14 Eylül 2010

"türkiye'nin en büyük düdükleri"/bin o uçağa 4

"bin o uçağa" derken şunu kast ediyordum: tiksindiğim adamların hepsi bir uçağa binsinler, o uçak da düşsün ya da kaybolsun. dün televizyonda Erman Toroğlu, Ahmet Çakar, Reha Muhtar üçlüsünü izlerken hissettiğim öfke, ötesinde duyduğum utanç öyle böyle değildi; uçağı kaldırmak farz oldu.

kelimenin düz anlamıyla üç "kafadar" sahada bıçaklanan teknik direktörü bağlamışlar canlı yayına, almışlar ablukaya. adam "ameliyattan çıktım" diyor, "yeme bizi" diyorlar; adam "uefa a lisansım var" dedikçe, televizyondan bizim duyduğumuzu duymazdan gelip "senin diploman var mı? romanya'dan çakma bir şey mi aldın?" diyorlar; güya futbol uleması hazretler iki senedir türkiye'de çalışan adamı bilmiyorlar, "araya kimi soktun da iş buldun?" diyorlar, "diplomanın şekli şemali nasıl?" diyorlar. adam haliyle sinirlenince "burada raconu biz keseriz" tadına geçiyorlar...




peki, bıçaklanan Yüksel Yeşilova Türkiye'de gündeme ilk nasıl gelmişti hatırlayan var mı?:
Steaua Bükreş'i çalıştırırken görevinden alınan ve Başkan Becali'nin "Teknik Direktörümüz müslüman olduğu için başarısız olduk" şeklindeki şaşkınlık yaratan ırkçı açıklamasıyla gündeme gelen Yüksel Yeşilova, Bank Asya 1. Lig takımlarından Giresunspor ile anlaştı.
işte bu adamların o zaman bağlansalar Yeşilova'ya, Becali'ye demediklerini bırakmayacaklarını adımız gibi biliyoruz. ama şimdi kendilerine biçtikleri rol "mahallenin ahlak bekçisi abileri".


Toroğlu, Çakar, Muhtar üçlüsü tiksinilecek adam prototipinin açık örnekleridir. içi boş bir delikanlılık ayağıyla, kerameti kendinden menkul bilgi birikimiyle "ortalamanın, sakilliğin, akıl tutulmasının esirgeyen, bağışlayan, öfkeden ağzından köpük saçan tahrip edici gücüne" yanaşan, oradan başka yerde de zaten tutmayacak, tutunamayacak adamlardır.
 


daha da açık demekten hiç çekinmem: bu heriflerden birisi yarın ölsün en ufak üzüntü duyarsam adam değilim.


meraklısına not: 
vakti zamanında Toroğlu'nu da, Muhtar'ı da yazmıştım.
Artık Muhtar yok mu?

02 Eylül 2010

ilk gece ya da "saat 9'u 5 geçe..."

bir Osmanlı subayı olarak içine girmişliğin vardır herhalde, hiç yoksa bayramlaşmalarda; sağına soluna bakmışındır, fanilerin adım atamayacağı bir-iki odayı görmüş olman da ihtimal dahilinde. "padişahın kızıyla bir izdivaç..." aklından geçmemiş midir?

eğrisi doğrusu artık neyse ortamın sahiplerinin defterini dürmüşsün, bilmem kaç yıl sonra tekrar geliyorsun İstanbul'a; o vaktiyle ("muhtemelen" kaydını düşelim buraya da) kapısından subay olarak girdiğin üç katlı, 290'a yakın odalı, 50 civarı salonu olan, 60 küsur tuvaletli, 6 sultan görmüş yapıyı kendine mesken yapıyorsun... seçtiğin oda, padişahların kışlık oda olarak kullandıkları yer olsa da -"tavanı renkli kalem işi ile tezyinatlı olup ortada kristal bir plafonier yer almıştır, tavan etekleri akant yaprakları ile tezyinatlı olup duvarlar altın yaldız renkli kalem işi süslemelidir"- diğer odalara bakınca mütevazı, eyvallah...


Dolmabahçe Sarayı'ndaki o 290 odanın hepsini açtırmışsındır, içlerine tek tek bakmışsındır bence (obsesif kompülsif bozukluk sahibi olma ihtimalin de fazla). ama sarayı gezip gördüğümden beri aynı sorunun peşindeyim: saraya ilk geldiğinde ettiğin lafı biliyoruz da ("sekiz sene evvel mustarip, ağlayan İstanbul'dan kalbim sızlayarak çıktım. teşyi edenim [uğurlayanım] yoktu."), hamaseti bırak, o koskoca beyaz tül cibinlik altındaki küçük ceviz karyolada kafanı yastığa koyduğun ilk gün aklından neler geçti?

memleketin debelenip durduğu geriliminin yattığı yerlerden birisi işte tam da burada gibime geliyor zira...



ps. fotoğrafı da oradan ayarlayıp koydum zaten, etraflıca bakmak isteyen şöyle buyursun.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...