31 Aralık 2015

2015'in kitabı-filmi

"2015'te okuduğum en iyi kitap", "2015'te seyrettiğim en iyi film" ödüllerini açıklama vakti geldi.

daha önce 2015'te okuduğum kitapların listesini çıkarmıştım (zorunlu açıklama: bu, büyük sebatla sürdürdüğüm, yapmaktan çok da mutlu olduğum 9 yıllık bir gelenek benim için. fakat ilk defa blogu açtığım tarihin yıldönümünde yaptığımdan Kasım'dan Kasım'a uzanıyor liste; bir yıl ama aslında Aralık ayı dışarıda kalıyor, olsun). bütün kitapların içinde:

* Üçüncü Polis - Flann O'Brien
* Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor/Alain Bosquet ile Görüşmeler - Yaşar Kemal
* Nergis - Turgut Ulucan
* Kaderci Jacques ve Efendisi - Denis Diderot

öne çıkmıştı.

"Üçüncü Polis", Lost namlı efsane diziye de esin kaynağı olmuş. O'Brien sahiden müthiş bir dünya kurmuş. işin doğrusu herkese hitap edecek bir kitap değil ama içine girmeyi başarınca alınan lezzetin büyüklüğü şaşkınlık uyandırıcı. O'Brien başganla geç de olsa tanışmış olmaktan mesudum. (çeviri de gayet başarılı)

"Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor", adı üstünde aslında, bir söyleşi kitabı. Yaşar Kemal'in ölümünün hemen ardından okudum bu kitabı. ilk yayın tarihi 1992, dolayısıyla aslında "eski" sayılabilir. fakat Yaşar Kemal'in hem hayatına hem edebiyatına dair çok şey öğrenilebilen bir kitap.

Nergis'i neden sevdim? dili çok sade, kurgusu başarılı, konusu basit ondan sanırım. Ulucan'da şahsen abartıldığını düşündüğüm yazarları rahat rahat geçen bir yalınlık var. bu ilk kitabı, sonraki kitaplardan daha da umutluyum.

Kaderci Jacques ve Efendisi, içlerinde en yaşlı olanı: 1770'lerde yazmış Diderot başgan. fakat çok uzun zamandır okurken heyecanlandığım ender kitaplardan biri oldu. kitapta aslında konu diye bir şey pek yok; Jacques'la efendisinin birbirlerine anlattıkları (çoklukla Jacques'ın) yer yer saçma, yer yer tuhaf, yer yer manasız, komik hikayeler... hikayelerin arasına Diderot'nun girip okurla konuşması... kimin yazar, kimin anlatıcı olduğunun karışması... yine herkese hitap edecek bir kitap değil (çevirisi başarılı) ama bence kat'i surette bir başyapıt. dolayısıyla "2015'te okuduğum en iyi kitap ödülü"nü kendisine verdim. hayırlı, uğurlu olsun...


     
gelelim filmlere... yıllardır (baktım 8 yıl olmuş) her seyrettiğim filme imdb'den not veririm. 2015'te, blog adına bir yenilikle her ay "seyir defteri" başlığıyla bloga da aktarmaya başladım. yanlış saymadıysam bu yıl animasyon, uzun metraj belgesel her şey dahil 143 film seyretmişim. hepsine 10 üzerinden not veriyorum (4-berbat, 5-kötü, 6-idare eder, 7-seyredilir, 8-iyi film, 9-10 zaten çok iyi film). söz konusu ayda misal iki tane 8'lik film varsa, bloga afişini koyduğum film kazanıyor. Ocak'tan itibaren her ayın öne çıkan filmleri şunlar:

Ocak: Birdman (2014): 8/10 
Şubat: Pride (2014):  8/10 (burada Equilibrium ve The Act of Killing de var. ama bu üçünden Pride'ı seçmişim)
Mart: Penguins of Madagascar (2014): 7/10
Nisan: Paddington (2014): 7/10
Mayıs: The Bélier Family (2014): 7/10
Haziran: Who Am I (2014):  8/10 (The Sixth Sense'ı geçmiş)
Temmuz-Ağustos-Eylül:  Inside Out (2015): 8/10 (Boyhood'u geçmiş)
Ekim-Kasım: Listen to Me Marlon (2015): 8/10 (Me and Earl and the Dying Girl'ü geçmiş)
Aralık: Angst (1983): 8/10

9 olmadığına göre tabii ki 8'likler içinden bir değerlendirme yapmak gerekiyor. 

Birdman aslında tavır olarak Üçüncü Polis'le Kaderci Jacques'ı da biraz andırıyor. Kahraman-kahramanın alter egosuna karşı. Pride, İngiltere'deki eşcinsel hakları mücadelesinin iyi anlatımı, hikayenin gerçek olması daha da güçlendiriyor filmi. Who Am I, Alman filmi; bir hacker'ın enteresan hikayesi. Inside Out çok eğlenceli animasyon, beynin içini tariflemeleri falan gayet güzel. Listen to Me Marlon'daki malzemeyi bilhassa bütün oyuncuların, oyuncu adaylarının, sinemayla uğraşanların, sinemaseverlerin görmesi gerek. Brando'nun ne kadar kendine özgü bir adam olduğu ortaya çıkıyor, yine de daha iyi işlense kesinlikle efsane olacakken olamamış bir belgesel-film. 

1983'te çekilmiş Angst, Almanca "korku" demek. psikolojik gerilim. ama sahiden psikolojik sahiden gerilim. yine gerçek bir olaydan esinlenilmiş. Erwin Leder öyle bir performans yapmış ki hayran olmamak elde değil, kesinlikle üst düzey oyunculuk. daha acayibi ama yönetmen Gerald Kargl'ın tek filmi olması. 30 yaşında böyle bir film çeken, kamerayı türlü biçimlerde şahane kullanan biri neden başka film çekmez ki? bunu da o düşünsün tabii ben değil ama neticede "2015'te seyrettiğim en iyi film" ödülünü Angst'a verdiğimi bilsin. 

seyir defteri / aralık 2015

Creed (2015):  7/10

The Little Prince (2015): 7/10

The Good Dinosaur (2015): 5/10

The Intern (2015): 5/10

Little Fockers (2010): 5/10

Cold Prey (2006): 5/10

Monsters vs. Aliens (2009): 5/10

The 33 (2015): 6/10

The Gift (2000): 5/10

Next Door (2005): 4/10

Sinister 2 (2015): 6/10

Meet the Fockers (2004): 6/10

Montage (2013): 6/10

Angst (1983): 8/10


The Wicker Man (1973): 6/10

Hotel Transylvania 2 (2015): 7/10

The Awakening (2011): 5/10

Gett: The Trial of Viviane Amsalem (2014): 7/10

03 Aralık 2015

seyir defteri / ekim-kasım 2015

Pusher (1996): 6/10

Creep (2014): 4/10

Who Framed Roger Rabbit (1988): 7/10

Bolt (2008): 7/10

Listen to Me Marlon (2015): 8/10

 

Everest (2015): 6/10

Youth (2015): 7/10

Love & Mercy (2014): 6/10

Ant-Man (2015): 6/10

Bone Tomahawk (2015): 6/10
 
Ronaldo (2015): 5/10

Gravity (2013): 6/10

Agora (2009): 7/10

Red Army (2014): 6/10

Despicable Me 2 (2013): 7/10

Arn: The Kingdom at the End of the Road (2008): 6/10

Arn: The Knight Templar (2007): 7/10

I Knew It Was You: Rediscovering John Cazale (2009): 7/10

Hotel Transylvania (2012): 7/10

Vidocq (2001): 7/10

Hidden (2015): 7/10

The Final Girls (2015): 5/10

Force Majeure (2014): 6/10

The D Train (2015): 7/10

The Crazies (2010): 5/10

Minority Report (2002): 7/10

Jurassic World (2015): 6/10

Me and Earl and the Dying Girl (2015): 8/10

 

