16 Şubat 2014

"benim meselem" Şekerspor...

Şekerspor on yıllardır kullandığı, Ankara Şeker Fabrikaları içinde yer alan tesislerinden atıldı! sebep, Türk Şeker'e olan kira borcu üzerine yapılan icra takibi. başkan diyor ki: 
"Kira bedelinin 3 bin liradan 40 bin liraya çıkarılmasının ardından kira ödememeye karar verdik. Çünkü bu konu kira artış konusunu adli mercilere taşıdık. Bunun üzerine karşı taraf bize tahliye davası açtı ve daha çabuk sonuçlandırdı ve kapının önüne koydular..."
Türk Şeker işçilerden para kesiyormuş ama kulübe 1 kuruş vermiyormuş falan filan...  epeyce laf salatası... Şeker Fabrikaları Genel Müdür Vekili meseleyi ortaya net koyuyor aslında:
"Kulüp bizim kiracımız. Alacaklarımız nedeniyle mahkeme bizi haklı buldu. Amatör branşlarımızdan oluşan kulübümüzün başkanlığını ben yapıyorum. Biz 87 yıllık bir kuruluş olarak amatör spor ruhuna her zaman inandık, destek olduk. Bu futbol kulübünün hakları, aracı bir firma tarafından daha önce bu şahıslara satılmış. Bizim tesislerimizi kullanıyorlar. Bir süredir alacaklarımızı tahsis edemiyoruz. Kulübün futbolcuları bile kulüpten alacakları olduğunu söyleyerek bize geliyorlar ama bizim bir ilgimiz, bağımız yok. Konuyu mahkemeye taşıdık ve mahkeme bizi haklı buldu. Yasal süreci uygulamak durumundayız."
Şekerspor Futbol Kulübü'nün Türk Şeker'le hiçbir bağlantısı olmadığını söylüyor adam, ki haklı. nitekim 2004 Ağustosu'nda sezonun ilk maçı için Cebeci'ye gittiğimizde olan biten şuydu:
2004'ün Ağustos'uydu. Sezon açılıyordu. Cebeci'ye maç saatinden 15 dakika kadar önce vardık. Elimdeki torbada "Haydi Şeker" yazdığımız pankartı tutuyordum. Gişeye yaklaştık, kapalı! Laklak eden polislerden birisi "Şeker çıkmamış sahaya, maç yok" dedi. Protokol girişine gittik: "Sizin takım sahaya çıkmıyor. Gelen giden kimse yok". Şekerspor'un kapısına kilidi resmen vurduğu haberi bir hafta sonra gazetelere düştü zaten. Takımsız kalmıştım. Yalnız kalmıştım...
çünkü Şeker Fabrikaları özelleştirme sürecine girmişti! genel müdürlük bisiklet, güreş, basketbol gibi birçok alanda faaliyet gösteren (üstelik çok başarılı sporcular da yetiştiren) Şekerspor'un1 profesyonel futbol şubesini kapatmaya karar vermişti. sebep tabii ki paraydı, giderlerdi! epeyce bir zaman, o hafta ne yapmış diye takip edecek bir takımım olmadı. ama derken 2005-06 sezonu başında bir inşaat şirketi (K&C Grup) futbol şubesini Etimesgut Belediyesi'nin de işbirliğiyle (Ankara'yı bilmeyenlere not: Şeker Fabrikaları oradadır) satın aldı ve kulüp anonim şirket oldu.

K&C Grup takımı aldıktan sonra hissiyatımı anlatmıştım (yukarıdaki alıntı da o yazıdan zaten). ama o iş tabii ki orada kalmadı: yaptıkları "acayip" transferlerle takımı daha ziyade kendi reklamları için kullanan K&C Grup yöneticileri futbolu da pek iyi bildikleri iddiası güdünce, proje gümledi; kötü yönetilen takım haliyle ligde bir şeyler beceremeyip bir de mali kriz yaşamaya başlayınca takımı elden çıkardılar.

