08 Aralık 2010

düşmanını tanı-2

ne idiğü belirsiz adamlardan değil, nereden gelip nereye gittiğini iyi biliyor: öğrencileri "patolojik vaka" olarak görürken de, "ah başkanım ahh" diye ağlayıp Muhsin Yazıcıoğlu için " Türkiye'nin açık duran temiz sayfalarından biriydi" yazarken de, Tansu Çiller'e danışmanlık yaparken de (ki "devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir" sözünün de onun icadı olduğu söyleniyor, kendisi reddediyor tabii), 7 TİP’linin öldürüldüğü Bahçelievler katliamı hükümlüsü Haluk Kırcı'yı cezaevinde ziyaret edip "paspas" olurken de (linkte sonlara doğru, "Ricacı" arabaşlığı)...


Mümtazer Türköne gibi "mühendislik harikası" çok insan biliyoruz; "düşünen adam" pozlarıyla uzaklara dalıp giden, afili duruşlarla geçmişin bütün pisliğinden sıyrıldığını sanan, "akil adam" hallerini üzerlerine oturmayan bir ceket gibi yanlarında taşıyıp duran... oysa onları vakti zamanında ceketsiz görenler çok iyi biliyor: "Artist o artist!"


"Sanığın ÜGD yönetim kurulu üyeliğine seçildikten sonra illegal çalışma yaparak masa teşkilatının kurulmasında etkin rol oynadığı, yönetici olarak faaliyeti sevk ve idare ettiği,  MHP Gençlik kollarında ele geçen mavi plastik harita metot defterinde, sanığın tuttuğu gece nöbetlerine ilişkin el yazısı ile notlar bulunduğu, 7.10.1977 tarihli notunda (Saat 05.00 civarında komünistlerin oturduğu bir kahve dinamitlenmiş, bizim arkadaşlardan Selim Türkmen yakalanmış, diğerleri aranıyor. Gençlik kollarına bildirildi) denilmektedir. 10.10.1977 tarihindeki nöbetindeki notunda ise kendi el yazısı ile (Keçiören’de komünist öğretmenin evi taşlandı. 4 arkadaşımız şubeye götürüldü) notu bulunmaktadır. Sanığın örgütün amacı doğrultusunda yayınlar yapan Genç Arkadaş dergisinin sorumlusu olduğu, eğitim masasında görev aldığı ve Anayasal nizamı cebren değiştirmeye teşebbüs suçuna feran iştirak ettiği anlaşılmıştır."MHP-Ülkücü Kuruluşlar davası iddianamesi ve savcının esas hakkındaki mütalaasından

---------
düşmanını tanı-1

06 Aralık 2010

"garson aranıyor"


garsonlar ve taksi şoförleri... bu iki meslek erbabıyla da anlaşamamam, bu iki meslek erbabından da hazzetmem.

taksicileri sonraya bırakalım, garsonlarla anlaşamamam küçüklüğüme dayanır herhalde. yazları dedenin "Akdeniz Lokantası"nda servis de yaptım komilik de, bulaşık da yıkadım ocak da yelledim, rakı da servis ettim teybe kaset de koydum. işin özünü temelden bilirim: müşteri istemeden masaya gelecek şeyler, müşteri isteyince anında gelecek şeyler; dükkan ne kadar kalabalık olursa olsun müşterinin görüş mesafesinden kaybolmamak ama onu rahatsız da etmemek; ona kendisini dükkandaki özel adam gibi hissettirebilmek, bunu yaparken "bahşiş bekliyorum hee" duygusu vermemek; lüzumsuz gevezelik etmemek, çocuk da olsan cıvıklığa meyletmemek...

ezeli garson beğenmeme, garsona gıcık gitme halimle yanımdakileri hep huzursuz ederim bir yere gittiğimizde. onlar bilmezler ki, huzursuzluğun kaynağı ben değilim bizzat o garsonun kendisi. onlar bilmezler ki, cıvıklığın, işini doğru yapmamanın en göze battığı iş garsonluktur. onlar bilmezler ki, çoğu garson işini ciddiye almaz.

oysa bunların çoğunu bilen garsonlar mücadeleye neredeyse hep, yanımdakilerin bana söylediği "sen de garson beğenmiyorsun" lafıyla başlamanın üstünlüğü içindedirler. bu üstünlüğü mücadele sonuna kadar götürebilen azdır zaten. ki o azınlıktan birine denk gelince takdir etmediğimi söyleyen kendini bilmezdir.

yalan yok, garson sevmem. ve fakat benim için huzursuzluk kaynağı olmayan; cıvık değil, neşeli bir ciddiyet gösteren; işini ciddiye alan garson benim garsonumdur. sevmenin ötesinde bağlanırım. öyle kpss'den 50 ve üstü almasına, yabancı dil bilmesine, atletik olmasına falan gerek yok...