17 Kasım 2015

Kitabi: 06.XI.2014 - 06.XI.2015


Üçüncü Polis Flann O'Brien
Nasipse Adayız Ercan Kesal
David Bowie Simon Critchley
Kafka: Utanç ve Suçluluğun Şairi Saul Friedlander
Edebiyat Nasıl Okunur Terry Eagleton
Jerome Lindon Jean Echenoz
2000 Yılın Sevgilisi Refik Halid Karay
Hacıyatmaz Kurt Vonnegut
Hazreti Muhammed W. Montgomery Watt
Çerkes Ethem Hüseyin Aykol
O ve Ben Necip Fazıl Kısakürek
Babıali Necip Fazıl Kısakürek
Bir Filiz Vardı Orhan Kemal
Philip S.'nin Kayboluşu Ulrike Edschmid
Devir Ece Temelkuran
Mozart (der.) Ahmet Say
Ölümden Beter Yazgılar Kurt Vonnegut
Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor/Alain Bosquet ile Görüşmeler Yaşar Kemal
İslâmî Feminizmler (der.) Zahra Ali
Bir Sabah Uyandığımda Yoktum Işıl Kocaoğlan
Kroyçer Sonat Lev Tolstoy
Yaşasın Devrim Derry Nairn
Nergis Turgut Ulucan
Dalga Todd Strasser
Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı Giray Kemer
Ukde Akif Kurtuluş
Kaderci Jacques ve Efendisi Denis Diderot
Kodes Kuşu Kurt Vonnegut 
-----------------------------------------

* Üçüncü Polis - Flann O'Brien 
* Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor/Alain Bosquet ile Görüşmeler - Yaşar Kemal 
* Nergis - Turgut Ulucan 
* Kaderci Jacques ve Efendisi - Denis Diderot

14 Ekim 2015

Milliyetçiliğin Bir Av Sahası: Futbol



bu yazıyı Cogito'nun "Dünya Gözüyle Futbol" dosyası için yazmıştım (sayı 63, Yaz 2010)

---------------------------------------
MİLLİYETÇİLİĞİN BİR AV SAHASI: FUTBOL
Kıvanç Koçak
 
Futbolu, dünyayı saran, milyarlarca insanı -hem maddi hem manevi anlamda- peşinden sürükleyen bir tür “yeni din” olarak adlandırmak mümkünse milliyetçilik çok uzun zamandır zaten böyleydi, böyle:  Kitleleri ajite eden, harekete geçiren, “akıl tutulması”na sokan bir zihniyet örgüsü. Bu iki büyüklüğün, futbol ve milliyetçiliğin ilişkileri, bir araya geldiklerindeki yansımaları; futbolun, milliyetçilik açısından bir tür “av sahası” olduğu temel argümanı üzerinden düşünüldüğünde daha da boyutlu ve dikkat çekici bir hale geliyor. Öyleyse futbol-milliyetçilik ilişkisine, esas olarak söz ettiğimiz argüman düzlemini kaybetmeden, öncelikle teorik bir zemin oluşturup daha sonra “sahaya inerek” ve Türkiye’den çeşitli örnekleri ele alarak göz atmayı deneyelim.


“Milliyetçilik her sorunu ...’ya bakarak çözmektir”
Modern milliyetçiliğin Fransız İhtilali’yle başladığı genel olarak kabul edilen bir görüştür. Nitekim milliyetçiliğin siyasi tartışmalarda merkezî bir yer almaya başlaması 19. yüzyıl sonları olarak tarihlenir.[1] İhtilalle birlikte Avrupa’ya yayılan milliyetçilik fikri, çeşitli imparatorluklar içinde yaşayan çeşitli halkların kendi milletleri etrafında bir araya gelme düşüncelerini körükleyerek yavaş yavaş imparatorlukların sonunu getirdi.

Milliyetçiliği, ideoloji basitçe “siyasi veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü”[2] olarak tanımlandığında, bir ideoloji olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak kavramı salt bir ideoloji olarak değil, daha ziyade bir “zihniyet örgüsü” olarak ele almak daha yerinde olacaktır. Zira “milliyetçiliğin ‘senkretik esnekliği’, son derece farklı ideolojilerle birleşimleri kabul edebilme yetisi”[3] kapsayıcı yapısını da beraberinde getirmektedir. Buna bağlı olarak “etnik”, “sivil”, “modernist”, “sol” vb. gibi “milliyetçilik türlerinden” söz etmek yersiz olmayacaktır.[4]  

Hangi türde olursa olsun, köklerine inildiğinde, milliyetçiliğin özünde yatan “bir milletin diğerlerinden üstün olduğu” fikridir. Bu bağlamda milliyetçi düşüncenin fikir babalarından Fransız gazeteci Maurice Barrès’in, “Milliyetçilik, her sorunu Fransa’ya bakarak çözmektir”[5] formülü milliyetçi düşünce yapısının iyi bir özetini sunar aslında: Fransa’nın sorunlarını, Fransa’nın ne olduğunu Fransız olmayan unsurların dışlanmasıyla çözebileceğine inanan bu düşünce yapısını ülke adlarını değiştirerek her yere uygulamak mümkün gözükmektedir. Milli değer ve menfaatler her şeyin üstünde gelir, bunlara aykırılık gösterenlerin söz konusu millet içinde var olmaları yaratılan “ulus-devlet” için zararlı olarak algılanır. Nitekim milliyetçilik konusundaki temel referans çalışmalar da “milliyetçiliği yaratanın millet değil milleti yaratanın milliyetçilik olduğu”nun altını çizmektedir.[6]

Bu noktalar üzerinden bakıldığında milliyetçiliğin insanları galeyana getirmenin, “kitle insanı” haline sokmanın en kolay biçimlerinden birisi olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. İşte futbol tam da bu yüzden milliyetçiliğin önde gelen av sahalarından biridir. Çünkü stadyumlar, oradaki atmosfer, tün genişliğiyle futbol alemi milliyetçi duyguların kabarmaya en müsait olduğu alanlardır.

“Kitle ruhu”nun mekânları olarak statlar
Kitle içinde olmak, Elias Canetti’nin başyapıtı Kitle ve İktidar’da gösterdiği gibi, insanların birbirlerinden güç alarak korkuyu geride bıraktıkları, kendilerini muktedir hissettikleri bir ortam yaratır: “İdeal durumda, kitle içinde herkes eşittir; kitle içinde cinsiyet dahil hiçbir ayrımın önemi yoktur… Birdenbire her şey tek ve aynı vücutta oluyormuş gibi olur.”[7] Kalabalıktan alınan kuvvetle hissedilen muktedirlik, “kitle ruhu”nu harekete geçirecek temel iticilerdendir. Birbirlerine sarılarak büyüyen kitle içindekiler, oluşturdukları gücün farkındadır; bireyselliğin anonimlik içinde kaybolmasının yarattığı dizginsiz enerji kendisine karşı olanlara yönelmeye son derece açıktır.

