15 Eylül 2015

"Savaş" Dedikçe...

Cemile, 10 yaşında, Cizreli, evlerinin önünde oynarken açılan ateş sonucu yaralandı. Sokağa çıkma yasağından dolayı ambulanslara izin verilmediğinden kan kaybından öldü. Sokağa çıkma yasağı olduğundan gömülemiyor. Annesi Cizre’nin sıcağında kokmasın diye bedenine buzlar sürdü, cesedi derin dondurucuya konuldu. Nihayet izin çıktı, morga kaldırıldı... (link)


Buna benzer bir sürü kan dondurucu hikâye var artık memleketin hemen her yerinde: Evlerde, sokaklarda, dağlarda, karakollarda, yollarda gencecik çocuklar ölüp gidiyor; bir sürü kişi ölenler ailelerinden olmadığından "şehitler", "vatan bölünmez" gevezeliği yapıyor, "evladımı istiyorum" diyen "şehit" yakınlarına "karaktersiz" deniliyor; ölüm kendilerinden olunca karalar bağlanıyor, onlardan olunca seviniliyor; insanlar birbirlerine düşman ediliyor, evlerin yakıldığı, işçilerin dövüldüğü gururla anlatılıyor; bir partinin binalarına -ateşe vermek dahil- sürekli fiili saldırılar yapılıyor, yetkililer seyrediyor; bunca yıllık yaraların sarılması işi zaten epey zorluyken üstüne her gün yeni sayfalar ekleniyor... “Onu kınadın, bunu kınamadın”, “ona laf söyledin, buna laf söylemedin” vırvırı sürerken memlekette insanlığa, kardeşliğe, geleceğe dair bir sürü değer göz göre göre yerinden oynuyor, tel tel kopuyor.

Önümüzde fazla bir seçenek yok aslında: Ya hal ve gidişatın bu tatsızlığına ortak olacağız, tarafların savaş naralarına, kişisel ikbal ve ihtiraslara destek vereceğiz ya da "barış" diyeceğiz, "kim olursa olsun, ne olursa olsun insanlar böyle manasızca ölmesin" diyeceğiz.

Çünkü "savaş" dedikçe Cemile'lerin derin dondurucuda bekletilmesine de, hayata daha yeni hazırlanan asker çocukların ölü bedenlerinin asfaltlarda kalmasına da onay veriyoruz aslında... Çünkü kimse masal anlatmasın, "ölmez" diye bir şey yok, insanlar ölürler, çocuklar da, "şehitler" de. Geriye sadece “keşke”ler, “ah”lar kalır…

Nuh Köklü Davası ve Bir Mektubun İçindeki Türkiye

Gazeteci Nuh Köklü bir grup arkadaşıyla Kadıköy’de kartopu oynarken, civardaki esnafın birinin dükkânının camına kartopu geldi, sinirlenen esnafla aralarında çıkan kavgada hayatını kaybetti. Pınar Öğünç pek güzel anlatmış (link), gerçekten saçma, manasız bir ölüm; beri yandan “kartopu davası” diye geçiştirilemeyecek kadar da mühim aslında dava.

Sanığın “bıçağın üstüne düştü” gibi zırvalamalarını bir yana koyalım, dava dosyasından çıkan, sanığın abisi tarafından cumhurbaşkanına yazılmış mektuba bakalım. Çünkü hem bir "nefret toplumu" olarak Türkiye’nin (link) hem de bunun ötesinde memleketteki adalet anlayışının, üzerine sayfalarca yazılabilecek özetlerinden.

Adım adım gidelim: Başbakanlık’ın bir iletişim merkezi var, BİMER (link). “Şahsen, telefon, internet, faks ve mektup ile BİMER’e ulaşabilirsiniz.” BİMER’in internet sitesinde "şikayet ve ihbar" için şöyle deniyor: “Bireyler, kendinin ya da toplumun mağduriyetini bildirmek, idarenin uygulamalarından duyduğu memnuniyetsizliği iletmek amacıyla şikayet etme ve ihbarda bulunma hakkına sahiptir.”

Nuh Köklü’yü öldüren sanığın abisi muhtemelen bu kanalla, 10 Mart 2015’te bir dilekçe/mektup yazmış. Fakat, ya Recep Tayyip Erdoğan’ın artık başbakan değil cumhurbaşkanı olduğunu unuttuğundan(!) ya da “Zaten fiilen başbakan hâlâ o” dediğinden bilinmez, dilekçe/mektubu Erdoğan’a hitaben yazmış, “Sayın cumhurbaşkanım, bizler sizi seven ve gönül veren kişileriz” diyerek. (link)

Hadi "vatandaş başbakanlıkla cumhurbaşkanlığını karıştırdı" diyelim ama BİMER’de dilekçeyi inceleyen Hüsamettin Tanrıkulu adlı yetkili, hemen bir gün sonra 11 Mart 2015’te, söz konusu dilekçeyi ilgili “kuruma/kişiye” yani cumhurbaşkanlığına havale etmeyip işleme almış ve Adalet Bakanlığı’na göndermiş. Oysa yine BİMER’in internet sitesinde başvurularla ilgili şöyle deniyor: “Vatandaşlarımızın Başbakanlığa (veya doğrudan Halkla İlişkiler Daire Başkanlığına) her yolla gönderdikleri istek, görüş, öneri, ihbar ve şikâyetler, Başkanlığımızdaki uzmanlar tarafından incelenerek değerlendirilmekte; gereği yapılmak üzere ilgili Bakanlık, Valilik, kamu kurum ve kuruluşlarına iletilmektedir.”