11 Kasım 2010

Kitabi: 06.XI.2009 - 06.XI.2010

  • Yolculuk Günlüğü-1530

  • Benedict Curipeschitz

  • Marcus Antonius

  • Plutarkhos

  • Sosyalizm Komünizm ve İnsanlık

  • Necip Fazıl Kısakürek

  • Marksizm ve Tarih

  • Matt Perry

  • Atlantik Ötesi

  • Witold Gombrowicz

  • Satranç Ustası Don Sandalio'nun Romanı

  • Miguel de Unamuno

  • Tarih-Lenk

  • Hakan Erdem

  • Futbolun Şifreleri

  • Simon Kuper-Stefan Szymanski

  • Kan ve İnanç-PKK ve Kürt Hareketi

  • Aliza Marcus

  • Yalan Dolan Kenti

  • Dan Kavanagh

  • Bendeniz Duffy

  • Dan Kavanagh

  • Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş

  • Oğuz Tekin

  • Chopin Üzerine Notlar

  • Andre Gide

  • Ermeni Tabusu Üzerine Diyalog

  • Ahmet İnsel-Michel Marian

  • Senilitá (Yaşlılık)

  • Italo Svevo

  • Evlilik

  • Sergio Pitol

  • Cüce

  • Ahmet Hromaciç

  • Broken April

  • İsmail Kadare

  • Simon Bolivar

  • Norbert Rehrmann

  • Karl Marx

  • Yüzyılı Anlamak

  • Dan Diner

  • Kent

  • Alessandro Baricco

  • Osmanlı Arnavutluk'undan Anılar (1885-1912)

  • Avlonyalı Ekrem Bey

  • Futbolu Neden Sevmeli?/Futbolu Neden Sevmemeli?

  • Derleme

  • Karamazov Kardeşler

  • Dostoyevski

  • Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa

  • (yay. haz.) İnci Enginün-Zeynep Kerman

  • Radyo Konuşmaları-Hoş Geldin Ölüm

  • Sevgi Soysal

  • Macbeth

  • William Shakespeare

  • Abel Sanchez

  • Miguel de Unamuno

  • Dünyanın Ölçümü

  • Daniel Kehlmann
    ---------
    - Abel Sanchez
    - Karamazov Kardeşler
    - Osmanlı Arnavutluk'undan Anılar (1885-1912)
    - Broken April
    - Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş
    - Bendeniz Duffy
    - Kan ve İnanç-PKK ve Kürt Hareketi

    11 Ekim 2010

    "yürümeye övgü"

    o gün "tamam" deseydim, şimdiye 13 yıllık şoförlüğüm olacaktı. "yok" dedim, "gerek yok, metro da yapıldı zaten, okula kadar gidiyor, toplu taşıma diye de bir şey var." halbuki, hep hayalimizdeki kırmızı peugeot 106'ya atlayıvermek güzel olabilirdi (peugeot hala da en sevdiğim arabadır).

    arabanın yokluğunu arayanlardan değilim, arabadan da anlamam zaten. cüzdanda bir kimlik olmaktan öteye gitmeyen o ehliyeti aldıysam Tolga'nın "kursa gidelim, alalım şunu sonra zorlaşır bak" gazlamasına geldiğimdendir. zaten o ehliyet sınavından sonra da bir daha direksiyona oturmadım. iyi co-pilot olurum ama: İlker'in Ford'unda bir ara o kullanırken ben vites değiştirirdim, o derece. zaten küçükken de arka koltuğun tam ortasına gelip yolu seyretmeyi, göstergelere bakmayı da pek severdim.

    "ulan keşke arabam olaydı" dediğim anlarda trafikte olsam kaç kişiyle, kaç sebeple dalaşacağımı düşünüp, titreyip kendime geliyorum, "şükür" diyorum. park yeri bulmaktı, sıkışık trafikte bekleyip durmaktı, birden bozulsa, bir şey olsa yolun ortasında ne halt edeceksin, yağmurdu, kardı gibi detaylara hiç girmiyorum.

    hasılı yürümek iyidir, güzeldir, hoştur. insanın kafasını derleyip toplamasına yardım eder. ben daha bir şey demeyeyim, David Le Breton, “Yürümeye Övgü”de demiş diyeceğini zaten:

    “Yürüme soyar, çıplak hale getirir, dünyayı nesnelerin rüzgarı içinde düşünmeye davet eder ve insana mütevazi ve güzel bir yaşamı hatırlatır. Günümüzde yürüyüşçü kişisel bir tinselliğin hacısıdır, yürüken derin düşüncelere dalar, alçakgönüllü, sabırlı olmayı öğrenir, yürüme bir tür gezici ibadet biçimidir, gezilen dolaşılan yerlerde hiçbir kısıtlama söz konusu değildir yürüyüşçü için, yürüyüşçünün çevresinde muazzam bir dünya vardır.”

    14 Eylül 2010

    "türkiye'nin en büyük düdükleri"/bin o uçağa 4

    "bin o uçağa" derken şunu kast ediyordum: tiksindiğim adamların hepsi bir uçağa binsinler, o uçak da düşsün ya da kaybolsun. dün televizyonda Erman Toroğlu, Ahmet Çakar, Reha Muhtar üçlüsünü izlerken hissettiğim öfke, ötesinde duyduğum utanç öyle böyle değildi; uçağı kaldırmak farz oldu.