Stadyumları bu çerçevede düşünelim: Dünyanın dört bir yanında ortalama 20 bin kişinin aynı günde, aynı yerde, aynı saatte, aynı amaç için bir araya geldiği yerler. Dolayısıyla stadyumların “kitle ruhu”nun en bariz şekilde hissedildiği yerlerden biri olduğu ortadadır. Hal böyleyken bu sistematik ve duygu ortaklığı çerçevesindeki mekânsal buluşma stadyumları, milliyetçiliğin en rahat hareket edebileceği zeminlerden biri haline de getirir. “Futbol dünyası, özellikle taraftar (alt-) kültürü, takımını/kendini yüceltip, rakibi/düşmanı aşağılayan marşlar, bayraklar, pankartlar vb. repertuvarının zenginliği ve coşkusu ile, milliyetçiliği özellikle gündelik ve popüler düzeyde cisimleştiren ritüel ve sembol ihtiyacı için mükemmel bir kaynaktır.”[8] Zaten esasa bakıldığında da spor alemi toplumsaldan bağımsız değildir: Güç, iktidar, tahakküm ilişkilerine son derece entegredir. “Ayrıca, popüler spor kültürü, toplumsal/kültürel farklılaşmanın ve antagonist çelişkilerin var olduğu bir toplumsallıktan ‘hayalî bir birliğin’ (yeniden) oluşmasında önemli bir rol oynar. Bundan dolayı, kültürel bir pratik olarak spor alanı milliyetçi söylemin (yeniden) üretildiği ve milli kimliğin söylemsel olarak (yeniden) kurulduğu hegemonik pratiklerin bir mücadele alanını oluşturmaktadır.”[9]

Bir “savaş modellemesi” olarak futbol
Konuya futbol üzerinden bakacak olursak “mücadele alanı” kavramı gerçekliğin birebir yansıması gibidir adeta; “oyun” özelliklerini usul usul kaybederek bir spor olmaktan çıkıp bir tür “savaş modellemesi” haline dönüşmüş olması futbola verilen anlamların zenginliğinde, kendisine atfedilen değerlerin milliyetçi yönlendirmeye çok açık olmasında yatmaktadır. Öyle ki, Norbert Elias futbolun “kontrollü şiddet kullanımını rafine etmesiyle modern özdenetim habitus’unun tipik bir örneği” olduğunu ileri sürmekte ve “uluslararasındaki savaşların ritüel ikamesi haline gelerek son kertede barışçı bir işlev gördüğüne” değinmektedir.[10]

Futbolun bu “supap” rolü, maç sonucunun matematik kesinliğinden kaynaklanır. Tıpkı bir savaşta kazananın-kaybedenin belli olması gibi, skor tabelasında görülen sonuç rakibe boyun eğdirmenin açık yansımasıdır. Bütün ulus, taraftar kitlesi sahada rakibine boyun eğdirmeyi başarmış futbol takımında cisimleşmiş gibidir adeta.

Futbol-savaş benzetmesinin popüler/gündelik hayattaki görünümlerinden birisi de dildedir aslında: Rakip kaleye yapılan “akınlar”, “savaşçı” futbolcular, “lejyonerler”, “bazuka” gibi şutlar, şut “bombardımanı”na tutulan kaleler, “gladyatörler”, gittikçe daha fazla görülmeye başlayan “arena” isimli statlar… Medya aracılığıyla daha da zenginleşen ve gündelik hayatın içine iyice sokulan askerliğe (ve erkekliğe) yollamalarla dolu futbol dili, “güzel oyunun” karakterini iyice bozarak savaş modellemesi örneğinin oyunun içine iyice sokulmasına yol açmaktadır.

Temel milliyetçi kalıpların başında gelen “biz”-“onlar” ayrımının (ki “onlar”ı “düşmanlar” olarak okumak da mümkündür elbette) bu yollarla futbol içine yerleşmesi; “oyunun bizzat amaç olmaktan çıkarak araçsallaş[ması], çocuksuluğunu yitir[mesi]”[11] zaten baştan çıkmaya hazır kitleyi çok hızlı ve derin şekilde etkileyebilir. Zira karşılaşma sonucundan doğacak katharsisin büyüklüğü bir ulusun başka bir ulus karşısındaki “zaferinden” kaynaklanmaktadır!

Milliyetçilikle iç içe geçmiş takımlar
Bütün dünyada, milli takımları zaten bir kenara bırakacak olursak, milliyetçilikle iç içe geçtiği söylenebilecek takımlar görmek mümkündür. “Sahaya inip” bunlardan bazılarına hızlıca göz atalım.

Sloganı “Mes que un club” (“Bir kulüpten daha ötesi”) olan “FC Barcelona, Katalan halkının bir futbol takımı suretindeki epik yücelişi olarak tanımlanmıştır.”[12] 1899’da kurulan kulüp Katalan halkının özlemlerini, başarılarını, kahramanlıklarını dile getirdiği bir sembol, Katalan milliyetçiliğinin açık bir yansımasıdır. 1925 yılında oynanan bir maçta İspanya milli marşı ıslıklandığı için 6 ay yasaklanan kulüp bu süre içinde dahi futbolcularının ve taraftarının terk etmediği, Barcelona bayrağının çoğu zaman Katalan bayrağının yerine geçtiği bir yapıya sahiptir. Franco rejimi sırasında büyük baskı altına alınan Katalonya halkının en büyük simgesi olan Barcelona ve stadı Camp Nou, yasak olan Katalanca’nın korkusuzca konuşulduğu, insanların kendilerini ifade ettikleri en önemli odak olmuştur. Bu yüzden “kimileri, yarı şaka yarı ciddi, İspanya’da demokrasiye geçiş sürecinin Aralık 1973’te Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle değil, Şubat 1974’te Barça’nın Real Madrid’i Madrid’de 5-0 yenişiyle başladığına inanırlar.”[13] Barcelona’nın Katalan milliyetçiliğindeki yeri bugün de tartışmasızdır.

Aslına bakılırsa Barça’nın ezeli rakibi Real Madrid’in doğrudan milliyetçilikle ilişkisi olduğunu ileri sürmek kolay değildir. Ancak özellikle 1950’li yıllardan itibaren, İspanya’daki diğer takımlar karşısında merkezdeki gücü temsil ediyor olarak görülmesi, Franco’nun desteklediği takım olarak merkezî iktidarla özdeşleştirilmesi böyle bir algı yaratmıştır. Beri yandan bu algının hepten sorunlu olduğunu ileri sürmek de güçtür. Çünkü Real Madrid, Franco döneminin nimetlerinden oldukça yararlanmış, başarıları rejim tarafından kullanılmış, “özel elçi” olarak çeşitli Avrupa turlarında boy göstermiştir.

1898’de kurulan ve kurulduğu günden bu yana Bask kökenli olmayan hiçbir futbolcuya takımda yer vermeyen Athletic Bilbao kuşkusuz futbol-milliyetçilik ilişkisinde en müstesna yerlerden birine sahiptir. Bask milliyetçiliğin sembolü olarak Bask bölgesinde “milli takım” muamelesiyle izlenen Athletic için söylenen sözlerden birisi herhalde durumun en net izahı: “Athletic sahaya çıkınca ETA susar!”

