29 Aralık 2006

insanoğlu kuş misali

Serik... Antalya yani... anne-baba yanı. geldiğimden günden beri bir sürü şeyi kafamda tutmaya çalışıyorum yazayım diye (bir de buranın kendi has konuşması belleğimden su yüzüne nasıl bir anda çıkıverdi, bunu anlamaya çalışıyorum). benim çocukluğumun yazları hep burada geçti diyebilirim. bir koleksiyon olarak burada, o müstakil evin bahçesinde kutlanmış onlarca doğumgününün fotoğrafları vardır. tabii artık ne bahçe var (bahçe ikiye bölündü yarısı mezbelelik, bakınca içim bir tuhaf oluyor yarısında muhterem pederimizin yaptığı apartman) ne de o resimlerde görülen yüzlerin çoğu. kimi öldü ("deli Ömer"i sordum bugün anneme o "bile" ölmüş!), kimiyle artık aynı fotoğraf karesine girmeyi ben istemem, kimiyle çoğu resimde beni kucağında tutan annem.

anneannem ne kadar da ufalmış; aşçı İsmail'in dayanağı Müjgan teyze. kaç sene et kesip durdu, şiş hazırladı. küçükken o lokantada çalışmak, müşteriye yemek götürmek ne kadar önemli bir işti. Akdeniz Restaurant! tabii artık o lokantanın da olmadığını söylemek ekstra bir şey söylemek olmaz.

Tekeli İlkokulu (saçma bir şekilde daha okula gitmezken 10 gün kadar dayıoğlullarıyla okula gitmiştim buraya), pazar yeri (top oynayıp dururduk. dizlerim epeyce parçalanmıştı betona düşmekten), itfayenin olduğu yer (yüksek okul oldu. itfayeci margaz da ölmüş), dondurmacı muhtar ("beyaz saçlı adam" dedim, ölmüş), Aklar İşhanı (o zaman Serik'in en asortik mekanı bu kıçı kırık pasaja bile benzemeyen işhanıydı. işhanının en alt katındaki küçücük havuz gibi yeri, içindeki kırmızı balıkları seyretmeyi ne de severdim yarabbi), süt almaya gittiğimiz "ebenin" evi (ev terkedilmiş), çınaraltı (şimdi neredeyse yol seviyesine çıkmış. bir zaman duvarından aşağıya düşmemek için dikkat ederdim)... yeni açılan dükkanlar, internet kafeler, lokantalar, parklar...

"insanoğlu kuş misali" hasılı...

22 Aralık 2006

ortak zaman: en uzun gece...

- her erkek hayatında bir kez "genelev nerde?" sorusuna muhatap olur mu, yoksa bu sürekli benim başıma gelen bir şey mi? angaraları da sayarsak bu, dördüncü ya da beşinci oldu. soranların hep "arkadaş askere gidecek de" demesi ayrı bir sosyolojik mesele. yer: karaköy'deki yeraltı çarşısının tünel çıkışı.
- ekmek parası isteyeni, çorba parası isteyeni, hiçbir şeysiz isteyeni, "otobüse bincem param yok" diyeni gördüm ama "bi cep kanyağı ısmarlasana abi" diyeni ilk defa gördüm. kestane de ister miydi acaba? yer: istiklal caddesi.

- sürekli görüp durduğum bir kız var. birlikte tramvay bekliyoruz arada sırada (ama sahiden arada sırada), birlikte sultanahmet'te iniyoruz (arada sırada), o da yayınevinde ya da işte yazı-çizi işinde (sanırım), birlikte tünel'e bindik (bir kere), istiklal'de gördüm (bir kere). dün kitapçılarda saçma vakitler geçirip, kendimi dışarı attığımda yine karşıma çıktı. bir oğlanla yanyana yürür gibiydi dedim "bu mu la bunun erkek arkadaşı". onlar önde ben arkada yürürken, fransız konsolosluğunun önüne doğru oğlan kıza yaklaştı bir şeyler söyledi. kız bir anda ürküp, hiçbir şey söylemeden kafası önünde gittikçe sola doğru yanaştı, dallama da sağa çark etti. meğerse asılıyormuş işte. bakalım bi daha ne zaman görecez. yer: istiklal caddesi

- sokağın başına bir vcd'ci açıldı. kapanıp gider sanırım. ama kocaman bir kağıt yapıştırmış vitrine: "lost bulunur". "ulan" dedim, "ulan"... yer: başkurt sokak girişi.

