28 Nisan 2007

o la la...

cumartesi dükkanı... kimse yok, sadece ben. çay. çiğdem kıymalı poğaçası. pandora'da Gustavo Santaolalla kanalı. ses açık. şahane çalmakta. Ronroco albümünü bulmamız gerektiği aşikâr, lakin seyhan getirmiş, "stoklarımızda yok" diyor.

mtsd sol'un fotoları-altyazıları beni bekliyor. maçupiçu'ya gitmek istiyorum. cm oynamak istiyorum. memlekette muhtıra veriliyor...

27 Nisan 2007

d'artagnan

ben bir zaman Kafka'nın Aforizmalar'ını okuyup duruyordum kutsal kitap gibi. hayatta sorulabilecek hemen her sorunun cevabının bir orada bir de futbolda olduğuna inananırım hâlâ. Aforizmalar'ı tekrar ortalığa çıkarmak gerek...

ben küçükken şövalyeli filmleri, kovboylu filmlere tercih ederdim her zaman. artık kılıç dövüşü sahneli film oynuyor mu ki televizyonda? ama insan bazen kendini çekilmiş kılıçların karşısında bulabiliyor. "angar"! ("en garde" yani "koru kendini". "saldırıyorum"un delikanlıca bir hale bürünmüş şekli...)

ve insan bir gün şunu kavrayıverir: denizaltı görmek için deniz kenarında bir kentte yaşamak şarttır.

23 Nisan 2007

"neşe doluyor insan..."

günün anlam ve önemine dair konuşmak her zaman önemlidir. benim hayatta sosyalizmle ilk doğrudan temasım 1986'da oldu. hem de bu günlerde işte. 23 nisan'da bizim okula gelen Sovyet çocuklarından biri de, Sergei Banisav, babası politbürodaymış, bizim misafirimizdi. o koskoca 17 yaşında adam ben 8 yaşında bir velet. Sergei giderken ağladım diye hatırlıyorum. bir de kutu kutu sakız götürmesini, rambo seyredişimizi, breakdance yapışını, bir sürü giyim-kuşam istemesini, kız arkadaşı Lena'yı...

Kafkagillerle ilk temasım 87'de oldu: Stephan geldi, o zaman Çekoslavakya da vardı hala. onunla yaşıt olduğumuzdan belki pek eğlenmiştik. pek de terbiyeli, görmüş geçirmiş bir çocuktu. babası senfoni orkestrasında kemancıydı. sonra kendisi de klarnetçi oldu. çok uzun zaman kırık dökük almancamızla yazıştık. bir 7-8 sene var ki, haber yok. en son Japonya'ya turneye gidiyorum diye caz grubuyla artistik bi fotoğrafını göndermişti. yine de günün birinde za navsi 14, praha'ya gideceğime; kapıyı çalıp Stephan'ı soracağıma inanıyorum.

sonraki yıllarda gelen Finli Tomi'yle, Endonezyalı Sulistiyanto biraderin elemanlarıydı. yine de onlarla da maceralarımız oldu tabii.

hasılı hayatta 23 nisanları böyle yaşayan çocuklar da var işte...

17 Nisan 2007

modern kıraathane

angara'nın gitgide çirkinleşiyor, sahiden rüküşleşiyor olmasında koduumun şerefsizinin rolünden söz etmeyeceğim...

saçma bir şekilde yolda bruno'yla rastlaşıp, elimden tutup bana forma vermeye çabalamasından; "ben gidecem" dedikçe "seni hocalarla tanıştıracam" deyip kızılay'da bir kahveye götürmesinden; "play-off'larda otel paranı ben verecem benim davetlimsin"den başlayıp "bu hafta iş biter, yok bitmez, biter, bitmez" hallerinden; gittiğimiz kahvenin kapısında "ben gidiyom artık" deyip öpecekken beni içeri itmesinden, herkesin bize bakmasından, hocaların yanına oturtmasından, kağıt oynayan adamların -ve tabii benim- afallamamızdan; aramızda geçen saçma muhabbetlerden; bir çaylarını içmiş kalkarken ortadan çoktan kaybolmuş bruno'nun tekrar ortaya çıkıp "bir isteğin var mı" demesinden; daha da garibi bütün bunların pederin on yıllarca gittiği, hatırladığım bir sürü "nerde kaldın" kavgasına neden olan "modern kıraathane"de geçiyor olmasından da...

zira bruno bir şekerli meczuptur, ben de sık sık "ulan bu dünya ne tuhaf" deyip duran bir müridi!