Portekizli diktatör Salazar’ın desteklediği Benfica, taraftarları arasından Sırp milliyetçiliğe önemli elemanlar veren Kızılyıldız, Doğu Bloku’nun çökmesiyle bağımsız bir devlet olarak örgütlenen Hırvatistan’da milliyetçi rejimin ülkenin komünist geçmişinden kurtulma operasyonlarından birisi kapsamında ismi Croatia Zagreb’e çevrilen Dinamo Zagreb[14], aşırı milliyetçi-faşist taraftar yapısıyla bilinen Lazio milliyetçilikle iç içe geçmiş takımlardan bazılarına hızla verilebilecek örneklerdir.

Her ne kadar her zaman milliyetçilikle iç içe olmasa da, ırkçılığın da milliyetçilikle beslenme/besleme ilişkisi içinde olduğu söylenebilir. Bu çerçevede İspanya’da, İtalya’da, Belçika’da, özellikle eski Doğu Bloku ülkeleri futbol ortamında görülen ırkçı yaklaşımlara da değinmek gerek elbette. Barcelona’da oynadığı dönemde bir Real Zaragoza maçında ırkçı tezahüratlara maruz kaldığı için sahayı terk etmek isteyen siyahi futbolcu Eto’o örneği, en üst düzey takımlarda oynayan en üst düzey futbolcuların bile ırkçı saldırganlıktan nasibini aldığının kanıtı. Lazio’lu futbolcu Di Canio’nun bir galibiyet sonrası faşist selamı yapması, İspanya teknik direktörü olduğu dönemde Fransız Henry’ye karşı oyuncusunu motive etmenin yolunu “Sen o maymundan daha yeteneklisin” demekte bulan Aragones’in sözleri, Dünya Şampiyonu olmuş Fransa Milli Takımı için “takımda renkli oyuncu dozu fazla” diyen aşırı milliyetçi Le Pen’in tavrı, Avrupa Kupası maçlarında siyahi futbolculara yapılan tezahüratlar yüzünden verilen para cezaları… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Nitekim günümüzde neomilliyetçilikle at başı giden ırkçı yükseliş, durumun halı altına süpürülebilir boyutların ötesine geçtiğinin farkında olan futbolun global yöneticileri tarafından temel sorunlardan birisi olarak ele alınıp, çeşitli kampanyalarla önlenmeye çalışılıyor.

Tüm dünyada neomilliyetçiliğin ve faşizmin yükselişe geçişinin sebeplerini sorgulamak bu yazının konusunun dışında kalır elbette ancak işsizlerin, lümpenlerin, kendilerini ifade edecek kimlik konusunda sorun yaşayanların milliyetçi hareketlerin taşıyıcısı olduğu da bir gerçektir. Tribünlerde toplanarak “adanmışlık” örnekleri sergileyen, bir kimliğe ait olmanın coşkusu içindeki bu kitleler, daha önce de değindiğimiz gibi milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu insan kaynağını da potansiyel olarak barındırmaktadır.

Türkiye: “Gürbüz ve yavuz evlatlar”dan “siyasetçilerin oyunu”na…
Türkiye’de futbol-milliyetçilik bahsinde söz söylemeye girişmeden önce sadece futbolun değil, esas olarak sporun-sportif faaliyetlerin bir siyaset aracı olarak rejim tarafından Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren etkin şekilde kullanıldığının altını çizmek gerek.

19. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlaşan ve gelişen beden terbiyesi ve spor politikalarının Osmanlı’nın sonu ve erken Cumhuriyet döneminde dünyadaki gidişata benzer bir seyrinin olduğu söylenebilir. Toplumun, özellikle gençlerin olası bir savaşa karşı her an hazır olmalarının sağlanması kapsamında fizikî yeterliliklerinin artırılması; çeşitli nedenlerle sağlığı bozulmuş kitlelerin hiç değilse vücut sağlıklarının belli bir noktaya taşınması; gençlere, iktidarın ahlâki değer yargılarının benimsetilmesi, “boş düşüncelere”(!) kapılmalarının engellenmesi kapsamında ülke ve devlet için hem kendini feda etmeye hazır bir moral motivasyon verilmesi hem de ahlâk dünyalarının buna göre şekillendirilmesi: “İdmanın Türk gençliği için pek çok faydaları olacak, gerek ordu ve gerek bütün gençler idman sayesinde iyi bir sıhhat sahibi olarak vatana ve memlekete kıymettar hizmet edecekler ve idman gençleri mesavi-i ahlâkiyeden kurtarmak için iyi bir amil olacaktır.”[15] Dönemin genel ve hâkim bir zihniyetini yansıtan dönemin Başvekili İsmet Paşa’nın sözleri, Cumhuriyet’in bir şiarı olarak toplumun “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tasarlandığı da düşünülürse, ayrışmalara neden olabilecek sporun yarışmacı ruhundan mümkün olduğunca kaçınılarak, sporun “beden terbiyesi”nin içinde erimesinin hedeflenmesi amacını da açıklar. Nitekim 1930’da Maarif Vekaleti tarafından öğrencilerin spor kulüplerine katılmalarının yasaklanması da bunun açık bir yansımasıdır.

Dolayısıyla Selim Sırrı Tarcan öncülüğünde okul programlarına alınan beden terbiyesi derslerinin Mustafa Kemal’in arzuladığı “gürbüz ve yavuz evlatlar”ın yetişmesindeki rolü kilit önemdedir. Bu çerçevede özellikle liselerdeki beden eğitimi faaliyetleri ve sportif etkinlikler, rejimin arzuladığı gençlerin kendilerini göstermesi açısından merkezî noktadadır. Resmî bayramlarda yapılan -kuşkusuz özellikle 1938’de Gençlik ve Spor Bayramı olarak kabul edilen 19 Mayıs’larda- geçit törenleri, bedenin yetkinliğini göstermeye yönelik çeşitli gösteriler hem gençlerin kendilerini Cumhuriyet için adamışlıklarını hem de beden terbiyesinin militarist içeriğini doldurur. Kısaca erken cumhuriyet döneminde devletin açıkça bir ideolojik aracı halindeki spor, sosyal hayata müdahalenin etkili bir aracı olarak sonuna kadar kullanılmıştır.[16]

Daha özelde Türkiye’de futbolun siyasetle ilişkisi bu yazının sınırlarını aşacak olsa da milliyetçiliğin futbola entegre oluşunun kavranması açısından buna da kısaca değinmek yerinde olacaktır. 

1950’li yıllarla birlikte ülkede yaşanan hızlı dönüşüm ve değişimler sporda da yansımalarını gösterdi. Ülkenin II. Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın yeni hegemonik gücü olarak ortaya çıkan Amerika’yla hızla yakınlaşması, Marshall Yardımları’nın devreye girmesi, artan sanayileşme ve şehirleşme, siyasetin hızla kamplaşması, basının yaygınlaşması ve kültürel kodların farklılaşmaya başlamasıyla toplumsal anlamda ciddi bir değişim içine giren Türkiye toplumu; sporu da militarist ve “devletçi” boyutundan uzaklaşarak daha ziyade rekabetçi yönüyle algılamaya başladı. 1951’de futbolda profesyonelliğin kabul edilmesi, her ne kadar o yıllarda Batı’daki profesyonellikle kıyaslanması söz konusu olmasa da, sadece Türk futbolu için değil Türkiye’de sporun seyri açısından da büyük bir adım anlamına gelmekteydi.   