    kelimenin düz anlamıyla üç "kafadar" sahada bıçaklanan teknik direktörü bağlamışlar canlı yayına, almışlar ablukaya. adam "ameliyattan çıktım" diyor, "yeme bizi" diyorlar; adam "uefa a lisansım var" dedikçe, televizyondan bizim duyduğumuzu duymazdan gelip "senin diploman var mı? romanya'dan çakma bir şey mi aldın?" diyorlar; güya futbol uleması hazretler iki senedir türkiye'de çalışan adamı bilmiyorlar, "araya kimi soktun da iş buldun?" diyorlar, "diplomanın şekli şemali nasıl?" diyorlar. adam haliyle sinirlenince "burada raconu biz keseriz" tadına geçiyorlar...




    peki, bıçaklanan Yüksel Yeşilova Türkiye'de gündeme ilk nasıl gelmişti hatırlayan var mı?:
    Steaua Bükreş'i çalıştırırken görevinden alınan ve Başkan Becali'nin "Teknik Direktörümüz müslüman olduğu için başarısız olduk" şeklindeki şaşkınlık yaratan ırkçı açıklamasıyla gündeme gelen Yüksel Yeşilova, Bank Asya 1. Lig takımlarından Giresunspor ile anlaştı.
    işte bu adamların o zaman bağlansalar Yeşilova'ya, Becali'ye demediklerini bırakmayacaklarını adımız gibi biliyoruz. ama şimdi kendilerine biçtikleri rol "mahallenin ahlak bekçisi abileri".


    Toroğlu, Çakar, Muhtar üçlüsü tiksinilecek adam prototipinin açık örnekleridir. içi boş bir delikanlılık ayağıyla, kerameti kendinden menkul bilgi birikimiyle "ortalamanın, sakilliğin, akıl tutulmasının esirgeyen, bağışlayan, öfkeden ağzından köpük saçan tahrip edici gücüne" yanaşan, oradan başka yerde de zaten tutmayacak, tutunamayacak adamlardır.
     


    daha da açık demekten hiç çekinmem: bu heriflerden birisi yarın ölsün en ufak üzüntü duyarsam adam değilim.


    meraklısına not: 
    vakti zamanında Toroğlu'nu da, Muhtar'ı da yazmıştım.
    Artık Muhtar yok mu?

    02 Eylül 2010

    ilk gece ya da "saat 9'u 5 geçe..."

    bir Osmanlı subayı olarak içine girmişliğin vardır herhalde, hiç yoksa bayramlaşmalarda; sağına soluna bakmışındır, fanilerin adım atamayacağı bir-iki odayı görmüş olman da ihtimal dahilinde. "padişahın kızıyla bir izdivaç..." aklından geçmemiş midir?

    eğrisi doğrusu artık neyse ortamın sahiplerinin defterini dürmüşsün, bilmem kaç yıl sonra tekrar geliyorsun İstanbul'a; o vaktiyle ("muhtemelen" kaydını düşelim buraya da) kapısından subay olarak girdiğin üç katlı, 290'a yakın odalı, 50 civarı salonu olan, 60 küsur tuvaletli, 6 sultan görmüş yapıyı kendine mesken yapıyorsun... seçtiğin oda, padişahların kışlık oda olarak kullandıkları yer olsa da -"tavanı renkli kalem işi ile tezyinatlı olup ortada kristal bir plafonier yer almıştır, tavan etekleri akant yaprakları ile tezyinatlı olup duvarlar altın yaldız renkli kalem işi süslemelidir"- diğer odalara bakınca mütevazı, eyvallah...


    Dolmabahçe Sarayı'ndaki o 290 odanın hepsini açtırmışsındır, içlerine tek tek bakmışsındır bence (obsesif kompülsif bozukluk sahibi olma ihtimalin de fazla). ama sarayı gezip gördüğümden beri aynı sorunun peşindeyim: saraya ilk geldiğinde ettiğin lafı biliyoruz da ("sekiz sene evvel mustarip, ağlayan İstanbul'dan kalbim sızlayarak çıktım. teşyi edenim [uğurlayanım] yoktu."), hamaseti bırak, o koskoca beyaz tül cibinlik altındaki küçük ceviz karyolada kafanı yastığa koyduğun ilk gün aklından neler geçti?

    memleketin debelenip durduğu geriliminin yattığı yerlerden birisi işte tam da burada gibime geliyor zira...



    ps. fotoğrafı da oradan ayarlayıp koydum zaten, etraflıca bakmak isteyen şöyle buyursun.

    17 Ağustos 2010

    düşmanını tanı-1

    herkes ertuğrul özkök'e yüklenirken çoğu zaman aradan sıyrılan oktay ekşi, 88'den beri hürriyet'in başyazarı, bir de basın konseyi başkanı. 25 metreden yumurtayı indirir, bunu da aklımızda tutalım tabii...


    "dahası, türkiye'de bir kürt azınlık mevcut değil. mevcut olan, kürt olarak bilinen bir etnik gruptan geldiklerini kabul eden ya da düşünen kimi türkler." hürriyet, 28 ocak 1988




    -------
    yeni seri notu: "bin o uçağa" serisi (1, 2, 3) tıkandı demeyelim ama çok fazla ilgilenemediğimden ya da sonra yazarım deyip üzerinden vakit geçtiğinden epey rötar yaptı. hal böyleyken yeni bir seriye başlamak manalı olmayabilir ama sabah tramvayda gelirken cümleyi okuyunca dayanamadım; fikir de kendini dayattı.

