27 Temmuz 2007

"gözüm"

şuna dikkat isterim: Ahmet Kaya özellikle ilk dönem şarkılarını söylerken çok sahici bir adamdır. haybeye demez "şarabın gazabından kork", "metrisin önü kahveler", "su akar yatağını bulur", "ne sen bulutsun ne de ben yağmur", "zagrep radyosunda lili marlen türküsü", "bir ince hesabı görecek adam", "kimseyle konuşmaz dal gibi titrerdi çocukça sevdiği çiçeği sularken", "güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı" diye. gece gece dinleyecek bir şey bulamayıp ona dönmemiz çokluk bundandır...

25 Temmuz 2007

mahmur beste...




akşam yemeğini hayatımızdan çıkardık mı nedir? neredeyse hiçbir şey yiyesim gelmiyor. karpuz, peynir, ekmek üçlemesi kafamda dolaşıyor. heyhat karpuzun kalanını yiyememek, bozulmasını takip etmek canımı sıkıyor. hellimin ama şahane bir buluş olduğunu düşünüyorum. gıprıslılara teşekkür borçluyuz.

Antalya'da çökelek çok yenir. bilhassa kahvaltıda yufka ekmeğine sarılır. bir de akşamüstü karpuzla falan işte. yine de en iyi karpuz eşlikçisi keçi peyniridir. taş gibi ama kıvamlı bir peynirdir kendisi. karakterli yani.

bu mesele üzerine düşününce çocukluğumun Serik yazları geliyor işte aklıma. okul kapanınca gidip 2 ay, 3 ay kalışımız. çardakta herkeslerle uzun uzun, serin serin oturmalarımız. gün boyu gelenler, gidenler, eşler, dostlar, yaşıtlar. yarattığımız ipe sapa gelmez oyunlar, dut ağaçları (ne kadar zamandır dut yemedim?!), toplanan ful yaprakları, muşmula çekirdekleri, bahçedeki onlarca doğum gününden kalma onlarca resim...

o zamanlar yaşadığım saçma mahmurluğu hala bu kadar net hatırlıyor olmam tadının damağımda kalmış olmasından mı, bizzat mahmurluğun tanımından mı yoksa bir daha asla olmayacağını bile bile duyduğum özlemden mi?

19 Temmuz 2007

teğet

hayatımızın ucundan kıyısından, esasen içinden amma çok insan geçiyor. kimi dokunuyor, kimi şöyle bir arkadaşa bakıp çıkıyor, kimi yerleşiyor... bazıları, kısa da kalsa silinmez izler bırakıyor; bazısı uzun oturmasına rağmen kalktığında koltukta kıçının izi bile kalmıyor. şu kendisi gidiyor, bu dönüp dolaşıp karşımıza çıkıyor, onu biz eliyoruz. birinin ikisinin, daha fazlasının değil, arkasından "gitme" dedim; daha çoğuna aldırmadım. "gitme" dediklerime, belki de içimden dediğimden, sesimi duyuramadığım oldu ya da belki de bilerek duymadılar. onlar geri gelsin istedim ama aldırmadıklarımdan "dönmek" isteyenler oldu, sallamadım.

sokakta, orada burada gördüğümüz yüzlerin sayısı pek çoktur. tekrar tekrar gördüklerimiz de vardır mutlaka ama insan işte teğet geçer çoğu zaman birbirine...

13 Temmuz 2007

yeğlediğim on sözcük...

mayıs'ın ortalarında bir yerde bir yorumlaşma sırasında bunu yapalım demiştik. Camus'nünkiler bunlardı:
"yeğlediğim on sözcük sorusuna yanıt: Dünya, acı, toprak, anne, insanlar, çöl, onur, yoksulluk, yaz, deniz."


bizimkiler bunlar:
özgürlük, deniz, hüzün, mavi, tutku, kitap, sahici, gurur, kin, tat.

10 Temmuz 2007

ders: antropoloji

insanevladının seyrüseferi acayip, bunu da kabul edelim.

25 Ocak'ta adını andığımımız Petra'nın dünyanın yeni yedi harikasından birisi olmasını ne Zuğaşi Berepe'de ne kendimizde, Lazlarla Ürdün arasındaki ilişkide aramak lazım...

kartonete şöyle yazmıştı Z.B.: "Lazca'da 'Petra'şa na idare! / Petra'ya gidesice!' diye bir beddua vardır. Petra Ürdün'de ulaşılması güç bir noktadır ve Lazlar'da en uzak kent imgesine sahiptir. Petra'nın Türkçe'deki karşılığı 'cehennemin dibi' dir."

ben, "ne dünya ulan" demişim.

ürdünlüler böyle diyor.

boyun tutuk, sürekli oturup çalışmaktan bacaklarda işlev bozuklukları, parmaklarda kasılmalar, gün ışığına bakamama sorunları, çok az uyudukça kaybolan zaman mefhumu ki sanki birazdan televizyonu açıp ne bileyim karşına mesela hırsız-polis çıkacakmış gibi hissetmene rağmen aslında sabah kuşları saatleri, kafada geçit töreni yapan 100 yıllık bir koca tarih... fikri takip: kolye kayıp.

gitsem mi acaba Petra'ya...

04 Temmuz 2007

açık deniz kapalı şuur



şimdi, insan küçüktür. ufacıktır esasen. üç yol var: kimi bilir, kabullenir. kimi, bilir, bilmezden gelir. kimi, bilirbilmez, aldırmaz.

kabullenenler için iki yol var: bunlara takılmamak, bunların kıyısından dolaşmak.

bilip bilmezden gelenler için iki yol var: bunlardan kaçtığını sanırken takılıp düşmek, bunlarla baş etme metodlarını yaratmak.

bilirbilmezler için iki yol var: bilmek, bilmemek.

bunlara takılmıyorsan hayatın gelip geçer, fark etmezsin. bunların kıyısından dolaşıyorsan hayatın gelip geçer, fark eder gibi olursun; saadet uzakta değildir.

bunlardan kaçtığını sanırken takılıp düşersen, tekrar kalktığında -kalkılmaz diye bir şey çok nadir olur- tekrar takılacağın garantidir. bunlarla baş etme metodlarını yaratmaya çalışanın, seçeneği çoktur, özünde hayal kurmayı, ummayı bırakır. her ikisinde de hayatının geçtiğini görürsün, avucunda gibidir.

eski bilirbilmezlerin bilenleri, eski günlerini ararlar. hayat, geçer gibi oldukça inkıtaya uğrar. bilmeyenleri saadete yelken açarlar; hayat geçer.

koparmada öyledir, silkmede böyledir de, toplamda hayat deniz değildir...

- portfolio
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...