1951-52 sezonunda kurulan ilk profesyonel ligler futbolun daha da yaygınlaşmasına vesile olmuşsa da yine de “millilikten” söz etmek mümkün değildir. Zira sadece İstanbul, İzmir ve Ankara’da yaşama geçirilebilen bir lig sistemi vardır. Diğer şehirlerin takımları ancak amatör ölçülerde, kendi şehirlerinin kapsamı içinde faaliyetlerini sürdürmektedirler. 1959’da kurulan Milli Lig’in durumu bir anda değiştirdiğini söylemek de doğru olmayacaktır; 1964’e kadar yine sadece İstanbul, İzmir ve Ankara takımlarının yer aldığı bir lig sistemi söz konusudur. Ancak durum bu tarihten itibaren yavaş yavaş değişmeye başlar. Milli Lig’in ülke geneline yaygınlaştırılarak gerçek bir Türkiye Ligi oluşturulması amacıyla tüm illerde, o ilin adını taşıyacak takımların kurulması, var olan takımların tek bir çatı altında birleştirilmesi teşvik edilerek 1963-64 sezonunda İkinci Lig, 1967-68 sezonunda ise Üçüncü Lig kurulur. Bu dönem Anadolu’da tam anlamıyla bir “takım patlaması” yaşandığı, birbiri peşi sıra takımların kurulduğu bir dönem olur.

Bu patlamada futbolun kitleler üzerindeki etkisinin farkına varan siyasilerin, en popüler spor olarak hızlı bir şekilde yükselen futbolu kendi siyasi hayatları doğrultusunda bir araç olarak kullanmaya başlamalarının da rolü de göz ardı edilemez elbette. Yerel siyasetin öneminin artmasına paralel olarak siyasi çevrelerin kendi yerelliklerinde spor ve özellikle futbol üzerinden kurdukları meşruiyet, spor-politika ilişkisini erken Cumhuriyet döneminden bambaşka bir boyuta sokmuştur.[17] Politikacıların hamiliğinde kendilerine yol arayan takımlara, takım kollayan üst düzey bürokrat ve yöneticilerin katılması futbol-siyaset ilişkisinin kalıplarının şekillenmesinde temel noktalar olmaya başlamıştır.

Tek spor: Futbol
1970’li ve 1980’li yıllar boyunca aksayarak da olsa devam eden hamlelerle toplum nezdindedeki popülerliğini gittikçe kabul ettiren futbol, zaten sağlam bir spor kültürünün varlığının söz edemeyeceğimiz Türkiye’de diğer sporlar karşısında hegemonyasını daha da arttır. Ülkede tıpkı 1950’li yıllardan yaşananlara benzer bir dönüşümün görüldüğü ve “dışa açılma”nın, dünyada da yükselmeye başlayan neoliberal dalganın merkeze alındığı ’80’li yıllarda gerek yurt dışından gelen çalıştırıcılar ve futbolcular gerek Avrupa Kupaları’nda Türk takımlarının ender de olsa aldığı başarılı sonuçlar, dünya futboluna entegre olma çabasının ürünüdür.

Türkiye’de futbolda özellikle 1990’lı yılların ortalarından günümüze kadar uzanan değişimleri yine dünyadaki gelişmelerden ayırmak mümkün değildir. Teknoloji ve iletişimde yaşanan büyük gelişmeler, medyanın gücünü iyice arttırmış; bunun yarattığı kitleselleşme ve ticarileşme, futbolun bir “endüstri” olarak adlandırılmasına kadar gitmiştir. Aynı anda milyarlarca insanı ekran başına, on binlercesini stadyumlara çeken bir spor olarak futbol tüm dünyada dominant hale gelmiştir. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi Türkiye gibi yaygın bir spor kültürünün varlığından söz edilemeyecek ülkelerde diğer tüm spor dallarının iyice geri plana düşmesine, sporun salt futbolla özdeşleşmesine uzanmıştır. Diğer spor dallarına ilgi arada sırada kazanılan kimi uluslararası başarılar ekseninde artarken, Türk futbolunun girdiği genel yükseliş trendi de “tek spor” olarak futbolun yerini sağlamlaştırmıştır. 

Milli mücadelenin bir aracı
Tarihsel olarak futbolun ülkedeki tek spor haline geliş sürecine baktığımızda, Türkiye’de siyasetin spora bakışından ve futbolla kurduğu ilişkiden de yola çıkarak, futbol-milliyetçilik ilişkisinin eksenini daha da netleştirebiliriz: Futbolun milliyetçi bir enstrüman haline gelmesinin temelinde ülkenin kuruluş ideolojisi yatmaktadır. Kuruluşundan itibaren “dışarıya” karşı her zaman şüpheyle yaklaşmış bir ülkenin futbolda elde edilecek başarılara büyük anlamlar yüklemesi anormal değildir. Çünkü bunlar, âdeta savaş kazanmakla eş anlamlı görülmekte, “Batı”nın dize getirilmesinin sembolik yansımaları olarak değerlendirilmektedir.[18] Nitekim futbol Türkiye’ye ilk kez girdiği yıllardan itibaren -Kurtuluş Savaşı dönemine doğru artan şekilde- “milli benliğin” kuruluşunda önemli bir aracılık rolü oynamıştır: Takımı olan yabancılara karşı yapılan maçlar, 1920’lerde İstanbul ve İzmir’de Rum azınlık takımlarıyla yapılan maçlar, işgal kuvvetlerine karşı oynanan maçlar sürekli “milli maçla” eş tutulmuştur.[19]

O günlerden günümüze kadar geldiği söylenebilecek ülkenin etrafının düşmanlarla çevrili olduğu düşüncesi, her an komployla karşı karşıya kalınacağı duygusu tribünlerdeki milliyetçiliği açığa çıkarmaya daha da yardımcı olmaktadır. Bunda Türkiye’nin temel paradokslarından birisi olan Avrupa’ya karşı tutum konusundaki kararsız, gelgitli hal de kilit rol oynar: Bir yandan içinde ciddi bir düşmanlık, gerginlik barındıran Avrupa karşıtlığı; öte yandan onlardan biri olduğunun kabul edilmesini isteme, Avrupa’ya duyulan hayranlık… Bu ikili ruh hali futbolda daha da net şekilde gözlenmektedir. Dolayısıyla “dışarıyla” yapılan maçlar bu çerçeve içinde de düşünülmelidir. En billurlaşmış ifadesini “Avrupa Avrupa duy sesimizi/İşte bu Türklerin ayak sesleri” tezahüratında bulan bu ruh hali “onlara/düşmana” üstünlüğün açıkça kabul ettirilebileceği bir alan olan futbol üzerinden “milli mücadele” duygusuyla iyice pekişir.[20]

Değindiğimiz gibi özellikle 1980 sonları ve 1990’larla birlikte yükseliş trendine giren ve başarılı sonuçlar almaya başlayan Türkiye futbolunun, buna paralel olarak futboldaki milliyetçi dalganın yükselişinin de itici unsurlarından olduğunu kabul etmek gerekir. Zira maçlara verilen anlam ülke çapında “milli mücadele” düzeyinde ele alınmaya başlayınca milliyetçi düşüncenin bundan faydalanmak istememesi düşünülemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında “fuzuli iş” olarak değerlendirilen, milleti “hayvan sürüsü” haline getirdiği öne sürülen futbol[21], 1990’larla birlikte milliyetçiler açısından ciddi şekilde yer alınması gereken bir alan olarak görülmeye başlanır.