    "düşmanını tanı" serisi vakti zamanında kim ne yumurtlamış onu esas alacak. malzeme sıkıntısı çıkmaz orası kesin. malum memleketimiz konuşanın bol olduğu, hafızanın ise neredeyse hiç olmadığı bir yer. "düşmanını tanı" adına gelince, kimin neden düşman olduğunu herkes kendi meşrebince anlar zaten. sevgi, hoşgörü gibi postmodern zırvalar şahsen inandığım şeyler değildir netekim.

    08 Ağustos 2010

    tatilde "homo ludens"

    "huizinga"... kafamda başka şey yok. "huizinga"... hatırlamaya çalışıyorum, yok, "neydi bu?". "huizinga"... bir isim ama kimin ismi? "huizinga"... nereden biliyorum? "huizinga"... uyanık uyanık görülen bir kabus.

    bu, çok sonra bir kere de, yataktan kalktığımda aklım bana sadece "el medinetül fazıla" deyip, başka şey demezken oldu. uykudan uyanınca kafasının çalışmaya başladığını hisseder ya insan, işte tam o anda insanın aklına saplanıp kalan bir şeyler.


    günlerce "kimdi bu, kimdi bu, neydi bu, neydi bu" diye kafamda dolandı huizinga (o zamanlar internet de yok!). sonra bir gün konur sokak'taki dost'ta dolanırken (ne güzel kitabeviydin sen) çaaaat diye karşıma çıkverdi "homo ludens" (çok da güzel kitaptır, yıllar sonra Antalyaspor-Antalya'da Spor işini yaparken çok yararı oldu). huizinga muamması böylece çözüldü. "el medinetül fazıla" meselesini çözmek ise kitabı zaten bildiğimden, nispeten kolay oldu.

    biliyoruz, bilinçaltı ne zaman kabaracağı belli olmayan bir denizdir. onu dinlendirmek mümkün olmayacağına göre bedeni, zihni dinlendirmek de bir alternatif olabilir. yine de esas olarak tatilin bir yanılsama olduğunu unutmadan...

    26 Temmuz 2010

    ayasofya derler bir muazzam yapı...

    Ayasofya üzerine düşünmek biraz da insan üzerine düşünmek aslında. hem şimdiki insan hem o zamanki insan üzerine, algının sınırları üzerine... yapıldığı tarihten itibaren neredeyse bin yıl boyunca dünyanın en büyük katedrali olmuş Ayasofya. bu, şu demek: yolu Sultanahmet'e düşen herhangi bir faninin, büyük ihtimal, görüp görebileceği en heybetli yapıymış.

    şimdiki algımızda koca koca binalar var, gökdelenler var, toplukonutlar, rezidanslar var, hiç yoksa Eyfel Kulesi var, onu bırak Atakule var yahu (angaralı damarı)... onlardan da geçersen Örümcek Adam'lar, Batman'ler, Süpermen'ler var binaların üstünde gezinen...


    Mustafa bin Celal'in, namı diğer "Koca Nişancı" Celalzade'nin Tabakat ül-memalik'iyle [13.] uğraşıp dururken aklımın bir köşesinden hep geçiyordu bu, bugün Kaya'yla konuşurken iyice netleşti: bu adamların bir zamanlar tam da benim şimdi çalıştığım yerde ve civarında bir hayatları vardı: Ayasofya'ya bakıp bakıp "ulan gavur yapmış" derlerdi büyük ihtimal, bu devasa yapının karşısında kendi küçüklüklerini fark ederlerdi ya da etmezlerdi (ama akıllarından bir Batman, bir Süpermen de geçmezdi herhalde), Sultanahmet'e kafa çevirip Mimar Sinan hakkında dedikodu yaparlardı, hiçbir tarih kitabında yazmayan gündelik dertleri, hayat gaileleri, sohbetleri, şakaları vardı... hatta sadece onların değil, Ayasofya'yı yaptıranın da yapanların da...

    tarih, bir tür oyuncak... neresinden, nasıl tutacağını bildin mi, hayır, lise Tarih I'in ilk paragraflarında yazdığı gibi "nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz"un cevabını tam olarak asla bulamadığın ama evet, çok eğlenebileceğin, gözünü, gönlünü açabilecek bir şey... Ayasofya üzerine düşünmek biraz da insan üzerine düşünmek işte; insanın küçüklüğüne, büyüklüğüne, sonluluğuna, sonsuzluğuna, gelmişine, geleceğine dair düşünmek...


    ps. meraklısı şuna da bakabilir: Ayasofya'nın Yapılış Efsanesi

    12 Temmuz 2010

    Bir Milli Takım Yaratmak...

    olayların gelişimi:
    - Galatasaray, sessiz ve derinden iyi bir transfer yaptı: Lorik Cana.
    - mishi bey kardeşimiz Kosova'ya gitmiş.
    - onunla laflarken aklıma vakti zamanında, daha ülke bağımsızlığını ilan etmemişken ntvspor'a yazdığım Kosova Milli Takımı yazısı geldi. ntvspor değişirken, eskiye dair her şeyi geride bırakmış, sağolsun, link uçmuş. fakat bir blogçu arkadaş o zamanlar yazıyı almış, bloguna koymuş. mishi bey kardeşimiz, "bunu kendi bloguna da koy Lorik üzerinden" falan deyince "kafama yattı, hoşuma da gitti" (bkz. Tugay Kerimoğlu)
    - yazının orijinalini bilgisayardan buldum (daha sonra Tam Saha için güncellemiştim bunu ama o yok ortada). dolayısıyla bu, 16 Şubat 2008'de bitmiş hali. artık takımın yeni bir hocası var, yaptıkları maç sayısı da benim yazıdan beri 3-4 artmış.
    - Lorik kardeşimiz, her ne kadar Kosova Milli Takımı'nı seçmemişse de iyi topçudur, sıkı adamdır. kolundaki dövmede yazan "Iliria", bugünkü Arnavutların geldiklerine inandıkları bölgenin/tarihsel halkın adıdır.