K&C takımı elden çıkardı ama "gelen gideni aratır" derler ya, Orhan Kapelman namlı bir işadamının (5 milyon 700 bin liraya) satın aldığı takımın çivisi hepten çıktı. Kapelman'ın futbol konusunda ne yaptığını bilmez biri olduğu sadece bu sene şimdiye kadar 5 teknik direktör değiştirmesinden belli. nitekim en sonunda oğlunu takımın başına getirdi, herhalde artık onu da kovacak değil!

tabii bu arada muhtelif belediyelerle destek için işbirliği yapılmasıyla takımın adına da olanlar oldu: Beypazarı, Akyurt (1 hafta kadar! çünkü anlaşma sağlanamadı), Çamlıdere Şekerspor olduk hep. "Ankara'da gezmedik ilçe bırakmadılar" diye alay konusu edildik! bu sezon başında artık hiçbir belediyeyle sponsorluk anlaşması yapılamayınca nihayet düz Şekerspor'a geri döndük2. işte şimdi de tesislerden atılma hikayesi... 

ben 1997'den beri, Cem Uzan'ın Adanaspor'una karşı o unutulmaz yükselme hikayesinden beri Şekersporluyum. gönlümde başka hiçbir başka takıma da yer yok. ve fakat itiraf edeyim, bu yönetim ve anlayış yüzünden takımdan soğudum; bakkal yönetir gibi takım yönetmeye kalktılar. kulübün içine ettiler resmen, şimdi de ağlıyorlar.

sağa sola yazan, başvuran alacağı ödenmemiş bir sürü futbolcunun halini bir yana bırakalım, "manchester city'nin altyapısı olduk" zırvalamasını bir kenara koyalım, hacı-hoca sevgilerini es geçelim, twitter üzerinden futbolcu pazarlamalarını görmezden gelelim... ulan hâlâ esasını benim vakti zamanında wikipedia'ya yazdığım3, K&C zamanında siteye konulduğu için bunların da oradan alıp kullanıp durdukları maddeyle anlatıyorlar kulübü4. mangalda kül bırakmayıp, "köklü takımız, futbolcu fabrikasıyız" diyen adamların kulüple, tarihiyle ilgileri, alakaları bu kadar işte... nereden baksan inanılmaz bir çapsızlık...

lafı daha fazla uzatmayayım, çok netim ben: kulubün kapısına kilit vursalar, takımı da gönlümüze bıraksalar çok daha hayırlı olacak...

çünkü biliyorum, bu takımın başına ne gelirse gelsin benim gönlümde pamuklara sarıp kolladığım Şekerspor'um hep orada duracak.

ve tabii şunun da çok farkındayım, 6 milyon liram olmadığı ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacağı için kadere okuduğum lanetler içimdeki yarayı büyütmekten başka işe yaramayacak...5


1. bahis elbette Ankara Şekerspor'dan. fakat genel müdürlük Ankara'da olduğu için teknik olarak "Ankara Şekerspor" lafı kullanılmaz, doğrudan "Şekerspor" denir. yoksa memlekette her şeker fabrikasının olduğu yerde bir Şekerspor vardır ki, onlar fabrikanın olduğu şehir neresiyse oranın adıyla anılırlar.
2. yaklaşık 1.5 sene önce (23 Haziran 2012) tarihli bu habere -içindeki saçma sapan hamasete değil tabii- dikkat! zira Türk Şeker'le aradaki kira uyuşmazlığının başladığı görülüyor. sorunu çözmek için o zamandan bu yana bir şey yapılmaması...!
3. o maddeyi de federasyonun dergisi TamSaha'ya yazdığım yazıdan doğrultmuştum.
4. yok Sergen'i yetiştirmişiz de, yok bilmem ne... bu zırvalık nereden kaynaklanıyor izah edeyim:  K&C de o zamanlar wikipedia'da yer alan (şimdi silinmiş ne akla hizmetse) "kulübe hizmet eden futbolcular" kısmını "yetiştirdiklerimiz" olarak almıştı. ama dikkat edilirse "yetiştirdiklerimiz" sayılrıken hep "Arap Güngör" derler, soyadını söylemezler. zira soyadı olan "Sürel"i yazmamıştım "Arap Güngör"ün!
5. Müslüm Gürses'ten "Benim Meselem"i tekrar tekrar dinleyerek yazdım bu yazıyı

Başka türlü şeker olsak...