Türkiye’de milliyetçi hareketin tribünlerde kendini açıkça hissettirmeye başladığı dönem 1990’lara tarihlenince, bunda ülkedeki Kürt hareketinin rolü de yadsınamaz. Nitekim o zamana kadar olmayan bir uygulamayla maçlardan önce milli marşın okunması 1992’deki önemli bir PKK saldırısının ardından yavaş yavaş başlamış ve daha sonra yerleşmiştir.[22] Aynı dönemde tribünde milliyetçi sloganların atılmasına, pankartların açılmasına gösterilen müsamaha; çeşitli kulüplerin yapılanmalarında görülen milliyetçi “kadrolaşma”; tribünlerde üç hilalli bayrakların artması, “bozkurt” işaretlerinin yaygınlaşması; takım kaptanlığı yapan futbolcuların kaptanlık pazıbenti olarak ay-yıldız kullanmaya başlamaları milliyetçi dalganın yükselişinin göze çarpan örnekleri olarak öne çıkar. Aynı şekilde PKK’yı desteklediği düşünülen ülkelerin takımlarıyla yapılan maçlarda gerek tribünde gerek medyada gösterilen tavır da bundan bağımsız düşünülemez.[23]

Futbol milliyetçiliği açısından üç özel örnek: Diyarbakırspor, Yunanistan maçları, Hrant Dink cinayeti
Yunanistan’la Kurtuluş Savaşı günlerinden kalan husumeti herhangi bir spor karşılaşmasında tekrar tekrar üretmeye meyleden milliyetçi algı için özel bir paragraf açmak futbolun içine sızmış milliyetçiliğin temsili için yerinde olacak herhalde. “Tarihi düşman” Yunanistan’la ve Yunanistan temsilcileriyle oynanan maçlarda tribünlerde açılan “1453 İstanbul” pankartları ve yapılan tezahüratlar bir yana medya da söz konusu milliyetçi dili aktif şekilde dolaşıma sokmaya çok heveslidir. Bir örnek olay olarak Mart 2007’de Euro 2008 elemeleri için Atina’da karşı karşıya gelen ve Türkiye’nin 4-1 kazandığı maçtan sonraki manşetlere bakmak derdimizi anlatmakta yeterli olacak: “İşte Mustafa Kemal’in Çocukları” (Fanatik), “Atina Fatihleri” (Hürriyet), “Yunan’ı Topa Tuttuk” (Posta), “Atatürk’ün Aslanları” (Sabah), “Ne Mutlu Türküm Diyene” (Fotomaç), “Denize Döktük” (Takvim), “Fatih Sultan Terim” (Vatan).

Bir milli maç üzerinden Kurtuluş Savaşı referanslarıyla yaratılan milliyetçi dalga, gündelik hayatın içinde kendine geniş bir edinmekte; milliyetçiliğin en büyük ve belki de en etkili silahlarından birisi olan “düşman” kavramının hep canlı kalmasını sağlamaktadır: “Bu başlıkların ne zararı var, diye sorulabilir. Şu zararı var: Spor basını, popüler kültürün inşasındaki en etkili bileşenlerden biri. Ve maalesef, neredeyse her yerde fazlasıyla ‘erkek’, ‘militarist’ ve dışlayıcı bir dile sahip. Milyarlarca dolarlık bir endüstrinin karşılaşmaları, ‘biz’ ve ‘onlar’ üzerinden kurulu bir dille anlatılıyor. ‘Öteki’ni nesneleştiren, giderek ayrımcı, ırkçı ve yabancı düşmanı bir dil bu.”[24]

“Dışarıya” karşı duyulan bu tepki iç düşmanı da unutmaz şüphesiz: Dönemin milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli’nin bir İrlanda galibiyeti sonrasında kendisini eleştirenler için söylediği “Mesele içimizdeki İrlandalıları yenmek” lafında net olarak cisimleşen bu yaklaşım, Türkiye’nin başarılarını çekemeyen(!) iç mihraklara duyulan tepkinin dile gelmesidir. Ancak “iç düşman” deyince, tribünlerde onyıllardır PKK ile özdeşleştirilen Diyarbakırspor’a yönelik yaklaşımları ele almadan geçmek olmaz.

Bir yandan Güneydoğu’ya futbol yoluyla da hâkim olmak isteyen devletin bir “projesi” olarak askeri ve idari erkan tarafından sürekli desteklenen Diyarbakırspor, öte yandan bölge kimliğini en iyi yansıtan şehrin takımı olması sebebiyle sisteme entegrasyonu bir türlü tam olarak sağlanamamış bir takım niteliği göstermekte. Tam da bu kimlik algısı nedeniyle milliyetçiler tarafından “Kürt takımı” ve “PKK destekçisi” olarak görülen takım sıklıkla “Kahrolsun PKK”, “PKK dışarı” tezahüratlarına konu olmakta. Geçmişte yaşanan irili ufaklı birçok olayı bir kenara koyacak olursak son “büyük olay” 26 Eylül 2009’da Bursa’da oynanan Bursaspor-Diyarbakırspor maçında yaşandı: Bursalı taraftarların Türk bayrakları açarak, “PKK dışarı”, “Bölücüler Dışarı”, “Apo'nun Piçleri” tezahüratlarıyla başlayan olaylarda 2’si çocuk, 10 kişi yaralandı. Mart 2010’da oynanan ve son derece gergin bir havada başlayan maçın rövanşı da Diyarbakırsporlu taraftarların taşkınlıkları nedeniyle 17. dakikada yarıda kaldı.

Bursa’daki maça giden bir Diyarbakırsporlu taraftarın anlattıkları, milliyetçi nüveyi zaten barındıran ortamlarda uyanan “kitle ruhunun” ne kadar tehlikeli bir hale gelebileceğinin göstergesidir: “Stada girer girmez başladılar, 'Kahrolsun PKK' diye tezahürata. İki defa Diyarbakırspor bayrağını indirdiler. Sürekli 'Türkiye, Türkiye' diye bağırıyorlardı, sanki biz başka bir ülkeden gelmiştik. Zaten maç falan izleyemedik. Sürekli olarak sol taraftaki kale arkasından taşlar geliyordu. Taşlar gelince, biz korkarak üst üste yığıldık. Maçın 72. dakikasında polislere yalvara yakara kapıyı açtırdık ve dışarı çıktık. Bayrak hepimizin bayrağı, hepimiz ayağa kalktık, hepimiz okuduk İstiklal Marşı'nı. Kesinlikle 'Kürdistan' diye bağırmadık, sadece rahmetli Gaffar Okkan'ın posterini açtık. Emniyet teşkilatı yanımızdaydı, öyle bir şey olsa Emniyet buna izin verir miydi? Biz maça gittik, politika yapmaya gitmedik ki. Takımın bayrağını, sarı bir zemine falan yapıştırmaya çalışmadık. Giderek artan bir milliyetçi akım var ve bizi korkutuyor.”[25]

Aynı maçtaki Bursasporlu bir taraftarın görüşlerini okuyunca, tribünde harekete geçen milliyetçiliğin boyutlarını çok daha yakından kavramak mümkündür: “Şehitleri vuran futbolcular değil bunu biliyoruz, ama onlar madem ki PKK'lı değiller, Türk'ler, neden biz İstiklal Marşı'nı söylediğimizde ve 'şehitler ölmez' dediğimizde alkışlamadılar? (...) Onlar da bizimle birlikte bağırsalardı, alkışlasalardı. (…) Buraya gelen insanların en az 250 tanesi DTP'ye oyunu veriyordur, yani buraya gelenler de PKK'ydı. Sütten çıkmış ak kaşık değillerdi. Dağa çıkıp şehitlerimizi vurmasalar da, düşüncede hepsi PKK'lıydı. Bence masum değiller, az bile yaptık, ağabeylerimizi dinlemeyip, onlara iyi bir uğurlama yapabilirdik. (…) Maçtan sonra kendi web sitelerinde bir açıklama yaptılar, neden başka maçlarda o kadar büyük bayrak açmıyormuşuz ve PKK'ya küfrediyormuşuz, diye. Belki biraz daha fazla küfretmiş olabiliriz ama neden gocunuyorlar?”[26]