    - bağlamı da sağladığımıza göre bu yazıyı da bloga koyalım; elde duracağına bizde dursun. gerçi "şunu da yazdık, bunu da yazdık" halinden hoşlanmıyorum ama kayıt altına almak iyidir. hem kupa da bitti, futbola verdiğimiz nispi ağırlık da sonra erer usuldan...

    BİR MİLLİ TAKIM YARATMAK…
    Sırbistan’daki Kosova özerk yönetiminin girdiği bağımsızlık yolunun, dünyanın son bağımsız devletinin ilanıyla noktalanmasına pek bir şey kalmadı. Yani zaman, geçmişin kanlı kalemini tutma zamanı değil; bir halk bağımsızlığını ilan etmek, kendi devletini kurmak üzere. Kosova Başbakanı eski UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) gerillası Haşim Taçi, 17 Şubat’ta bağımsızlıklarını ilan edeceklerini açıkladı. Artık Kosova’nın da bir milli marşı, bir bayrağı olacak. Bir milli takımları ise zaten var!

    1946’da kurulan Kosova Futbol Federasyonu’nun 2006 yazında milli takım oluşturma kararı alması üzerine milli takım teknik direktörlüğüne getirilen Edmond Rugova, Kosovalı bir Arnavut. Eski futbolcu Rugova; Agim Cana, Fenerbahçe’de de oynayan Fadıl Vokri, Fadıl Muriqi gibi futbolcularla birlikte KF Priştina takımının yıldız isimlerinden birisiydi. Uzun zaman Amerika’da yaşayan, Cosmos ve Kansas City’de oynayan Rugova, milli takımın oluşturulması çalışmaları üzerine Kosova’ya dönmekte tereddüt etmedi. Ancak en temel derdi, bağımsız bir devlet olmadığı için FIFA ya da UEFA nezdinde temsil edilemeyen Kosova’nın ancak dostluk maçları yapabilmesiydi.

    Resmi olmayan ilk maçını 1993’te Arnavutluk’a karşı oynayan Kosova milli takımı, bağımsız bir ülkesi olmasa da resmi bir milli takım olarak sahaya ilk kez Ankara’da çıktı. 15 Haziran 2007’de Suudi Arabistan’a karşı oynanan maçı 1-0 kazandılar. Şimdilik oynadıkları son maç da o zaten. Kosova’da futbolun seyrinin geçmişine dair ise ferah ferah konuşmak ne yazık ki pek mümkün değil.

    YASAKLAR, ÖLÜMLER…
    Yugoslav Birinci Ligi takımlarından olan FC Priştina’nın 1989’da Proleter Zrenjanin (şimdilerdeki adıyla Banat Zrenjanin) ile yaptığı bir maçın sonunda çıkan karışıklıkta sahaya dalan Sırp polisi, 30 bin taraftarın önünde Kosovalı futbolcuları dövmeye başladı. Sıradan bir arbededen söz etmiyoruz, en basitinden Priştina kaptanı Gani Llapashtica’nın bacağının kırıldığı bir dayaktan söz ediyoruz! Aynı maçta birçok Kosovalı taraftar da gözaltına alındı, kötü muameleye maruz kaldı. Bu maçın/olayın bir dönüm noktası olduğu az çok belliydi aslında, zira hemen ardından önce Priştina’nın iç saha maçlarına daha sonra ülkedeki hemen hemen tüm statlara Kosovalı taraftarlar, üstelik sadece onlar değil Kosovalı sporcular da alınmamaya başlandı. Kuşkusuz işin arka planında bir direniş simgesi olmak motivasyonu daha baskındır ama Kosovalıların futbol sevgisi işi Sırpların ulaşamayacağı yerlere taşımaya götürdü.

    Kosovalı gazeteci Driton Latifi’ye bırakalım sözü: “El altından malzemeleri temin eden Kosovalı futbolcular, Kosova Ligi’ni organize ettiler. Tutuklamalara, dayaklara, mahkeme kararlarına, Sırp polisinin maçları durdurmasına artık alışmışlardı. Birçok maç durduruldu, çok azında 90 dakikanın sonunda kazanmanın mutluluğu yaşanabildi. Maç takvimi ve oynanacak yerler son ana kadar gizli tutuluyordu, o kadar ki bazen biz gazeteciler bile maçları kaçırıyorduk. Takımlarını sadece Sırplardan oluşturan ekiplerin maçlarını sadece oyuncuların birkaç arkadaşı seyrederken; gizli yerlerde yapılan karşılaşmaları taşların, ağaçların üstünden, maçı izleyebilecekleri herhangi bir yerden seyreden 10 bin kişiye yakın izleyici görmek mümkündü.”

