27 Eylül 2008

"pretty left of left"



ihtimal cool hand luke'u seyrettiğim dönem olduğundandır, ilkokul beşte doldurduğum anket defterlerinde "en sevdiğiniz oyuncu" kısmına de niro'yla birlikte onun ismini yazdığımı iyi hatırlıyorum...

paul newman'ın kim olduğuna, nasıl bir adam olduğuna, internet elinizin altında, bir zahmet bakın. fakat şunu bilin, 1982'den beri hayır kurumlarına, vakıflara boru değil, -yazıyla- iki yüz milyon dolar, -rakamla- 200 milyon dolar bağışlamış birinden söz ediyoruz. bir de tabii, watergate zamanı nixon'ın düşman listesine girmiş, üstelik de "bundan gurur duyuyorum" demiş birinden...

dün the sting'i seyrettikten sonra "ulan" dedim, "bu güzel adamlar da ölecek işte bir gün". allahtan filmler hep var.

ps. bemba'ya bunu yazdığımda mart'ın 27'siymiş. newman da geçti işte dünyadan. ve evet tekrar, allahtan filmler hep var...

24 Eylül 2008

"e lule lule, mace mace..."


vücut sıcaklığı 38-39 derece; geceleri dehşet görüyor ama aslında ileri derecede miyop; patisinin içine sakladığı tırnaklarını sık sık törpüler, heyhat bana karşı bir kere bile düşmanca kullanmamıştır; kendini yalamayı pek sever ki o buna temizlik diyor; inadına hastayız, bıkmadan usanmadan miyavlayabilir istediği oluncaya kadar, üstelik bunu çok ritmik, matematik süreler içinde tekrarlar; şaşmaz hareketlerini yapmadan yapacağı işi yapmaz, misal yatağa gelmek için komodinin üstünden geçmesi farzdır; biraz korkaktır; havayı koklar koklar koklar; uzun uzun uzaklara bakar; gözlerini dikip tavanı dinler; zen budistidir; pencerenin pervazına oturup mahalleye muhtarlık eder; anası-babası, ne zaman doğduğu, akrabalarının olup olmadığı belirsiz; ben kitap okurken, çalışırken gelip kitabın, kağıtların üstüne otururken gözlerimin içine bakar; ayak sesimi tanır, eve geldiğimde çokluk kapının ağzında bekler; kuş seslerini taklit edebildiğini, onları böylece kandırıp yakayabileceğini düşünür; sinek avlamak konusunda bir numaradır; üzerime, koluma yatmadan önce iki patisiyle uzunca, transa geçmiş gibi hamur yoğurur ama bir anda vazgeçip başka yere gidebilir...

ben, yatakta ona sarıldığımda, kafasını koltuk altıma soktuğunda, gırgırgır ses çıkardığında az şeyden duyduğum mutluluğu duyarım, kendimi iyi hissederim.

pıt geleli bu üçüncü sene.

22 Eylül 2008

adaptasyon


hikayenin bu kısmında ortaya cinler, şeytanlar, devler, akbabalar, cüceler, türlü çeşitli cadılar çıkıyor. her biriyle tek tek dövüşmek de hepsine topluca girişmek de faydasız, kahramanımızın kaçınılmaz sonu esir alınmak. on yıllar boyunca -ki "on yıllarca" da denebilir- kendisini kurtaracak prensesi bekleyecek ya da itaat edecek. itaat etmeyi seçiyor. kahraman olmadığından değil, kahramanlık bazen şekil değiştirmek olduğundan. o on yıllar geçtikten sonra tekrar kahraman olmasının mümkün olmadığını bilerek ama. korktuğundan değil, zaten hiçbir zaman kahraman olmadığından.

prenses dağları taşları aşıp onu kurtarmaya geldiğinde bulacağı cinler, şeytanlar, devler, akbabalar, cüceler, türlü çeşitli cadılar safına geçmiş bir kahraman. on yıllarca -ki "on yıllar boyunca" da denebilir- zorluklarla savaşıp, kapılar açıp kapılar kapatıp, atlara binip atlardan inip vardığı yerde bunu görmeyi istemez elbette. kendini düşündüğünden değil ama başkasını düşünmek kendini düşünmek olduğundan. yine de "hadi" diyecek. kahraman olmayan kahraman -ki artık cinlerin, şeytanların, devlerin, akbabaların, cücelerin, türlü çeşitli cadıların safına geçmiş bir kahraman olmayan kahraman-, gözü kocaman yemek masasındaki kocaman şarap kadehine takılı "tamam ama içeyim" cevabını verecek. "içeyim ki, ne olduğumu unuturken ne olduğumu hatırlayayım." çünkü hatırlamak biraz da unutmaktır.

o koca kadehi iki eliyle kavrayıp içtikçe içiyor. dünya kırmızı-mavi arası bir renge bulanınca kadehi fırlatıp koşmaya başlıyor. prenses arkasında. geldikleri yer belli, gittikleri, varacakları yer meçhul.