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. 2002'nin sonlarına doğruydu, Kasım ortaları belki. Cebeci İnönü Stadı'ndaydım. Yalnızdım. Yanlış, bir de Bruno vardı resmi rakamlara göre 35 bin kişi alan stadın o üstü derme çatma saçla kaplı olmayan "açık tribün" tarafında. Rakip takım kimdi hatırlamıyorum ama bizim takımın genel gidişi felaket kötüydü. Lig başlayalı 10 haftayı geçmişti, galibiyet yoktu. Amigo Bruno, kendini yırtarcasına bağırıyordu, "Uzun oyna! Uzun oyna!". Heyhat, takım ısrarla kısa pas yapıyor, top suya takılıp kalıyordu. Bu sırada takımın genel kaptanı arkasını dönüp Bruno'ya "Kes" diye bağırdı. Ben de dayanamadım, "Adam yanlış bir şey mi söylüyor?" dedim. Bunun üzerine takıma yeni gelen abimiz, muhtemelen işçilerle memurlar arasındaki çekişmeye yollama yaparak, bu sefer bana "Senin kimin maşası olduğunu biliyoruz zaten. Şerefsiz şerefsiz yazılar yazıyorsun" diye bağırdı. O sıra, Radikal Futbol'a İkinci Lig değerlendirmeleri yazıyordum! Geçmiş gün, o sırada takımı çalıştırmakta olan hocamız da, futbol tanrıları başarılı etsin, bir şeyler söylemişti bana. Mevzu fazla da uzamadı, sonuçta sahada top oynanıyordu. Ama birbirimize o kadar yakındık işte. Yalnızlıktan... 

                                                                          ***
 

2004'ün Ağustos'uydu. Sezon açılıyordu. Cebeci'ye maç saatinden 15 dakika kadar önce vardık. Elimdeki torbada "Haydi Şeker" yazdığımız pankartı tutuyordum. Gişeye yaklaştık, kapalı! Laklak eden polislerden birisi "Şeker çıkmamış sahaya, maç yok" dedi. Protokol girişine gittik: "Sizin takım sahaya çıkmıyor. Gelen giden kimse yok". Şekerspor'un kapısına kilidi resmen vurduğu haberi bir hafta sonra gazetelere düştü zaten. Takımsız kalmıştım. Yalnız kalmıştım... 

                                                                         *** 

Sonra Bruno'nun en azından takım tekrar açılana kadar, demek ki inanıyordu, Melih Gökçek'in Ankaraspor'unu destekleyeceği haberi düştü ajanslara. Ben, zaten memleket futbolunun gittiği yerden, vardığı yerden mutsuzdum, üstelik takımsızdım. Futbol yazmayı bıraktım. Yalnızlığımla baş etmeye çalıştım... 


                                                                          ***

Derken, bu sefer futbol şubesini KC Group adlı bir inşaat firmasının satın aldığı, borçları ödediği, büyük yatırıma hazırlandığı haberlerini öğrendik. Sevincim, bir şekilde tanıştığımız memleket futbol alemindeki eli yüzü düzgün adamlardan olan Bahri Kaya ve yardımcısı Metin Yıldız'ın takımın başına geçmesiyle katlandı. KC sahiden de hevesliydi; 1. Lig deneyimi olan önemli isimlerle sözleşmeler imzalandı, takımın yepyeni ve sahiden şahane formaları oldu, her ne kadar daha önce Gençlerbirliği taraftarlar grubu Alkaralar kullanıyor olsa da "Ankara keçisi" amblem seçildi, takımın attığı her golde özel olarak yazılmış şarkısı çalındı... Tribünlerde güne gider gibi süslenmiş kadınlar, Ray-Ban gözlüklü erkekler bitmeye başladı... Çoğalıyor muyduk? 