    Sadece yasaklamalar değil, ölümler de Kosova futbol tarihinde duruyor: Prizren’deki şehir stadına adı verilen Perparim Taçi gibi birçok futbolcu, yüzlerce Kosovalı sporcu Sırp paramiliter güçlerin elinde hayatlarını kaybetti ya da kendilerinden bir daha haber alınamadı.

    KOSOVA DOĞUMLULAR MİLLİ TAKIMA
    Lafı uzatmayalım Kosovalılar, futbol oynadıkları için “terörist” ilan edildikleri bir noktadan buraya geldiler. Bağımsızlığın ilanından sonra artık Rugova’nın uluslararası turnuvalarda kendini gösterebilecek bir takımı söz konusu olacak. Lorik Cana (Marsilya), Besnik Hasi (Cercle Brugge), Besart Berisha (Burnley), Mehmet Dragusha (Elversberg) gibi Arnavutluk milli takımında; Valon Behrami (Lazio) gibi İsviçre milli takımında; Shefki Kuqi (Fulham) gibi Finlandiya milli takımında oynayan Kosova doğumlu futbolcular kabul etmeleri halinde -FIFA’nın da oluruyla- Kosova milli forması giyebilecekler. Rugova, meselenin “milliyetçilik meselesi değil Kosovalı olmak meselesi” olduğunun altını kalın kalın çiziyor. Nitekim yine eski bir Fenerbahçeli olan Nikola Lazetic (Torino) ve Jovan Tanasijevic’i (Dinamo Moskova) de Sırp olmalarına rağmen, onlar kabul etmese de, milli takıma davet etti.

    Sonuçta Kosovalılar, bayrağın kabul edilmesiyle birlikte muhtemelen şimdiye kadar giydikleri kırmızı-siyah formayı bırakacaklar; vize alamama gibi sorunları bitecek. Fakat şurası kesin ki, attıkları her golde, kazandıkları her maçta hayatlarını kaybeden sporculara, kardeşlerine, akrabalarına, arkadaşlarına da bir selam göndermiş olacaklar…

    09 Temmuz 2010

    hayalet meslek


    biraz iş konuşalım... "mağazamız görünür-görünmez güvenlik sistemleriyle korunmaktadır"... bu acayip uyarı levhasından payımıza düşen kısım görünür-görünmezlik. ya da daha şık bir tanımlamayla "hayalet meslek": kimse seni görmez, çoğu kişi sana inanmaz, görenler ürker (yeni Dostoyevski olduğunu iddia edenlerin hayallerini yıkmak kolay iş değildir), "nerden çıktı bu yaa" der ama iş işte...

    editörlük bir zanaat; ustanın yanında öğrenmek gerekir, mesai harcamak gerekir, çalışmak gerekir, disiplin gerekir, el ustalığı gerekir. öğrenmek sadece görmekle olmaz, hissetmek farzdır; mesai harcamak, çalışmak sadece önüne gelen metinle olmaz dünyayla teşrik-i mesaide bulunmak şarttır; disiplin sadece dışta olmaz, içte de obsesif kompulsif bozukluk düzeyine erişmek olmazsa olmazlardandır; el ustalığı sadece "şu kelime böyle yazılıyor"u bilmekle olmaz, misal bir paragrafı nereden nereye taşırsan daha anlamlı olacağını hissetmek zaruridir.

    bütün bunları yapmak da yetmez, birtakım şişkin yazar egolarıyla baş edebilmek için tam olarak terbiye edilmiş bir ego, diplomatik ilişkinin kitabını yeniden yazmak da gerekir. üstelik afiş kavgasında yerinin olmayacağını bilerek: istediğin kadar cümle düzelt, redaksiyon, tashih yap kitabı yazar yazmıştır, sen değil! hayaletsin sen hayalet kalacaksın.

    yayınevine staja gelenlere önce şunu okuturuz: "Editör Kimdir, Eserleri Nelerdir?" okuduklarından ne anlarlar orası muamma tabii ama işte bilhassa kitap okumayı seven, kitapları en azından sevdiğini sanan, "editör olcam bennn" diye ortalıkta dolaşan, bunu bir marka değeri olarak kullanma hevesindeki genç arkadaşların hayallerindeki havalı mesleğin içi epey karmaşıktır.

    03 Temmuz 2010

    penaltı: bir düello, bir yüzleşme anı…

    blog futbol blogu falan değil, öyle olmasın da isterim. eski-yeni yazıları yayımlama yeri de değil, öyle de olmasın istiyorum (yazılar için ayrı blog mu açmalı yoksa? bugüne kadar kaç yazı yazdım sahi?). beri yandan işte öyle şeyler oluyor ki, "ben bunu yazmamış mıydım yahu" diyorum, dönüp bakıyorum, sahiden de öyle. hal böyleyken buraya koyup tekrar tedavüle sunmak, az çok hissiyatımı anlattığı için manalı.

    word kayıtları, bu yazıyı 21 Eylül 2004'te yazdığımı söylüyor. mecra Birgün'dü. Hakan Şükür'ün kaçırdığı bir penaltı üzerine yazdığımı da hatırlıyorum, bakınca onu da netleştirdim: "19 Eylül 2004/ Beşiktaş-Galatasaray maçının 57. dakikasında sarı-kırmızılı takım penaltı kazandı. Hakan Şükür topu direğe nişanladı, maç 0-0 bitti."