21 Aralık 2006

kara karga

sabah 7.15. garip rüyalar arasından kedi miyavlaması, karga sesi. kedi-karga savaşı mı? pıt, tam da koynumda yatıyordu, atladı cama, gördü olan biteni muhtemelen. ben doğrulmadım yerimden. kargayı dinledim uzun uzun. kedi de miyavlayıp durdu. sonra yukarıdan bir cam açılma sesi duydum, bir de aşağıya doğru bir tas su sesi. kedi gitti. karga sustu. kargaları ne kadar sevdiğimi düşünürken, tam da kendisinden beklediğimiz hareketi yapıp geri geldi suyu dökene inat -kadındı sanırım-, yine gakgak'ladı.

sonra evden çıkıp, her zamanki merdivenlerden değil ilerideki merdivenlerden fındıklı yokuşuna inmeye karar vermişken, merdivenin üstünde duran bir karga gördüm. baktım kendisine. o da bana baktı.

hayır, hiçbir gizem yok aslında. zira ben sabahki olayla, yayınevine gelirken yaşadığım olay arasında ancak şimdi yazarken bir bağlantı kurdum... beatles'ın black bird'üyle olan bitenin bağlantısını kurmak bana düşmez o da ayrı...

19 Aralık 2006

"bilgisayar derslere yardımcı olur"

"bilgisayar derslere de yardımcı olur" efsanesi geldi aklıma sabah. ben bilgisayarla ilk amcamın eve getirdiği sinclair spectrum'la tanıştım. küçücük bir aletti. oyun kasetlerini (bildiğiniz müzik kasedi, ki artık onların da pek uzun bir ömrü kalmadı sanki. ne yazık), teypten (bildiğiniz teyp! ama tabii kaset devri geçince onun da ömrü bitiyor işte)(doğanın dengesi denen şey de bu değil mi?) bilgisayara yüklerdik (acayip, cızırtı dolu bir ses çıkardı). enteresan oyunlar oynamışlığımız var kendisiyle.

lakin devir commodore 64 devriydi. arkadaşların evine birbir girdi o 64 bizim eve girmedi. yavaş yavaş yayılan "bilgisayar derslere yardımcı olur" efsanesinden biz de nemalanalım dedik, sinclair'le saçma saçma grafik resimler yapmaya kalktık, resimle ilgili her konuda olduğu gibi beceremedik. sonuçta günlerden bir gün muhterem pederimiz bize ters köşe yaptı: "siz bunu madem oyun için alacaksınız, sega alalım". kabul etsen bir türlü, etmesen bir türlü (sega da sega ama, zamanın playstation'ı). kabul ettik tabii. heyhat, bu sefer de pc denen şey aldı yürüdü. "bilgisayar derslere yardımcı olur" efsanesi daha da büyümüştü. yine hamle yaptık. yok.

ilk bilgisayarım ancak 1998'de alındı. internet diye bir şeyden söz ediliyordu ama böyle değildi. falan falan...

14 Aralık 2006

samson ile dalila

kafanın daha önce pek hissetmediğin yerlerinde soğuğu daha çok hissetmek, kafanın bizzat kendisini daha çok hissetmek, gölgeni tanıyamamak, aynada kendine daha uzun bakmak, saçın gerçekten kuruduğundan emin olmak... saçları kestirmek...

12 Aralık 2006

maksat muhabbet olsun acılar şöyle dursun

ben düz sigaraya yatırım yapmıyorum. gitanes ya da puro türü tütün mamülleri alıyorum. onlar da her yerde bulunmuyor malum. bulunan yerlerle de sürekli alışveriş yapınca belli bir "muhabbet" oluşuyor. normalde de tünel'in orada bir pasaj girişinde duran bir oğlan vardı, ondan alıyordum. sonra o oğlan kayboldu (yerine gelen elemana sordum, "abi bunlar zaten akrabaydı kavga ettiler" gibi bir şey dedi). daha yukarılarda bir yer bulduk, üç film birden oynatan bir sinemanın girişi, atlas pasajı'nın karşılarında gibi. neyse, o elemanla da belli bir "muhabbet" tesis ettik. geçen gittik bu abiye, yanında biri daha duruyor, belli tezgahın esas sahibi. "backwoods" dedik, dedi bilmem kaç, dedim "şuna olmaz mı", dedi "bi dakka abi". o esas patron kılıklı herife "işte abimiz şöyle her zaman alışveriş yapar böyle devamlı gelir" diye anlattı. herif, gakguk edip "zaten gelişi şu" falan topuna girince tepem attı, "ver ulen" dedim "neyse parası ondan ver". "abi kusura bakma" falan dedi bizim eleman sonra...