15 Eylül 2008

teras


terasımızdan bir sürü güvercin, birkaç karga, tek tük martı görünüyor. terasımızdan ayasofya, aya irini görünüyor, adliyenin çatısı, daha uzaklarda gökdelenlerin uçları. terasımızdan ağaçların üst yaprakları, açık unutulduğu için çarpan camlar, başka teraslar görünüyor. terasımızdan rüzgar duyuluyor. yoldan geçen tramvayların, arabaların sesleri, iş makineleri duyuluyor. ama en çok bulutlar görünüyor; durmayan, buradan oraya giden bulutlar, sürekli şekil değiştiren bulutlar. gökyüzü çizgileri, eski tarz ağıtlar, içli şarkılar, yabancı diller, sinekler, dumanlar, ağrılar, çocuk ağlamaları...

hayat terasımızdan uzakta, hayat terasımızın içinde.

05 Eylül 2008

"by the rivers dark"



iki tarz var: hayatı, olanı biteni nefsinle girdiğin bir kavga gibi görmek; yapacaksın-yapmayacaksın, gideceksin-gitmeyeceksin, diyeceksin-demeyeceksin, bakacaksın-bakmayacaksın, yazacaksın-yazmayacaksın... neticesi -el mahkûm- hep tetikte, hep gardlı bir insan olmak. üstelik bu, böyle olmaklar her zaman içinden gelmeyebilir ama seni mecbur ederler istemesen de. güvenli hiçbir yer yoktur. inanacak hiç kimse yoktur.

ikincisi hayatı, olanı biteni nefsine yapılmış bir katkı gibi görmek; yaptın-yaparsın, gittin-gidersin, dedin-dersin, baktın-bakarsın, yazdın-yazarsın... neticesi gavurun "cool"luk dediği, serin durmaklar; rahat nefes alabildiğini hissetmekler -hiç az şey değildir-. üstelik bu, böyle olmaklar her zaman içinden gelmeyebilir ama seni mecbur ederler istemesen de. güvenli hiçbir yer yoktur. inanacak hiç kimse yoktur.

bazen yazmayı çok istediğin için yazamayabilirsin. üstelik "nefis", hem kişinin öz varlığı, hem yeme içme gereksinimleri, hem de pek güzel anlamındadır.

01 Eylül 2008

tevellüt


Aynı biçimde ve donuk bir yaşamın bütün günlerinde, zaman alıp götürür bizi. Ama, bir gün gelir, bu kez de bizim zamanı taşımamız gerekir. Geleceğe dayanarak yaşarız: "Yarın", "ileride", "iyi bir işim olunca", "yaşlandıkça anlarsın". Bu tutarsızlıklara hayran kalmamak elde değil, çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde. Gene bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür ya da söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama, aynı anda, zamana göre yerini de belirtir. Zamanın içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği bir eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep, bütün benliğinin bundan kaçınması gerekirken, yarının gelmesini diliyordu. Etin bu başkaldırışı, uyumsuz budur işte.

Bir basamak daha aşağı inildi mi, yabancılık başlayıverir: dünyanın "yoğun" olduğunu fark etmek; bir taşın ne denli yabancı, bizce kavranılmaz olduğunu, doğanın, bir görünümün bizi ne büyük bir güçle yok sayabileceğini sezinlemek. Her güzelliğin dibinde insandışı bir şey yatar ve bu tepeler, gökyüzünün bu tatlılığı, bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz düşsel anlamı hemen o dakikada yitiriverir, yitirilmiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle. Bin yıllar ötesinden dünyanın ilkel düşmanlığı yükselir bize doğru. Yüzyıllar boyunca onda yalnız kendisine önceden verdiğimiz biçimleri ve çizgileri anlamış olduğumuza göre, bundan böyle bu yapmacıklığı sürdürmeye gücümüz yetmediğine göre, bir saniye için onu anlamaz oluruz. Yeniden kendi kendisi olduğuna göre, dünya bizce anlaşılmaz olur. Alışkanlıkla maskelenmiş bu dekorlar ne iseler gene o olurlar. Uzaklaşırlar bizden. Bir kadının alışılmaz yüzü altında, aylarca ya da yıllarca önce sevllmiş kadını bir yabancı gibi bulduğumuz gibi, bizi birdenbire böylesine yalnız kılıvereni bile arzulayabiliriz belki. Ama zamanı gelmemiştir daha. Bir tek şey: dünyanın bu yoğunluğu ve yabancılığı, uyumsuz budur işte...

Sisifos Söyleni, Albert Camus
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...