31 Ocak 2007

uzak

dün akşam eve dönerken finükülerde gözlerimi kapadım. uyumuyordum aslında ama rüya görmeye başladım, yok halüsinasyon değildi. o iki dakikalık yol, on dakika falan sürmüş gibi geldi. tuhaftı.

gördüğüm görüntülerden biri de buydu. bana buranın neresi olduğunu söyleyecek birilerini arayıp duruyorum, filmi seyrettikten beri, nerden baksan dört senedir (böylece "bilen varsa söylesin"e getirmiş oldum lafı).

30 Ocak 2007

"büyük kaçış"

durumlar fena. "bungun" bir vaziyetteyim. kitabın kabası bitti lakin rötuşta ek bir 10 sayfa çıktı. yapamıyorum; istemiyorum. kıymalı börek istiyorum. kafamın manasız karışıklıkları yatışsın istiyorum.

"sonu olsun diyorum
neyin sonu ama
hiç değilse bu taş basamakların"

28 Ocak 2007

akım

kafa karışıklığı, teori, yeni bir çamaşır makinesi (adı "ikbal" oldu), alışveriş, ıspanak, soğanla kurulmaya başlanan ilişki (yine de adamın eli kokuyor), teori, kahve, sevimli bir kahve fincanı, tütün, yetiştirilecek atatürk-venizelos kitabı, teori, gusto (efes'in yeni birası. "weissbier", yani buğday. balans'takinin paracetamol kokusu da yok üstelik. güzel. yine de hey gidi mühih), elektrik kesintisi, su kesintisi, gitar ("bugün yağmur bir kadın saçıdır"), sakız, iş...

25 Ocak 2007

"olsam mı acaba toprağa yem"

tünel'e gitmek için karaköy alt geçidinden geçerken, ağzıma yapışmış zuğaşi berepe'nin igzas'ının "a letta / vidikoyi peya Petraşa / doviyikoyi peya letta cari" kısmı, köşeyi dönmemle karşıma memedali çıkıverdi. şöyle bir kesiştik... "ne dünya ulan" dedim...

23 Ocak 2007

another brick in the wall

birtakım gerizekalı, kafası karışık dallamalarla oturup akıllı uslu muhabbet etmeye çalışmaktan yoruldum. zira sonunda bizi dinlemeyecekleri, aldırmayacakları; başka birtakım gerizekalıların izlerini sürecekleri aşikâr. ya çoğu zaman yaptığımız gibi "boşver" deyip geçiştirmek gerekiyor, ya saçma umut halini muhafaza etmek gerekiyor ya da muhabbeti onların kartlarıyla, dilleriyle geliştirmek: açıkça saldırganlık.

ruhum sıkılıyor...

21 Ocak 2007

rakı şişesinde balık

yapılacak bir sürü işin sıraya girmesi yetmiyormuş gibi artık ruhunu tamamen teslim etmiş ama suyu da bir nevresim bir pikeyle beraber içinde bırakmış bir çamaşır makinesi. o su oradan nasıl çıkacak meçhul. yine de kayıtlara ilk kez hazır olmayan bir çorba yaptığımız gün olarak da geçebilir: mercimek çorbası.

19 Ocak 2007

açık mezar

hala "türkiye bir hoşgörü ülkesidir, barış ülkesidir, demokratik bir hukuk devletidir, çok güçlüdür ama bizi bölmek isteyenler şunlar bunlar" diyen varsa; en işlek caddelerden birinin ortasında, birilerinin kafasına üç kurşun yemesinden utanmayan, elini kana bulaşmamış hissetmeyen varsa... siktirsin gitsin hiç bakmasın bu yazıya; bu ülkede insanlar "güvercinlerin" kafasını koparıyor, görmemeye devam etsin!


‘Ruh halimin güvercin tedirginliği’Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim. Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke...
Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.

Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.

Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.

Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”

Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.

“Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Başsavcının çabasına rağmen.Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?

Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.

Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
İşte size bedel... İşte size bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...O noktada hep çaresiz kaldım.

“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik?Ermenistan’a mı?Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?Rahat bana batardı!“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.Kalacaktık ve direnecektik.

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
(Hrant Dink, Agos, 10.01.2007)

17 Ocak 2007

gerçek rüya

"Bir kaç dakikalık rüya esnasında bile çok uzun sürdüğünü sanılan garip, şaşırtıcı ve çok değişik olaylar birbirlerini izler, bu nedenle rüyada zaman kavramı oluşmaz. Ancak zaman kavramını, uyandıktan sonra beyinin öğretileri ve alışkanlıkları doğrultusunda saptadığımız bir anlar toplamıdır sadece.