10 Nisan 2007

"integralimi al abi"

Fenerbahçe'nin 1930'dan itibaren 77 yıllık tarihini elden geçirmiş durumdayım an itibariyle. gözlerimin yanıyor, sırtım -ama daha ziyade iki kürek kemiğimin ortası- ve midem ağrıyor, parmaklarım kasılmış durumda, göğsüm aşırı ve yoğun tütün tüketiminden tutuldu tutulacak. aslında kendime bakmıyor değilim ama işin doğrusu çok da aldırmıyorum. hayatta bunları bir daha hiçbir zaman yapamacağım birtakım günler de gelecek biliyorum. o zamanları görmeye pek de hevesli olmamamın nedeni belki biraz da bu. düşünüp yapamamak, isteyip yapamamaktan hiyerarşik olarak daha aşağıda değil mi?

çok az uyuduğum günler daha eğlenceli, az uyuduğum günler her an bulaşmaya hazır olmamın hiyerarşik bir dengesi var mı ki? hayatta integral, limit, tanjant, fonksiyon hesaplayan insanlar da var... İngiltere'de bir kedi de bir otobüse binip binip duruyormuş...

06 Nisan 2007

kaşarlı

tostçu cengiz, yarım ekmeği güzelce yanından keser, ortasına bol miktarda kaşarı döşer, kaşarsız tarafa yeter miktar salça sürerdi. kaşarlı tarafa az tuz döküp kapadıktan sonra, yağ fırçasıyla ekmeğin üstünü fırçalar, usul usul bastırırdı. o sırada havadan sudan saçma muhabbetler döner, ayran isteyip istemediğimizi sorardı. istemezdik...

daha önce ilk yarıda da gittiğimden biliyorum yolunu stadın, dün güngören'de stada doğru giderken, öyle ara bir sokakta bir tostçu/dönerci gördüm. girdim. kaşarlı tost istedim. adam serikli tostçu cengiz modelini takip etti. salça yerine ketçap vardı ama o kadar da olur dedik...

kazanamadık: 1-1.

05 Nisan 2007

"Bring Back That Leroy Brown"

pek güzel bi lambam var artık. "banker lambası" diyorlarmış, böyle üstü yeşil falan. bilsem alır mıydım? sanırım alırdım yine de, güzel çünkü sevdim. adı da leroy brown oldu (ne kadar eğlenceli ne kadar şahane bir şarkıdır kendisi).

sırtım ağrıyor, çok az uyudum lakin acayip bir enerji haliyle doluyum bugün. ki maça gideceğim birazdan: güngören mimar yahya baş stadı. güngören belediyespor'la. kazanmamız lazım...

03 Nisan 2007

gelenler gidenler...

dolma kalemin özelliği yazarken insana yavaşlığı hatırlatması; yavaşlığı hatırlatıp, yazının kağıtta nasıl görüneceğiyle ilgili tahayyüle sokması, sonraki kelimeyi düşünebilmeye imkan vermesi.

ne zamandır alayım dediğim Lamy'yi sonunda aldım. kendisiyle pek güzel bir ilişki kurduk. aklıma gelen ıvır zıvır ne olursa manasızca yazıyorum. ucunu açma faaliyeti işte (arabada olunca rodaj mı deniyordu ne). gittikçe tutukluğunu atıyor üzerinden seviniyorum.

sonra Pıt'a çim adam, oyuncak fare, ev bilgisayarına yeni maus (ki aslında yeni bilgisayara geçişin yollarını aramak lazım esas olarak), bir sürü kitap yine (almanca Zweig, islamcılık meselesine dair bir şeyler, sonra bir başka sahaftan meşhur Melissa P. aplanın kitabı nihayet [2 milyondu yahu], İkinci Adamın ilk baskısı [adam "o tabii ki 2 değil" diyecek diye ödüm koptu ama demedi], en süperi Chopin'in biyografisi), yine esaslı bir dönüşüm şu koca damacanada satılan sular için pompa, tabii ki o damacana sudan (5 milyon yazıyordu reklamında, boş bidon olmayınca geçiriyorlarmış meğerse)... bir de çay kutusu vazifesi gören emektar profiterollü carte door kutusunu çöpe atarken hüzünlenirim sanmıştım halbuki hiç de öyle olmadı.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...