baktım ama tabii. ulan giriştiğimiz 1 milyonun 2 milyonun hesabı. neden? maksat muhabbet olsun diye çoğu zaman. yoksa 1 milyon dediğin ne zaten. ama muhabbet yoksa, böyle kılkıyruk heriflerle muhatap olacağıma komuşum parasına da puluna da... öyle işte...

11 Aralık 2006

la şantami kantare

prensip olarak i-pod denen naneye karşı değilim (prensip olrak karşı olmadığım şeylerin sayısı az mı, emin değilim, ama sanmam). ama nasıl oldu da bu kadar salgın haline geldi bu onu da anlamış değilim. herkeslerin kulağında mevcut kendileri. heyhat sonunda olan oldu, tramvayda, sırtım dönüktü göremedim, adamın biri muhtemelen yanındakine "kes şunu artık. ben senin müziğini dinlemek zorunda mıyım" diye bağırdı, "hoşuma gitmiyor, ayrıca sinir oluyorum". cevap pek kötüydü, "ben senin duyduğunu duymuyorum ki. hem niye sinir oluyorsun?". "oluyorum işte kardeşim" dedi herif de. biz de sayıları, bağıran adama verdik tabii. i-podcu, "sevdiğiniz bir şey varsa söyleyin belki vardır, dinleteyim" dese on puanı ona yazardık.

ben bu esnada, karşımda duran iki İtalyan kadınla ilgilenmiyor gibi yaparken ilgileniyordum. yok o kadar güzel değillerdi (bi tanesinin gözleri güzeldi). ama gördüğüm en alçak sesli konuşan İtalyanlardı. önce İspanyolca konuşuyorlar sandım, sonra anladım İtalyanca olduğunu. bütün yol boyunca onları dinledim. insan hiç bilmediği bir dille dahi ilişki kurmaya çalışıyor. "Babil"i de kaçırdık sanırım anasını satem. zaten yakaladığım film yok ki...

bir zaman Ertürk Yöndem kişisinin, "sokak çocuğu" olarak televizyona çıkardığı (o zaman şarkı herkesin dilindeydi), şarkıyı kendi İtalyancasıyla söyleyen bi "laşantami mehmet" mi ne vardı. 5-6 sene sonra tekrar bulmuştu çocuğu, yine söylettiydi şarkıyı. aklıma geldi.

not kabilinden: "lasciate mi cantare", "bırakın beni şarkı söyleyecem" demekmiş...

07 Aralık 2006

mecburi istikamet

gece bir şişe şarap, peynir, yeşil zeytin, uzun zamandır ilgilenmediğim kadar çok gitar. çünkü öncesi var: insanın ne söyleyeceğini bilememesi kötü; söyleyeceği şeylerin mecburi istikamette, hayatın o anki gerçekliğine hiç de işaret etmeyen, klişe şeyler olduğunu bilmesi boktan...

06 Aralık 2006

eğitimin kıymalısı-peynirlisi-patateslisi

kürt börekçi yanına küçük bir çocuk almış. bu durumda bizim eski çırak kalfalığa terfi etmiş oluyor. sabah çırağa bir azar çaktı ama azar gibi de değil, daha ziyade eğitim faaliyeti: usta, börek çıkmış mı diye sordurdu bunlara. küçük eleman, kafasıyla yok işareti yaptı bizim eski çırak yeni kalfaya. o da benim böreği sararken, "öyle kafanla işaret etmeyeceksin, yok diyeceksin" dedi önce sonra da "de bakayım" diye teste tâbi tuttu. ekledi, "hem sade bana değil, ona da haber edeceksin", ustayı gösterip. bu sırada yeni çırak pek küçük pek de çelimsiz.