(...)
Dr. B. Klein adında Amerikali bir bilimadamı bir araştırmaya başlamış ve gönüllü olarak seçtiği kişileri hipnotize ederek uyutmaya başlamıştır ve belli bir süre sonra uyandırıp rüyalarını dinleyerek, bir rüyanın 20 saniyeyi geçmeycek kadar kısa sürdüğünü belirlemiştir. Dr. Klein'ın sürdürdüğü bu araştırmanın sonunda en uzun rüyanın 90 saniyeyi geçirmediği ortaya çıkmıştır.

(...)
- Kafası yorgun, devamlı bir konuyla ilgilenen kimse uyuduğunda rüyasında karmakarışık şeyler ya da ilgilendiği, önem verdiği konuyu görebilir. Bu tür rüyalar yorumlanmazlar. Örneğin, televizyonda veya başka bir yerde heyecanlı bir sinema izleyen kişi rüyasında aynı şeyleri görebilir. Bu durum sadece etkisinde kalmaktır ve gerçek rüya değildir.

(...)
- Olduğu gibi çıkan rüyalar, genellikle sezgisi güçlü olan kişlerin rüyalardır. Örneğin rüyasında gördüğü ahbabını kısa bir süre sonra o gerçekte görebilir bu kişiler. Buna "Gerçek Rüya" adı verilir. Böyle rüyalar görenler, dikkatli davranmalıdırlar. Gördükleri şeyleri iyi değerlendirmelidirler."

15 Ocak 2007

red




evde oturmakla, okuyup durmakla, yazmak durmakla (Brondby'nin tarihi) geçen bir haftasonu. yaşanılan mali krize bağlı olarak daha fazla eğilmeye karar verdiğimiz "vatandaş yemeğini evde ye" kampanyası dahilinde şinitzel almaya çıkma. turlarken Red Kit'e rastlama (1994'te Milliyet'in ek olarak verdiği 10 küçük, renkli macera). Şinitzel beni bekliyordu, Red Kit prensip olarak beklemezdi. insan ekmek peynir yiyerek de yaşamaya devam edebiliyor...

09 Ocak 2007

dört yol ağzında bekleyen yohan göte


filmi ne zaman seyrettim hatırlamıyorum. hatta seyrettim de sayılmaz belki, sadece parça parça kısımlar hatırlıyorum (karate kid'in daniel-san'ı vardı başrolde). ama işte adının crossroads
olduğunu, mevzunun da bu olduğunu çok net hatırlıyorum: bir dört yol ağzı bulup, elinde gitarınla beklersen, şeytan gelirmiş. alışveriş de belli: virtüözlüğe, ruhun!

faust da acayip bir kitaptır tabii. onu anmadan geçmeyelim.

bu şeytan efendi günün birinde karşımıza çıksa... blog'a yazarım tabii.

"Türksün di mi" notu: faust linki kara harp okulu kütüphanesi'ne çıkıyor. abinin biri kitabı okumuş, özetini çıkarmış işte. sanırım böyle bir ödev veriyorlar bütün öğrencilere, sonra da bunları internette yayımlıyorlar. "Kitap iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde sadelik hakimdir, olaylar tek bir motif etrafında geçmektedir. Anlaşılması büyük bir zorluk göstermez. İkinci bölümde ise bir bütünlük kurmak güçtür. Anlaşılması ve olaylarla bağlantı kurmak, ilişkilendirmek çok zordur".
yani "ya güzel sade sade yazıyordun be yohan'ım (künyeye öyle girilmiş goethe'nin adı. tabii madem öyle, goethe'ye neden 'göte' demedin diye sormuyoruz) neden ilerleyen kısımda böyle çetrefilleştirdin mevzuları" demeye getiriyor. finali de "yazar isterse bir konuyu nasıl haşmetli, heybetli bir sadelik ve bütünlükle işleyebileceğini göstermiştir. Bununla birlikte bazı bölümlerinin anlaşılması ve olaylarla bağlantı kurmak çok güçtür" şeklinde yaparak, bir yandan yohan abiye gaz verirken bir yandan da "ama anlamadan okudum valla son kısmı. haşmetini yerim, icabında bütünlük de kurabiliyon neden böyle yaptın ki" diyor.

"links" to Orhan Pamuk meseli: başka hangi memleketin aydını, kendini öyle tanımlayan insanı, bütün dünyanın okuduğu, en azından "bu adam ne diyor" diye merak ettiği bir yazar için "ben anlamıyorum" lafını bir tür gurur duyarak söyler? aydın adamda utanma duygusu, öğrenme dürtüsü... mevzuu derin, havalar serin...

08 Ocak 2007

"darkside of the moon"

an itibariyle kafamı çevirip dışarıya baktım, zifiri karanlık. "noluyo lan" dedim, camı açıp baktım sokak komple elektriksiz. aşağıya baktım ışık yok, yukarıya baktım ışık yok, sağa baktım sola baktım... bi bende ışık var. arka odaya gittim, camı açtım, aşağıya baktım ışık yok, yukarıya baktım ışık yok, sağa baktım sola baktım... "alacakaranlık kuşağına düştük hadi bakalım" diye düşünürken, kapıyı açıp apartmanın otomatına bastım. yandı.

hasılı, demek ki bazen aydınlık da korkutucu olabiliyor...