    "Uruguay'a karşı temdit penaltısını kaçıran Gyan kardeşimiz golü atsaydı..." artık hepsi boş laf işte... penaltı bir düello işte...

    ---------
    PENALTI: BİR DÜELLO, BİR YÜZLEŞME ANI…

    7 metre 32 santimetreyi bir anda gözünüzün önüne getirebilir misiniz? 2 metre 44 santimi? 11 metreyi? Kuşkusuz pek zor. Öyleyse biraz yardımcı olalım; futbol kale direklerini düşünmek daha kolay olsa gerek! Futbol oyun kurallarına göre direkler arasındaki mesafe içten 7.32 metre, üst direğin alt kenarının yerden yüksekliği 2.44 metre. Her iki direkle üst direk, en çok 12 cm ve aynı kalınlıkta olmalı. 11 metre ise penaltı noktasının kale çizgisine uzaklığı.

    Penaltı, seyredenler için her zaman kolay gözükür. 11 metreden, neredeyse 8 metrelik devasa kaleye topu sokmak mesele değilmiş gibi gelir. Tam da bu yüzden penaltıyı “tutan” kahraman olurken, “atamayan” için dünya kararır. Oysa atan da, tutan da yalnızdır penaltı anında…


    ***
    İrlandalı bir kaleci, William McCrum; kalenin uzağında, gollük pozisyon yaratması düşünülemeyecek bir noktada yapılan faullerle, kaleye çok yakın noktalarda yapılan faullerin aynı şekilde değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Hemen hemen bir yıl süren mücadelesinin ardından, ceza sahası içinde yapılan faullerin sadece bir oyuncunun ve kalecinin birbirlerine 11 metre uzaklıkta karşı karşıya kalacakları penaltı kuralı ile cezalandırılmasına karar verildi.

    1891’de, bir Aston Villa-Stoke City maçında, tarihe geçecek an yaşanır: Stoke, Villa karşısında 1-0 yenik oynamaktadır, maçın bitimine iki dakika kala hakem tarihin ilk penaltı kararını verir. İtirazlar, tartışmalar (elbette penaltıya itiraz ilk penaltı kararıyla başlamıştır)… Bu sırada topu kapan Aston Villa kalecisi, topu saha dışındaki ağaçların arasına atar. Bitime sadece iki dakika kalmıştır ve o zaman henüz “duraklama dakikalarını oynatmak” kuralı yoktur! Hakem saatine bakar, top aranır, hakem bakar, top aranır... Lâkin, hayır, bulunamaz ve böylece tarihteki ilk penaltı atışı yapılamamış olur! “Temdit penaltısı” denen, maç bitmiş olsa da penaltının atılacağı kuralı da böyle doğmuş olur.

    Türkiye liglerinin ilk penaltısı da gol getirmemiştir. 25 Şubat 1959’da Karagümrük-Vefa maçında, Karagümrüklü Kadri’nin kullandığı penaltı Vefa kalecisi Baskın tarafından kurtarılır. 15 Mart’ta ise Fenerli Lefter, penaltı atışını Beykoz ağlarına yollayınca Türkiye liglerini ilk penaltı golünü atmış olur.
    ***
    Futbolun büyük heyecanlarından birisidir penaltı. Devasa bir kale önünde karşı karşıya durmuş iki kişi. Bir tür düeollodur aslında olan biten; on binlerce, milyonlarca seyircinin gözlerinin önünde yaşanan. Penaltı anlarında iki futbolcunun da üzerinde büyük baskı vardır elbette. Her ne kadar Peter Handke, o pek güzel kitabına “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi” adını vermişse de, penaltıyı atacak oyuncu da ondan daha az endişeli değildir. Aslına bakılırsa oyun içinde yeterince “yalnız kalan” kaleci (ki bu apayrı bir yazı konusudur kuşkusuz), çok daha güçlüdür atıcıya göre penaltı anında. Çünkü diğer takım arkadaşlarından çok daha fazla o bilir, tek başınalığın ne demek olduğunu. Atan ise belki de ilk defa kendi kendisiyle kalmıştır. Dolu bir stat, karşısında topa her an atlamaya hazır bir kedi-adam, 11 metre, 7 metre, 12 santim kalınlık…. Penaltı için “seçilmiş kişi”, öyle bir boşluk içine düşer ki! Zaman geçer mi geçmez mi bilinmez ama topa en soğukkanlı şekilde gelen atıcıların bile içlerinde hissettikleri bir ürperti vardır. Bunu bırakın profesyonel oyuncuları, iddialı mahalle maçlarında penaltı atanlar bile bilir...
    ***
    Penaltı bir boşluk, bir yüzleşme anıdır. Kendinle, yalnızlığınla ve belki de tüm statla. Kaçmıştır, kaçacaktır, kurtarılmıştır, kurtarılacaktır, o 12 santimlik kalınlığa çarpmıştır, çarpacaktır. Adınızın Hakan Şükür, David Beckham ya da Roberto Baggio olmasının bir önemi yoktur.