                                                                         ***

Beşiktaşlı Sergen'in Şekerspor'a transfer olmasına kimse inanamadı elbette. Ondan sonra yaşananların üzerinden geçmeye gerek yok. Ahmet Dursunlar, Serkan Aykutlar, Ahmet Yıldırımlar... Artık kapısına kilit vurması çoğu yerde haber olmayan takımımız her gün spor sayfalarında gözüküyor. 


Herkes işin altında başka bir şeyler arıyor, ben aramıyorum. Başkanın "iyi adam" olduğunu, kendi inşaatlarında bizzat metrelerce kablo çekmekten buralara geldiğini, sosyal sorunlara belli bir duyarlılık taşıdığını, mesela Ahmed Arif-Nâzım sevdiğini, "30 Mart"ın anlamını bildiğini gayet içerden biliyorum. Sergen'in transferine değil ama bunlara seviniyorum. Beri yandan, bu kadar göz önüne çıkmak da ürkütüyor beni. Bizim "yalnız" takımımız artık tüm memleketin dilinde, ama hasetle ama övgüyle. Sonra mesela Sinan Engin'in takımımızla adı geçiyor. Öfkeleniyorum, "lütfen olmasın" zikirlerine başlıyorum. Bu takımda gençler nasıl forma bulacak bilmiyorum, üzülüyorum. "Böyle olmasak" diyorum. "Bu kadar yıldıza rağmen başka bir takım olmayı başarsak" diyorum. "Çoğalsak ama 'doğru' olsak" diyorum... 


                                                                        ***

"Endüstriyel futbola", oyuna paranın girmesine dair çok şey söyledim, yazdım. Ama "takımsız kalmanın" ne demek olduğunu da bizzat yaşadım. Şimdi sahiden kafam karışık: Takımımız gözlerimizin önünde bir yerden tamamen başka bir yere gidiyor. Türkiye'nin Chelsea'si olma yolundayız. Ama bu, en basiti belki de. Halbuki herkesin söylediği gibi batağın içindeki Türkiye futbolunda farklı bir anlayış getirebilsek, yepyeni bir soluk olsak, hakemlerle ya da saha dışında mesela tek puan kazanmasak, topçularımıza bunu anlatabilsek, anlamayanla yolları ayırsak, hocalarımızın arkasında senelerce dursak, futbolun özünde bir oyun olduğunu herkese göstersek neşemizle, endüstriyel futbol denen naneye alet olmadığımızı göstersek ucundan kıyısından... (Ki aslında geçen sene flaş transferimiz olmadığı için yazılıp çizilmedi, memleketin en centilmen takımlarından biriydi Şekerspor; maçlardan önce Federasyon'dan izinle hakemleri, rakip takım oyuncularını yemekte ağırlayacak bir profili vardı.)


Hasılı, yeni sezon başlayacak. Neler olup bitecek, kimler gidecek, kimler kalacak, takımımız neler becerecek/beceremeyecek göreceğiz. Ama Edip Cansever'in "Tahtakale" şiirini tekrarlamaktan kendimi alamıyorum: 

"Çocuksun, anlamıyorsun, süslemişler her yeri/ Dokunsan ağlayacak, konuşsan/susmayacaklar bir daha /.../Üç asker tıraş olmuş, beyaza kesmiş yüzleri/Şeker mi yiyorlar ne, düş mü kuruyorlar ne, anlamadım/Belki de bir Tanrısı var acının, hüznün, ayrılığın/Ki durup dururken öyle ansızın yürüdükleri..."
----------------------------------------
bu yazıyı 18.06.2006'da Radikal İki'ye yazmışım. KC'nin takımı satın almasından sonra. şimdi olan bitene bakınca... 