Futbolda, tribünde milliyetçiliğinin net şekilde görüldüğü; teorinin pratikle kesiştiği bir başka örnek de Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından statlarda yaşananlar. Dink cinayetinin ardından, cinayete tepki gösteren insanların kullandığı “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı hedef alarak yaratılan “Hepimiz Ogün’üz, Hepimiz Türküz” sloganı birçok statta yankılandı. Özellikle cinayet sonrasında oynanan Elazığspor-Malatyaspor maçında ise “akıl tutulmasının” net örnekleri görüldü: Aralarındaki rekabet husumet boyutunda olan iki takımdan Elazığlı taraftarlar Dink’in Malatyalı olmasına gönderme yaparak “Ermeni Malatya” tezahüratı yaptılar. Açılan “Ne Ermeniyiz Ne Malatyalıyız Biz Elazığlıyız Türkiye Sevdalısıyız” pankartı da milliyetçi hezeyanın doruk noktalarındandı. Malatyalıların bu tezahüratlara ve pankartlara verdikleri tepki ise daha da ironikti belki de: “PKK Dışarı”!

Ülkedeki milliyetçi zihniyette ciddi bir açılma yaratan Dink cinayetinden sonra yaşanan bir başka, trajikomik olduğu kadar milliyetçi baskının zihinler üzerinde kurduğu denetimin örneği olarak değerlendirilebilecek, olay da Adana Demirspor Başkanı Adem Atılgan üzerinden yaşandı: Dink’in öldürülmesinin ardından Futbol Federasyonu’na yapacakları Alanyaspor maçına “Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartıyla çıkmak için başvuruda bulunan Adana Demirspor Başkanı Adem Atılgan, başvuru reddedildikten sonra “yaptığı garip açıklama ve ilk tepkisinden” dolayı özür diledi: “İnsani duygularla dopdolu, bir Türk ve bir Müslüman çocuğu olarak iyi niyetli bir tepkiydi. Ancak duygularımı belirtirken kulübün adını kullanmamam bir hataydı. Kendisini Türk kabul eden, dini, dili ne olursa olsun, ayakkabısı delik, kanlar içinde yerde yatan çocuk babası, torun dedesi bir insanın o halini görüp, eşinin 'ülkende kaldın' diye konuşması, beni duygulandırdı. Ancak, bu durum 'Biz de Ermeniyiz' demememi gerektirirdi. En azından 'Hepimiz Türküz' demeliydim. Ben Türkoğlu Türküm ve hacı çocuğuyum. Yanlış yaptım, Adana Demirspor camiasından ve Türk halkından özür diliyorum.”[27]

Sonuç niyetine
Tekrarla, “[p]opüler futbol kültürü, farklı bi­linç biçimleri ve söylemlerin, farklı toplumsal güçlerin üzerinde mü­cadele ettikleri kültürel formlardan biri­dir. Toplumsal anlamların (yeniden) üretildiği, yapıldığı, bulunduğu, bozul­duğu, dönüştürüldüğü bir zemin olarak, he­gemonik-toplumsal pratiklerin bir boyu­tunu oluşturmaktadır.”[28] Bu anlamda futbolun içine sızan milliyetçiliğin görüngüleri dünyanın her yerinde benzer özellikler göstermektedir: Kitle ruhunu bir parçası yapıp ondan beslenen, düşmanlık esasına dayanan, düşünceden çok duygusal dünya üzerine yaptığı göndermelerle kapladığı alanı genişleten milliyetçilik, kendisi için en uygun zeminlerden birini, üzerinden metafor kurmaya çok elverişli futbol dünyasında bulur. Zira milliyetçilik bağlamında özellikle “biz”e karşı “onlar/düşmanlar/ötekiler” ikiliğinin kurulmasında, kapsayıcı ve birleştirici niteliği itibariyle futboldan yararlanmak oldukça kolaydır. “Başka hiçbir spor dalı, birçok milletin kendi mülkü saydığı futbol kadar millî kimliklerin ‘evrensel’ bir ‘gösteren’i unvanını ka­zanmamıştır.”[29]

Gündelik hayattaki milliyetçiliğin, milli kimliğin, cinsiyetçiliğin hatta faşizmin üretilmesinde bu derece başat bir rol oynayan futbolun Türk milliyetçiliğindeki tarihsel karakteristik “devletin-milletin varlığının iç-dış düşmanlar tarafından sürekli tehdit altında olduğu” fikriyle birleşmesi Türkiye futbol alemindeki milliyetçiliğin temelinde de yatmaktadır. Bu bağlamda futbol atmosferinin, statların milliyetçi sembollerin topluma yayılması için gösterdiği kolaylık “futbola siyaset karışmasın” naifliğinde ele alınabilecek kadar basit olmaktan uzak gözükmektedir. Zira futbola (bir takım tutmaya, bir takım kimliğine ait olmaya) dair duygusal tavırlar, “akıl tutulmasına” yol açabilecek derecede büyük bir “tutkuyu” içinde barındırmaktadır. Bu anlamıyla milliyetçiliğin “reaksiyoner” tavrının futbolda kendini göstermesi sanıldığından daha tehlikeli bir hale bürünebilir. Gerektiğinde hukukun, insanlığın, sosyal hayatın kısaca her şeyin üstündeki Türk milletinin çıkarlarının savunulmasının bir aracı olarak görülmeye başladığı noktada futbol, milliyetçilikle iç içe geçerek tehlikeli bir silah haline gelebilir.

“Futbol sahici bir sosyal gerçeklikle, kendince bir bağ kurar. Futbol içi bağlamlarda meydana gelen hareket ve olaylar, daha geniş bir sosyokültürel sürecin aynasından ibaret olarak değil, bir toplumun, kendi merkezindeki ahlaki, siyasi ve varoluşa dair meseleleri ortaya koyma sürecinin bir parçası gibi değerlendirilmelidir.”[30] Arjantinli akademisyenler Archetti ve Romero’nun futbolun sosyal, kültürel hayatın yansımalarından bağımsız olamayacağı konusundaki bu görüşlerini akılda tutarsak, futbol-milliyetçilik ilişkisini anlamlandırmamız biraz daha kolaylaşabilir. Neticede futbol, başka sosyal gerçekliklerle ancak söz konusu gerçekliklere dair verili değerler ve anlamlar üzerinden ilişki kurar. Öyleyse bitirirken Türkiye’de zaten yaygın bir bilinç düzeyinde işleyen milliyetçiliğin, futbolun içine de gün geçtikçe daha çok yerleşmesinin yarattığı tehlikeye dikkat çekmek şart: Gündelik hayatın bu kadar içinde olması ve neredeyse hiç hissedilmeden bilinçaltına sızması. Ki milliyetçiliğin/faşizmin/ırkçılığın en tehlikeli yanı tam da gündelik hayatın içinde kendine yer bulmaya başlaması ve gittikçe kapsayıcı olmaya başlaması değil de nedir?
(kivanckocak@gmail.com)


