürü şeyde olduğu gibi bunda da asıl olan, senin o kalıba girmenden ziyade, onun bir kalıp olarak senin üstüne oturup oturmamasıdır. bunu da ancak hayattaki hal ve gidişin belirler zaten. sonuna kadar kovalanan artistliklere manalı da olsa manasız da gönlümüz açık ama artistlik yapıp ondan sonra "benim sözüm moderatöreydi" falan demeyeceksin tabii. ya da ne bileyim, "gazze'de çocuklar ölüyor" diye feryat ederken kendi memleketinin boşaltılan, yakılan köylerinde ölen çocukları, daha 12 yaşındayken vücutlarına 13 kurşun giren çocukları unutmayacaksın. yoksa zaten üzerinde anca anca delikanlı olmayı çok arzulayan lümpen bir mahalle bıçkınına yakışacak kadar duran artistlik de delikanlılık da silinir gider.

haaa, tabii mevzu şu, memleketimiz artık delikanlılığın başka türde kodlandığı bir yerdir, memleketimiz artık at izinin it izine karıştığı bir yerdir. tam o yüzden işte koyun-keçi-abdurrahman çelebi denkleminin gayet geçerli olduğu bir yerdir; o da ayrı...

şükür, eso'nun meşhur sözü hep kulağımda büyüdüm ben: "kıçına güvenmiyorsan borazancı olmayacaksın." en azından artistliğimin kaynağını, kıçımın ölçüsünü biliyorum. allah olmayana da versin tabii...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...