06 Şubat 2014

Başkentte Zübükzade zihniyeti...

belediye başkanlığına bir kez daha aday olan Melih Gökçek bugün projelerini açıkladı: Ankara'ya boğaz gelecekmiş, öyle bir temapark yapacakmış ki savaşan transformerslar temaparkın vazgeçilmezi olacakmış...

aşağıdaki Gökçek yazısını 2009'da Radikal Cumartesi'ye yazmıştım ama "Başkentte Zübükzade zihniyeti..." 
hala geçerli. zira Melih Gökçek, "Temsil ettikleriyle başka birçok örneği gibi vasatın, sakilliğin, popülizmin, herkesten daha zeki, herkesten daha bilgili olduğunu sanan, hırslı, pozisyonunu korumak için yeri geldiğinde türlü çeşitli manevraları art arda sergileyebilen, her daim aradan sıyrılan, akıldan ziyade kişisel tatmin peşindeki politikacının net bir portresidir."

--------------------------------------------------------

Fazla bir şey kalmadı; şunun şurasında üç ay kadar sonra yerel seçimleri bitirmiş, seçim sonuçları üzerinden siyasi analizlere girişmiş olacağız. Kimler kazandı, kimler kaybetti, sonuçların memleketin geleceğine etkisi ne olur, yükselen yıldızlar, siyaset sahnesinden belki bir daha hiç dönmemek üzere çekilecek olanlar... Bu tartışmalar için üç ay daha vakit söz konusu ama birisi var ki, üzerinde geniş geniş konuşmayı alnının teriyle hak ediyor: Neredeyse bir aya yakın zaman AKP’nin Ankara belediye başkan adayı olacak mı olmayacak mı tartışmalarının göbeğinde yer alan, ‘düello’ insanı: Melih Gökçek.

Aslına bakılırsa sadece gündemde olduğu zamanlarda değil, adıyla sanıyla cisimleşmiş bir zihniyeti temsil ettiği için her zaman konuşulması gereken birisi Melih Gökçek. 1980’li yılların başından beri içinde olduğu siyasi hayattaki seyri, memlekette olan biten bir şeyleri anlamak için o kadar iyi malzeme sunuyor ki, bu profilin çok şey barındırdığı aşikâr.

Kimdir, nedir?
Ankara’nın Keçiören’inde doğuyor; liseye kadar Gaziantep’te okuyup sonra Gazi Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu’nda okumak için tekrar Ankara’ya dönüyor. Parlamento muhabirliği ve çeşitli gazetelerin temsilciliğini yapıyor. Askere gitmeden önce bir süre Çalışma Bakanlığı’nda özel kalem müdür muavinliği görevini yürütüyor.


Asker dönüşü ticaretle uğraşan Gökçek, 1984’te ANAP’tan Keçiören Belediye Başkanı adayı olup seçilince siyasi kariyeri de başlıyor. Bir dönem belediye başkanlığı yapıp ikinci dönem seçimi kaybedince 1989-1991 arasında Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’ne getiriliyor. 1991’de Refah Partisi’ne geçen Gökçek, aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankara milletvekili olarak meclise giriyor.
İçindeki bastırılamaz başkanlık arzusu, Gökçek’in 1994 yerel seçimlerinde bu sefer Refah Partisi Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak karşımıza çıkmasına vesile oluyor. Az farkla da olsa seçimi kazanan Gökçek, Refah Partisi’nin kapatılması üzerine Fazilet Partisi’ne geçiyor. 1999 yerel seçimlerinde bir kez daha belediye başkanlığını kazanıp Ankara tarihinde iki kez üst üste seçilen ilk belediye başkanı unvanını da alıyor.