[1] Stefan Breuer, Milliyetçilikler ve Faşizmler-Fransa, İtalya, Almanya Örnekleri, çev. Çiğdem Canan Dikmen, İletişim Yayınları, 2010, s. 18.
[3] Breuer, s. 35.
[4] Bkz. Ayhan Akman, “Milliyetçilik Kuramında Etnik/Sivil Milliyetçilik Karşıtlığı”, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce-“Milliyetçilik”, Cilt 4, İletişim Yayınları, 2002, s. 80 vd. Ayrıca çeşitli milliyetçilik kuramları ve uygulamaları açısından kapsamlı bir çalışma için bkz. Alain Dieckhoff-Christophe Jaffrelot (yay. haz.), Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek-Kuramlar ve Uygulamalar, çev. Devrim Çetinkasap, İletişim Yayınları, 2010.
[5] Aktaran Breuer, s. 18.
[6] Temel metinler arasında en önde gelenleri olarak Benedict Anderson, Hayali Cemaatler-Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, Ayrıntı Yayınları, 1993; Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Günay Göksu Özdoğan-Büşra Ersanlı Behar, Hil Yayınları, 2008;  Eric J. Hobsbawm, Milletler Milletler ve Milliyetçilik-Program, Mit, Gerçeklik, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 1995 sayılabilir. Nitekim Gellner’in çok alıntılanan cümlesi “Milletleri doğuran milliyetçiliktir, tam tersi değil.” şeklindedir, aktaran Breuer, s. 15, dipnot 2.
[7] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, 1998, s. 16.
[8] Tanıl Bora, “Türkiye’de Futbol ve Milliyetçilik”, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik içinde, İletişim Yayınları, 2001, s. 559.
[9] Emre Gökalp, “Medya ve Spor ya da Spor/Futbol Medyası”, Toplum ve Bilim, 103, s. 122.
[10] Aktaran Bora, s. 579-580. Bu noktada günümüzde hâlâ askeri teori anlamında vazgeçilmez kitaplardan birisi olan Savaş Üzerine’nin yazarı Prusyalı general von Clausewitz’in savaş tanımına değinmek de yerinde olacak: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır.”, Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, çev. H. Fahri Çeliker, Özne Yayınları, 1999, s. 35. “Savaş modellemesi” olarak futbolu bu tanım çerçevesinde düşünmek zihin açıcıdır.
[11] Huizinga’dan aktaran Bora, s. 581.
[12] Gabriel Colome, “FC Barcelona ve Katalan Kimliği”, Futbol ve Kültürü-Takımlar, Taraftarlar, Endüstri, Efsaneler içinde, Roman Horak-Wolfgang Reiter-Tanıl Bora (der.),  İletişim Yayınları, 2. baskı, 2001, s. 125.
[13] Colome, s. 131.
[14] Bu isim değişikliğinin özellikle taraftarlar arasında hiç tutulmaması nedeniyle kulüp 2000’de yeniden Dinamo Zagreb adına döndü.
[15] Aktaran Yiğit Akın, “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”-Erken Cumhuriyet'te Beden Terbiyesi ve Spor, İletişim Yayınları, 2004, s. 56.
[16] Cumhuriyet’in özellikle ilk dönemlerinde spora yaklaşımı konusunda özet olarak anlatılanların ayrıntısı için, bu konudaki en kapsamlı ve iyi çalışma olan Yiğit Akın’ın kitabına (“Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”) mutlaka göz atmak gerekir.
[17] Türkiye’de futbol-siyaset ilişkisini etraflıca ele alan bir çalışma için bkz. Mehmet Ali Gökaçtı, “Bizim İçin Oyna”- Türkiye’de Futbol ve Siyaset, İletişim Yayınları, 2008.
[18] Bora, s. 567  vd.
[19] Tanıl Bora-Necmi Erdoğan, “‘Dur Tarih, Vur Türkiye’-Türk Milletinin Milli Sporu Olarak Futbol”, Futbol ve Kültürü-Takımlar, Taraftarlar, Endüstri, Efsaneler içinde, Roman Horak-Wolfgang Reiter-Tanıl Bora (der.),  İletişim Yayınları, 2. baskı, 2001, s. 223 vd.
[20] Bu noktada futbolun bir savaş “savaş modellemesi” olarak görülebileceğini tekrar hatırlamakta fayda var. Ayrıca “Avrupa Avrupa duy sesimizi” tezahüratının kökenleri ve benzerlerinin medyadaki yansımaları için yine bkz. Bora, “Türkiye’de Futbol ve Milliyetçilik”, s. 567 vd.
[21] “Nihal Atsız, 1973’deki bir yazısında ‘futbol maçlarını seyrederek bağırma’yı, ‘uyuşuk uyuşuk oturup yalnız fabrika kurmak, defile ve güzellik müsabakaları yapmak, üniversitelerde bir takım bayağıların eserlerini tahlil etmekle vakit geçirmek’ kabilinden, milleti hayvan sürüsü haline getiren fuzuli işler arasında sayar.” Nihal Atsız’dan aktaran Bora-Erdoğan, s. 237.
[22] “1992 yılı başlarında –önemli bir PKK saldırısının ardından- Trabzonspor’un bir maçında ‘yetkililerin’ yanı sıra ülkücü grupların da teşvikiyle PKK karşıtı tezahürat yapılması bir başlangıç oldu… 1991/92 kışında, maçlardan önce İstiklal Marşı okunması da yerleşikleşti. Önceleri yine -‘yetkililerin’ ve ülkücü grupların teşvikiyle- seyircinin başlattığı İstiklal Marşı, 1992’de resmî seremoniye dahil edildi.” Bora, “Türkiye’de Futbol ve Milliyetçilik”, s. 564.
[23] İtalya’yla yaşanan “Öcalan krizi” sırasında âdeta “polis çemberi” içinde oynanan Galatasaray-Juventus maçının atmosferi; Türkiye’nin Güneydoğu politikasını eleştirdiği dönemlerde Alman takımlarıyla oynanan maçların bir tür “gösterelim günlerini, bildirelim hadlerini” karşılaşmalarına dönüşmesi; İsviçre ile oynanan Dünya Kupası eleme maçı öncesinde ve sonrasında yaşanan olaylar; Ermenistan milli maçları ve bunlara eklenebilecek pek çok örnek “Türkiye düşmanlarıyla” sahada girişilen hesaplaşmanın izlerini taşımaktadır. Ayrıca 1990’lı yıllardan iyi bir örnekleme derlemesi için bkz. Bora, s. 568 vd.
[24] Tolga Korkut, “Gazeteci Maçtan Milli Dava Çıkarınca…”, 26 Mart 2007, http://www.bianet.org/bianet/medya/93836-gazeteci-mactan-milli-dava-cikarinca
[25] “Bursa’nın Ermeni sorunuyla imtihanı”, Sabah-Pazar Eki, 11.10.2009.
[26] “Bursa’nın Ermeni sorunuyla imtihanı”, Sabah-Pazar Eki, 11.10.2009.
[27] “Adana Demirspor çark etti”, Radikal, 27.01.2007.
[28] Necmi Erdoğan, “Popüler Futbol Kültürü ve Milliyetçilik”, Birikim, 49, s. 27. 
[29] Erdoğan, s. 32.
[30] Aktaran Doruk Yurdesin, “Futbol, Kamusal Alan ve Demokrasi”, Toplum ve Bilim, 103, s. 109.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...