bir de sedef'in paket elemanı çocuk var. her odaya girişinde "selamunaleyküm" diye giriyor. girişine, içinde çoklukla çift kaşarlı rus salatalı tostun olduğu torbayı havaya savurması eşlik ediyor. ben de "aleykümselam" diyorum. queen'in mustapha şarkısı da öyle biter nitekim... (gitar riffleri de şahanedir o ayrı)

03 Aralık 2006

rock me amadeus*

Amadeus'a gittim öğlen. film olanı benim için pek özeldir. zira sinemaya gittiğim ilk filmdir kendisi. sonra televizyon gösterdiğinde videoya çekmiştim, defalarca seyrettim. replikleri ezberlemiştim neredeyse. hayatımızdaki Mozart meselesinin kökü budur.

oyun... iyiydi. tabii filmle kıyaslamıyoruz. ama yani neydi filmin esas başarısı? müziğin başrolde olması. oyunda müzik pek zayıf, pek ekleme idi. neyse...

Sihirli Flüt siparişini veren arkadaşı Mozart'a sorar: "tamam mı?", "tamam", "peki nerde mal?" "burda" der adamımız şakağına bir-iki kere vurup, "hepsi burda". ne zaman bir yazı kurmaya başlasam hep bu replik gelir aklıma. yazı yazmıyorum ama şimdi aklıma geldi. (yok oyundan gelmedi, öylesine geldi. zaten oyunda bu repliği geçiştirmişlerdi.)

"sanat insanı" modunu kapayalım. önümde oturan ikide bir cep telefonu açıp ışığını gözüme sokan kadının kafasına arkadan bi tane koysa mıydım acaba diye düşünüyorum hala...



*Roll'un Mozartlı bir sayısı olmuştu, ondan çaldım başlığı. gerçi onlar da
Falco'dan çalmışlardı.

01 Aralık 2006

pambuk bar

öğlen şarabı; kırmızısı, beyazı... sonra ortalık sakinleşince, her şey bitince bourbon; buzsuz falan ama güzel. ulen dükkan değil, bar mübarek. ama orhan abi tabii ne de olsa...

30 Kasım 2006

tuzlu suda konserve insan

bir tramvay dolusu insan alınır. tramvay dik gelecek şekilde tutulur. şöyle bir-iki defa yere vurularak insanların iyice yerleşmesi sağlanır. sonra kapılar birden açılır, insanların dışarı fışkırması zevkle seyredilir. "konserve insan".

pencereden bakınca Sultanahmet'i görebiliyorum. sonra denizi de. ama sırtım denize dönük oturuyorum. çünkü yayınevine ilk geldiğimde temmuz'du, karşı masaya çok fena güneş geliyordu. sonra ben de o kadar deniz meraklısı bir insan olmadığımdan, "ne oturacam karşıya" demiştim. şimdi bunları yazınca pişmanmışım izlenimi doğurdum sanki ama değilim esasında.

hasılı, papa geliyor...

29 Kasım 2006

"yaşamak bazen sabır ister"

sabah Kesmeşeker'in/Cenk Taner'in "Ne Zaman Gitti Tren"ini dinlerken yazayım dedim aslında ama sonra defterin evde olduğunu hatırladım. 25 temmuz 2003'müş, Başkent Ekspresi'ymiş:

"tren; yolla kişi arasında açıkça bir bağ kuruyor. burası ortada. ama bir tren beri yandan gitmemeye, durmaya en meyilli araç belki de; yolu bütün bütün kavradığından. duran, 'gitmeyeceğim' diye direten bir tren! rötar, tren gerçekliği..."

"tren, biraz da sükunet olduğundan yolla hemhal. demiryolcuların hepsinde var bu zaten. sükunet, dinginlik bize lazım olan budur!"


durduk yerden nereden çıktı bu tren meselesi bilmiyorum ama güzel şarkı. sindire sindire dinlemek iyi geliyor. sükunet ve dinginlik meselesinde ilerleme de var üstelik o zamandan beri...

26 Kasım 2006

halep-izmir ekspresi

zaman çok hızlı, zaman pek saçma, zaman ahenkle dans ediyor saçlarımızda... bir yanda da "işte geldik gidiyoruz şen olasın halep şehri" (18 Ekim 1945'miş dediğinde)...

"izmir'in smyrna'sı" redaksiyon; pazar, pazar... tektonik hareketler, geç kalkolitik, erken tunç dönemi, troia'nın ikinci yerleşmesi, hitit orduları...