Bu dönemde Fazilet Partisi’nin kapatılması ve Tayyip Erdoğan liderliğindeki ‘yenilikçilerin’ yeni parti girişimi ortaya çıkıyor. Havayı koklamakta pek usta olan Gökçek’in burnu burada yanılıyor. Zira liderlik hırsı burnuna baskın çıkınca ‘Tayyip’i silerim’ demeçleri verip, sağın liderliği için Demokrat Parti’ye hamle ediyor. Nitekim 2002’de partililerin ‘genel başkanımız’ laflarıyla Demokrat Parti’ye katılıp usul usul yurt gezilerine bile başlıyor. Geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan AKP aleyhine kamuoyu araştırması yaptırdığı iddiaları hep bu döneme ait zaten.

Heyhat, Erdoğan ve AKP’nin önlenemez yükselişi karşısında hırsından da burnundan da kuvvetli ‘manevra kabiliyeti’ devreye girince kuruluşunda yer almadığı AKP’ye katılıp Erdoğan’ın hizmetine giriyor. (Bu sırada, bir iddiaya göre Demokrat Parti’nin kendisine çektiği bir protestodan söz edildiğini eklemeden geçmeyelim ki portremiz biraz daha netleşsin: “Genel Merkezimizde mevcut bilgisayar, yazıcı, telefon, faks ve diğer donanımları, sizin döneminize ait bilumum muhasebe kayıtlarına ilişkin disketleri, makam masalarını, sandalye, koltuk, kilim dahil her türlü mefruşata ve tefrişata el koyarak tarafımızca bilinmeyen bir yere taşıdınız.”) Sonrasında 2004 seçimleri, bu kez AKP’den belediye başkanlığı... Melih Gökçek’in siyasi kariyeri bir çırpıda işte böyle özetlenebilir.

Peki ‘Gökçek zihniyeti’ni aynı hızda anlamlandırmak mümkün mü? Doğrusu hem evet, hem hayır. Evet, zira Gökçek’in pragmatizminin siyasi bir amacı olduğu açıkça ortada: Şartlar ne olursa olsun bir şekilde iktidarda kalmak, yönetme arzusunu tatmin etmek, gücü elinde bulundurmak. Amacına giden yolların nereden geçtiğiyle çok ilgilenmediğinin açık kanıtı, ortamdaki boşluğu değerlendirip sağın liderliği için Erdoğan’a rakip olmaya karar verip aradığını bulamayınca, Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak istemediğinden lidere biat etmesinden de belli. Öte yandan hayır, o zihniyeti anlamak o kadar kolay değil zira işin geri planında aslında derin bir yarılma, mücadele söz konusu.

‘Ankara, güzel Ankara...’
Bu mücadelenin adını koymak pek o kadar kolay değil aslında. Meramımız için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun leziz romanı ‘Ankara’ya başvuralım: Yeni kurulan cumhuriyetin başkentine göç eden bir İstanbullu’nun gözünden ‘çağdaş uygarlığa’ yürüyüşü tasvir eden Karaosmanoğlu, roman boyunca Anadolu’nun geri kalmışlığı, taşralılığı meselesini ve bununla mücadeleyi işler. Cumhuriyetle köhneliği ve eskiyi temsil eden İstanbul’un karşısına çıkarılan Ankara, modernliğin de başkenti haline gelmelidir. Ankara Palas’ta düzenlenen bir baloyu anlatan Karaosmanoğlu, o derin yarılmayı da ortaya koyar aslında: “İçleri bir mağaza camekânı gibi aydınlatılmış hususi arabalar ve şık kira otomobilleri, buraya, şehrin dört bir köşesinden, durmaksızın insan taşıyordu... Bunları, ağırlaştırılmış birer sinema şeridi gibi seyre dalan yerliden ve köylüden mürekkep sokak kalabalığı için, hiç şüphesiz balo denilen şey burada başlıyor ve burada bitiyordu... Buradan ötesi, artık, faraziye ve muhayyilenin işi oluyordu... Öbürü, siperi arkaya çevrilmiş kasketinin üstüne bir sarık geçirilmiş başını iki yana sallayarak cevap veriyordu: ‘İçerde ne yapılır bilirim emme, söylemem’...”