Söz konusu dilekçe-mektup Adalet Bakanlığı’ndan da, "gereği" ibaresiyle Nuh Köklü davasının dosyasının içine eklenivermiş. Oysa yine BİMER’in “Sıkça Sorulan Sorular” kısmında bakın nasıl bir soru-cevap var:

    “Yargıya intikal etmiş dava dosyam ile ilgili ne işlem yapılır?

    Çözümü salt yargı organının kararına bağlı olan veya konuya ilişkin yargı mercileri tarafından verilmiş bir karar bulunan veya bu mercilerce yürütülmekte olan soruşturma veya kovuşturma bulunan dilekçeler işleme alınamaz.” (link)

Heyhat, söz konusu dilekçe-mektup dava dosyasından çıkıyor işte. Zira görünen o ki, "durumdan vazife çıkaran" bir yetkili, açıkça BİMER’in kendi işleyiş biçimlerine de aykırı biçimde süreci başlatmış. Dilekçeyi-mektubu okuyunca şöyle mi düşündü bilemiyoruz tabii: İşin bir tarafında dini bütün, aslında işinde gücünde ama rahatsızlıkları olan, bir nevi vatan savunması yapan bir esnaf, cumhurbaşkanı diğer tarafındaysa Gezici, AKP karşıtı, "ne idiğü belirsiz" biri var! Öyleyse bu dilekçenin gereği yapılmalıdır.

Bunlar garabetin hukuki, “teknik” boyutları. Üstelik artık memleketin hukukla kurduğu ilişkinin geldiği yeri de zaten biliyoruz: Hukuk bu memlekette çok zamandır herkese değil, sadece bazılarına karşı işleyen bir mekanizma.

İşin teknik boyutu bunlar ama esas üzerinde durulması gereken, mektubun içeriği beri taraftan. Mektupta özetle, Köklü’nün olay anında AKP'nin çıkardığı iç güvenlik paketini protesto etmekten geldiği; AKP'ye karşı ve Gezi olaylarının öncülerinden birisi olduğu; sanığın psikolojik rahatsızlıkları olduğu, Köklü ve arkadaşlarını “Ben deliyim diye” uyardığı(!); olaydan AKP milletvekili Metin Külünk’ün haberdar olduğu; şeyhinin bilmem kim olduğu anlatılıyor. Köklü üzerinden yaratılan "nefret objesi"nin  hemen karşısında konumlanan "saf, temiz, vatanını, cumhurbaşkanını seven vatandaş"; kutuplaşma üzerinden kötülüğün masumlaştırılması...



Mesele, cumhurbaşkanına, devletlilere "Biz AKP'liyiz, ölen zaten Gezici’ydi, benim şeyhim de şudur" diye mektup yazılması değil aslında tam olarak. Zira böyle şeyler olabilir, olmuştur, olur (Belirtmeye gerek yok ki, hukukun bir gerçekliğinin olduğu devletlerde asla ciddiye alınmaz tabii). Esas mesele, "biz" ve "onlar" üzerinden "makbul vatandaş" algısına denk düştüğüne inanılan (cumhurbaşkanını sevmek, Gezici olmamak, iç güvenlik paketini protesto etmemek, işinde gücünde olmak, bir şeyhe bağlı olmak...) özellikleri tek tek saymanın, bunlardan bahsetmenin fayda getireceğine ciddi biçimde inanılması, bunlardan medet umulması. Çünkü devletin/hukukun bu şekilde işlediğine, cumhurbaşkanının tek adam olduğuna, ona "doğru" argümanlarla ulaşanın her türlü tatsızlıktan “paçayı kurtaracağına”; devlet katında, hukuk karşısında "makbul vatandaşın" belli özellikleri taşıyan kimseler olduğuna dair artık ciddi bir algı olması...

Toplumda bu algıyı yaratanların, bunu sürekli körükleyenlerin veballerinin büyük olduğu kesin. Bundan herhangi bir sıkıntı duymadıkları da ortada. Hasılı ne bu dava "kartopu davası” diye geçiştirilebilecek kadar önemsiz ne de bu kötülük, nefret ortamını yaratanlar Nuh Köklü’ye o bıçağı saplayandan daha az masum.

Bir insan ölüp gittikten, ülkede adalete inanç kalmadıktan sonra avuntu sayılabilirse tek avuntumuzsa, tarihin onları değil Nuh Köklü gibi bu zehirli hava yüzünden hayatını kaybedenleri "güzel insanlar" olarak yazacak olması...

Birikim Haftalık,  07.08.2015
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...