22 Kasım 2006

sinir halleri

sabah pıt'ı iğneye götürürken bindiğim taksinin dallama şoförü yolu uzatmaya kalktı. ilk hamlesini bertaraf ettim ama ikinci hamlesini yedim. yememe rağmen ses etmedim. içimden çok küfür ettim. neden dışımdan etmedim? gerek yok dedim. tuhaf bir atalet geldi üstüme.

aslında böyle durumlarda iki tür ruh haline sahip oluyorum: a) süper öfkeli, "ne diyon la sen" modu. bu hallerim tatsız; kalbimin atışını hissediyorum, kaslarımın hareketlerini kontrol edebiliyorum sanki. tabii bir de çoğu zaman suratımın aldığı korkutucu ifadeyi "görebiliyorum". b) "taşak geçmek" derler ya, tam da o mod. bu hallerim beni çok eğlendiriyor. zira hem sinir hem denge bozucu bir durum ortaya çıkıyor "rakip takım" için. üstelik buradan a durumuna geçmek de olası...

saçlarım yine toplanabiliyorlar. kestireceğim sanırım yakında.

21 Kasım 2006

pıt

pıt hastalandı. tuvalate gidiyor, öyle duruyor. çişini yapamadan, daha doğrusu damla yaparak kumu örtüp, çıkıyor. sonra yine gidiyor. sonra yine. allahtan neşesinde bir eksilme yok. zaten bugün sabah veterinere götürdük. iğne oldu, ilaç içti. sonra eve gelince, benim çıkmam gerekiyordu, "gel seveyim" dedim kucağıma hopladı.

arada sırada, ben çalışırken o masada yanımda uyurken, ona bakarken yakalıyorum kendimi. onu tabii tam bilmiyorum ama ben kendisine fena bağlanmış durumdayım. eve giderken kendisine yaş mama alayım da mutlu olsun. bir de acayip zeytin ezmesi yiyor. ançüeze de bayılıyor.

19 Kasım 2006

puskas


ayaklarında "soğukkuyu lastikleri" Macar çocukların büyülenmişlikleri... topu saydıran adam Puskas, öldü...

17 Kasım 2006

sulu kestane

kestane yapayım dedim. pişmemişler. halbuki kabukları gayet ayrılmış gözüküyordu. sonra kızdım, tekrar koydum tavaya. ocağın altını da iyice açtım. bu sefer tam olarak "kebap" oldular. sonra anladım ki aslında kestane kötüymüş.

bir de çok az su içtiğimi fark ettim. günde iki bardak ya içiyorumdur ya içmiyorumdur. çay may işte. zaten saçma geliyor bana, bilmem şu kadar litre su içmek. ihtiyacımız olsa vücudumuz söyler herhalde diyorum. söylemez mi yoksa?

16 Kasım 2006

boza

her akşam hemen hemen aynı saatte kapının tam önünden geçen, bağıran bozacıdan bir akşam boza alacağım. ama prosedürü bilmediğimden kasıyorum biraz. simit almak gibi bir şey mi acaba? ankara'da akman... ki ben bir zamanlar sebepsiz sevmezdim bozayı. sonra bir gün içeyim dedim. çok sevmedim ama çok sevmediğiniz şeylerin insanı çeken o garip ruh hali içine soktu beni. ondan sonra sevmeye başladım. her akşam hemen hemen aynı saatte kapının tam önünden geçen, bağıran bozacıdan bir akşam boza alacağım...

argın

iki gündür yazacak şeyler buluyorum aslında ama sonra sonra derken gazı kaçmış gazoz gibi oluyor, yazmıyorum. yine uykusuzum. artık bununla yaşamaya alıştım zaten. yakınmıyorum. ama yorgun hissediyorum kendimi, "güç" ibremiz biraz aşağılarda seyrediyor. muz mu yemeli? bir yandan da "çin büfe"ye fena takılır oldum...

13 Kasım 2006

bloğa rağmen sayı!

valla da yaptım işte; links'i alta gönderdim, istediğim başlıkları attım falan. yalnız bu "hakkımda" denen nanenin kodunu çözemedim. neyse yavaş yavaş... o da olur...