07 Ocak 2007

çaya iman

dün sabahtan akşama kadar bilgisayarın önünde bitmesi gereken çevirinin başında oturup durdum. biraz yapıp, çok sıkılarak. sonra 1.30 gibi yatayım bari dedim, kafam başka türlü dağılmayacaktı. saati 4.30'a ayarlayıp yattım, kalktım. ama boşver dedim. corto maltese'nin "etiyopyalılar"ına tekrar baktım. 6'ya gelirken tekrar yattım.

sabah 10'da kalktım. yumurtalı ekmek, benim küçüklükten kalma bir alışkanlığım falan değil ama artık pazar alışkanlığı olmaya başladı. zira hem kolay hem de birikmiş bayat ekmeklerden kurtulmanın bir yolu. gazetelere baktım falan, oturduk işte yine. kötüsü, dünün manasızlığı bugüne de sarkmışa benziyor. çaya güveniyoruz artık, kurtarsın bizi diye...

04 Ocak 2007

gencim, güzelim ya da manchester city 2-everton 1

2007'den ne bekliyoruz şeysi bile yapamadan 4 gün geçti. "ulan biri zaman ayarlarıyla mı oynadı yoksa 2007'de" diyesim geldi birden. neyse mevzuu o değil. "maskeli aylin" diye bir apla bi ortam yapmış kendine. o da blog açmış, orada soyunur gibi yapıyor, videosunu açık arttırmaya koymuş, en fazla para verene daha da cıbıldak halini satacakmış. "Gencim güzelim ama maddi imkanlarım şu anda istediğim hayatı yaşamımı engelliyor. Bunun için kötü yola mı düşmem lazım? Hayır dedim kendi kendime tabii ki olmaz. Peki ya ne yapabilirim? İşte o anda bir erkek arkadaşımın verdiği fikir aklıma geldi ve kendi video mu çektim. Hep bir model olmayı ve ünlü olmayı hayal ederdim. Belki de bu sayede ünlü olma şansım olacak diye düşünüyorum. Bu yaptığımın ne kötülüğü olabilir ki :)" diyoru. "ulan aylin ben senin taaa..." diyesim geldi birden. neyse mevzuu o da değil. mevzuu şu:

gencim, güzelim ama maddi imkanlarım şu anda istediğim hayatı yaşamamı engelliyor. bunun için kötü yola mı düşmem lazım? hayır dedim kendi kendime tabii ki olmaz. peki ya ne yapabilirim? hadi bakalım, napabilirim...

"ulan soyun sen de" diyesim geldi ama rasyonel bulmadım bu fikri. "kaset yapayım" diyesim geldi, o da pek rasyonel gelmedi üstelik daha erken dedim (hem clarissa'nın sapı atık). "artist olayım" diyesim geldi, biraderin önünü tıkamak istemem. bu durumda bize iddaa oynamaya devam etmek düşüyor. zaten 12 maçın 11'ini bilip, tek maçla 1.5 milyar kaçırdım. (koduuumun manchester city'si)

mevzuu aslında 2007'den ne bekliyoruzdu, nerelere geldik. manchester city'nin küme düşmesini bekliyoruz lan hadi bakalım. onlardan bi beraberlik alamayan everton da hadi küme düşmesin ama "zor günler" geçirsin...


fikri takip notu: an itibariyle everton 8., manchester 10. sırada.

02 Ocak 2007

yılbaşı bayramı tortusu

- az daha sert çekmiş olsam kemiğime kadar inecek bir bıçak yarası (deri)
- kan kokusu, tadı (ilkokul 5'te de akciğer şişirmiştim sınıfta)
- "kara kavurma" (davar eti, ne de olsa Antalya)
- anne-baba ambiyansında, durarak bir yeni yıl (sevmediğim Sezen Aksu'yu bile "sevebilir miyim" diye izleyerek)
- bir şişe şarap, "kahveli elma" (şarap kötü, elma şarap mezesi olarak yine bir baba buluşu)
- işkembe çorbası, kestaneli pilav (anne)
- sağolasın cep telefonu (mesajlar, telefonlar)
- nerdesin firuze (sonunda baştan sona)
- "ahanda şimdi şunun üstündeyiz" diye tur operatörlüğü yapan bir pilot (atlasjet)
- bu uçaklar nasıl uçuyor, nasıl havada kalabiliyor? (korkuyla karışık bilimsel merak)
- pıt (özlem. anneannem-annem ve pıt benziyorlar birbirlerine)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...