İşte Melih Gökçek’i bunca zaman sivrilten, tam da yerel siyasetin bu temel dinamiğini iyi kavrayıp baloya girenler-giremeyenler/giremeyecek olanlar ayrışmasında dışarıda kalanlarla, ama inanarak ama inanmadan, fikri düzeyde kurduğu yakınlık. Dışarıda kalanları baloya sokabilecek düzeye getirmek ya da balodakilere dışarıdakilerin güzelliklerini göstermek yerine bu ayrımı kullanıp, o gerilimden medet umması. “Tükürürüm böyle sanatın içine” derken de, otobüs üzerinden top dağıtırken de, kazandığı tazminatlarla döner ziyafetleri verirken de, Kızılay’ı ‘demokratik’ şekilde (!) yaya trafiğine kapatmak için meydana kurduğu oy sandıklarına Pursaklar’dan, Karakusunlar’dan otobüslerle Ankaralı taşırken de (ki bazılarının ‘Kızılay’ı ilk kez görüyoruz’ dediklerini hatırlayın) ne yaptığını gayet iyi biliyor o.

Simcity oynar gibi...
Ankara’nın modern bir başkentin çok gerisinde kaldığı konusunda hemen herkes hemfikir. Ankara’yı onca sevenler bile kentin banyo fayansları döşenmiş alt geçitlerinden, sosyal dokusundan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamasından, taşra ile metropol arasında kalmışlığının yarattığı onca güzelliğin silinip gitmesinden yakınıyor. Ve fakat Gökçek için bunların hiçbir kıymetiharbiyesi yok. Zira onun kafasındaki Ankara için, hızlı akan bir trafik, kentle bütünleşmesi hiç umursanmayan havuzlar, koca koca rüya parkları, -muhtemelen ne kadar Türk olduğunu göstermek için- yerleşmiş cadde isimlerini Türki cumhuriyetlerin başkentlerinin isimleriyle değiştirmek kâfi geliyor.

Kentteki su sorununu gündeme getirenlere uzun bir tatile çıkmalarını önerirken... Sağlık açısından risk taşıdığı iddia edilen Kızılırmak suyunu kimseye çaktırmadan bir aya yakın zaman su şebekesine karıştırıp ‘O kadar zaman bilmeden içtiniz bir şey olmadı, şimdi ne bu tantana’ mealinde konuşurken... Bunu bir raporla gündeme getiren ODTÜ’nün yapılarının kaçak olduğunu belediye başkanı olduktan ancak 15 yıl sonra fark edip yıkmaya kalkarken... Sanki bilgisayarda şehir kurma oyunu oynar gibi davranmasının nedenlerini tam da bu yüzden kültürel, sosyal, ekonomik bir şehircilik yaklaşımından ziyade kendi egosunu tatmin etmeye çalışan bir insan karakterinde aramak gerek.

Lafı dolandırmayalım, memleketimizin apaçık bir gerçekliğidir Melih Gökçek. Temsil ettikleriyle başka birçok örneği gibi vasatın, sakilliğin, popülizmin, herkesten daha zeki, herkesten daha bilgili olduğunu sanan, hırslı, pozisyonunu korumak için yeri geldiğinde türlü çeşitli manevraları art arda sergileyebilen, her daim aradan sıyrılan, akıldan ziyade kişisel tatmin peşindeki politikacının net bir portresidir.

Yine de bazen söz az kalır ya; dileyelim ki yakınlarda bir kanal Aziz Nesin’in kitabından uyarlanmış, Kemal Sunal’ın ‘döktürdüğü’ o nefis filmi yayınlar da tüm yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız politikacı portresi daha da netleşir: Keşke imkân olsa da Radikal Cumartesi bu hafta her okuruna ‘Zübük’ DVD’sini verebilse!..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...