[öğlen itibariyle artık hem kitap koyuyorum hemi de link şey edebiliyorum. dahi miyim neyim...]

kod ad

kafka; karanlık, labirentler, hep biraz umut arayan insanlar ama gelip dayandığı yer saçmalık... camus; aydınlık bulurum onu tersine, karmaşa da daha azdır, üstelik daha umutludur ama gelip dayandığı yer saçmalık...

11 Kasım 2006

kapı

yeni bir deftere başladım, başlıyorum. gidip kendime ilk defa okul defteri gibi olmayan bir defter aldım, bir de güzel kalem. böylece uzun zamandır bir şeyler yazmadığım (en son tam da bu sene doğumgünümde yazmışım) 28.12.2004'te İstanbul'da başladığım "Yol" defterini kapamış olduk ("defteri kapatmak" lafı her bakımdan uydu buraya). 10.11.2006 itibariyle yenisinin adı "Kapı".

"Kapı... Çünkü önünde ya da arkasında olabilirsin; içeride ya da dışarıda. Durduğun yere göre değişir."

10 Kasım 2006

manasızlık denizi

manasızlık denizinde kaç kulaç atabilir ki insan?...

kahvaltı üçlemesi ve satori

sabahlarım çiğdem pastanesi, simit sarayı ve kürt börekçi arasında bölüşülüyor. çiğdem, zam yapmış; poğaça 5oo olmuş (400'den), küçük börek 1250 (1 milyondan). küçük börek dediğim şeyin (başka ne diyeceğimi bilemedim kendisine) mantarlısını seviyorum. nitekim bugün o vardı menüde. poğaçanın da kıymalısını, ama az koyuyorlar kıymayı.

simit sarayı'ndaki suratsız kız, bana hiç günaydın falan demez (kimse demez aslında haksızlık yapmayalım. çiğdem'deki ihtiyar amca da demez. ben ona dersem der. zaten manasız bir sıra oluyor sabah orada. çoğu zaman sıkılıyorum, sırada bekleyemem böyle manasızlıklar için). bi de hep sorar "paket mi, burda mı?". "sen benim burada yediğimi ne zaman gördün ki?" diye haykıracağım bi gün... (kızın olmadığı günlerdeki eleman da sürekli soruyor aslında haksızlık yapmayalım). oradan kaşarlı simit alırım. fena yapmıyorlar. zeytinli de yapıyorlardı bi zaman artık yok sanırım.

kürt börekçi, "abe hoşgeldin" der. ondan poğaça alırım, 2 tane. 600 tutar. yağlıdır. sonra arada börek alırım. kıymalı-peynirli karışık. o daha da yağlı. bir de tuhaf çırağı var. paketler. "teşkür ederizzz" der. teşkürrr. gülesim geliyor öyle deyince. sonra bunlarla eğer çıkışta divanyolu'ndan aşağıya inecek olursam belki gözgöze geliriz, kafamızı eğeriz birbirimize. bir de çiğdem'den ya da s.s'den bir şey alıp torbayla önlerinden geçersem. torbayı-paketi göstermemeye çalışırım...

sabah gelirken, aradaki saçma kitapçı gibi olan yerde ahmet haşim'in suratını gördüm "bize göre"nin kapağı. ben bize göre'yi hep bu memlekete göre manasında anlamıştım, ta ortaokuldan-liseden beri. sonra bugün birden, "bize göre, bizce yani adama göre, aaaa" dedim. öyle de olabilir yani... satori işte...

07 Kasım 2006

baş ve ağrısı

yok, biraz çok içmişiz dün. her şey ortada... baş ağrım geçsin diye öyle duruyorum ama geçecek gibi de durmuyor tabii. bourdieu derlemesinin tatbikini yapmam, ntv'ye 2.lig, iştegenç nanesine schumacher yazmam gerekiyor, murat belge çevirisi de var tabii... yapacam, yazacam, çevirecem...

06 Kasım 2006

selçuklu kartalı

bu naneyi kullanmayı tam olarak bilmediğimden, sağda solda ayrı bir kategori şeysi açıp açamayacağımı bilmiyorum. bilseydim, okuduğum kitapları listeleyemeye başlayacaktım. bir zamanlar okuduğum kitapları yazdığım bir ajandam vardı. 3-4 sene kadar ne kadar da istikrarlı tutmuştum. sonra bıraktım. şimdi de işte elim değmişken burada da aynısı yapayım dedim ama teknolocik bilgimiz yetersiz. yine de son bitirdiğim "Sultan Kılıç Arslan I"le başlamış olayım. dur hatta bold-italik yapayım da bakınca belli olsun. çok zevkliydi okuması. şimdi de "Gıyaseddin Keyhüsrev"e başladım zaten (bunların adları da hep tuhaf gelmiştir bana zaten. ulen bi insanevladına Gıyaseddin adını koyarken "bu çocuk bunu ömür boyu taşıyacak" diye düşünmez mi insan? "Gıyaseddin", dinin yayılmasına yardımcı olan demekmiş bu sırada).

Selçuklular'a karşı bir yakınlık duymaktayım. bizim de bir Selçuklu kitabı basmamız gerek bence.

Konyaspor'a "Selçuklu Kartalı" diyen ilk ben olabilir miyim acaba?

05 Kasım 2006

karkara, gargara

kar yağdı. tatsız ama. buranın, İstanbul'un karı da yağmuru da tatsız zaten. yağmuru yapış yapış, karı da fazla oynak (bu oynak lafıyla ne demek istediğimi tam bilemiyorum ama oynak işte). ama kar tutarsa güzel olabiliyor.

yarın bitiyor fuar. dizlerimin oradaki kirişler ağrıyor oturup kalkınca. yine de belli bir eğlencesi vardı.

birisi de gelmiş, o.pamuk'un "kara" kitabını istemiş. "kar"ı mı, "kara kitap"ı mı? belki de hiçbirini...

04 Kasım 2006

buldurucu kazma

gecenin bi yarısında birisine Hazarın Sahilinde'yi tekrar buldurdum (bulmak da ne tuhaf fiil); ıslıkladığını söylüyor. gece gece buldurucu bir insan olmakla övündüm ben de.

şimdi düşündüm de işte hafıza denen şey böyle çalışıyor, misal toprağa kazmayı vuruyorsun petrol fışkıyor (bok fışkırır o ayrı) sonra durduramıyorsun (bak şimdi de aklıma Zeki-Metin'in böyle bir filmi vardı, o geldi. gerçi onlar kazma vurmuyorlardı filmde). demek ki esas olarak ihtiyaç sadece kazmaya. kazmayı doğru yere vurmak sonra geliyor (her yerden petrol çıkacak değil herhalde). neyse işte öyle...

fırında sütlaçtan "Hazarın Sahili"ne ya da nereden nereye

bi sürü alkol, Nizam'dan fırında sütlaç. Nizam'la aramızdaki ilişki; her seferinde "en yanığı hangisiyse ondan olsun", "yanık olsun?", "evet yanık olsun"... sonra en sıradanlarından birisi. yine de 2.5 ytl. Bolulu Hasan Usta'nın dandirik şeysi 3.75. üstelik Nizam fındığı kendi koyduğu gibi üzüm de koyuyor. bize de "koyayım BHu'ya" demek düşüyor.

BHu deyince aklıma geldi (ne de hareketli kafam yarebbim), içimde kalan şeylerden biridir: Yuhu'nun albümünü almamış olmak; "Hazarın Sahilinde". Namık vardı gitaristleri, Kıraç'la çalışıyor şimdi galiba. diğer elemanlar napar ki peki?

haa, albüm iyi miydi? bilmem. hiçbir fikrim yok. sadece o "Hazarın Sahilinde"nin küçücük bir melodisi aklımda. Mustafa Yolaşan'ın sunduğu bi "Pazar bilmem kaç"a katıldılardı. iyi gibi hissediyorum. sahi Mustafa abi napar peki?

03 Kasım 2006

"birrrr ömürrrr yeeeetmezzzzz"

kitap fuarı... bir sürü kitapla aynı ortam. neydi küçükken hayalimiz, "bir gün herkes çıksa, ben bir yere saklansam, Dost'un içinde kilitli kalsam." ne yapacaktım ki? sabaha kadar insan kaç kitap okuyabilir ki? fikir işte... yine de neticeye bakalım; kitapların göbeğine düştük. hiç şikayetçi değiliz...

Müslüm Baba'nın buğulu sesi işte...

01 Kasım 2006

"aslında bütün mesele neydi?"

"aslında bütün mesele neydi?"
"bak ne güzel yapmış, anlatmış. biz de yapalım"

aslında bütün mesele "ben de yaparım"cılık. aslında bütün meselenin kökünde belki de kıskançlık...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...