    02 Temmuz 2010

    onu seviyoruz

    bu yazıyı Trabzonspor dergisinin son sayısı için yazmıştım. şöyle bir diyaloğunu görünce yazıyı buraya koymaya da karar verdim:

    "muhabir vuvuzelayı gösterip hocam hiçbi şey yok içinde dedi... Şenol Güneş: 'Olmaz mı? Bağımsızlık var özgürlük var onun için çalıyorlar...'

    Şenol Güneş'i seviyoruz işte, nedensiz de değil...

    ----
    ONU SEVİYORUZ…

    Trabzonspor, Fenerbahçe’yi 3-1 yenerek Türkiye Kupası’nı sekizinci defa müzesine götürürken gollerden birinden sonra Şenol Güneş’in sevinci dikkatinizi çekti mi?: Dünya Kupası günlerinden de hatırlıyoruz; kollarını havaya kaldırıp, adeta bir çocuk gibi yerinde zıplaması alameti farikalarındandır zaten. O sevincin içinde onu neden sevdiğimize dair bir sürü anlam da yüklü aslında...

    Şenol Güneş, bu toprakların yetiştirdiği en büyük kalecilerden birisi, burası tartışılmaz. Trabzonspor’un “fırtına” olduğu dönemlerde altı şampiyonluk yaşayan takımın kaptanlığını yapması bir yana, 1978-79 sezonunda üst üste on iki maç gol yemeyerek halen kırılamayan lig rekorunu kırmıştı (Güneş’in rekoru dakika olarak 1.112 dakikaya denk düşüyor!). Teknik direktörlük kariyeri ise, ulaştığı başarılara bakınca kendisinin yanına yaklaşamayacak isimler tarafından hep tartışıldı. Şenol Hoca bunlarla muhatap olmadan sadece “işini yapmaya çalışan adam” modelinin de güzide bir örneğidir. Şahsen, Kore macerasının biraz da bundan kaynaklandığını düşünenlerdenim. İçinde debelenip durduğunuz şeyi manasız bir bataklık haline getirenlerden kaçma arzusu hepimizde biraz yok mu?

    Nitekim benzer bir yolculuğu vakti zamanında, Arsenal öncesi Monaco’dan Japonya’ya giden Arsene Wenger de yapmıştı. Wenger’in Uzakdoğu deneyimi için söyledikleri şöyle: “Japonya deneyiminin bana epey yardımı oldu. Her şeyden önce baskıdan biraz kurtuluyorsunuz. Avrupa’da Japonya’ya göre çok daha agresif bir ortam var. Onlar olmadan yaşamayacağınıza inandığınız şeylerle araya mesafe koymak da yararlı oldu. Uzaklık, hayatınızda iyi bir ara sağlıyor. Bu, her şeyden biraz uzaklaşıp sonra geri dönmek gibi bir şey. Oradaki tekniği kopyalamaktan daha önemlisinin kendi deneyiminiz olduğuna inanıyorum. Japonlarda, içsel olarak her şeyi iyi yapma arzusu var, ki bu büyük bir güç. Avrupa’dan dışarı çıktığınızda, bazen başka bir dünyada olduğunuzu hissediyorsunuz. Dolayısıyla düşündüğünüz şeyle araya mesafe koymak hayati.”

    Şenol Hoca da farklı bir şey söylemiyor aslında: “Gurbette olduğunuz için ailenizi, yakın dostlarınızı hatta bazen buradaki sıkıntıları bile özlüyorsunuz. Burada yolda yürürken mesela bir gerginlik hissediyorsunuz. Orada futbolda bizim kadar fanatizm yok. Sahaya çıkıyorsunuz, maçınızı yapıyorsunuz o kadar. Huzursuzluk yok. Dolayısıyla mutluydum orada. Kore’ye gitmekle hem dinlendim hem de çalıştım.”

    İşte bu “dinlenirken çalışma” halinin, memleketteki arı kovanından kaçıp Kore’ye gitmesinin kendisine gayet iyi geldiğini açıkça gördük takımın başına tekrar geçtiğinden beri: Uzakdoğu macerası Şenol Hoca için, “akil adam” rolü yapmadan, tam da memlekette en çok ihtiyacımız şey olan “akil adam” sıfatının içini daha da doldurmasına vesile olmuş gibi gözüküyor. Maçlardan önce-sonra yaptığı açıklamalar, oyuncularıyla, taraftarlarla kurduğu ilişki, toplumsal hayata duyarlılığı hepsi bir puzzle’ın parçaları gibi yerli yerine oturuyor artık. Ve biliyoruz ki, Türkiye’de futbol kültürü bir yerlere gelecekse bunda Jack London’ın “Martin Eden”ını pek seven, Kazım Koyuncu’nun cenazesinde yer alan, Hrant Dink’in ailesine taziye ziyareti yapan, rakiplerine kin-öfke-intikam duygusu biriktirmeyen Şenol Hoca’nın çok önemli payı olacak.

    Hasılı, tekrar edelim, Şenol Hoca’nın belki de gözlerden kaçan sevincinin içinde onu neden sevdiğimize dair bir sürü anlam yüklü. Onu kendilerine benzetmeye çalışanlara inat çocuksu sevincini muhafaza etmesi, hayata karşı duruşunu sürdürmesi, düne değil bugüne bakması,aslında bir öğretmen olmasına rağmen “ders almam, ders veririm” noktasına asla gelmemesi, ihtirasın uçurumlarına yuvarlanmadan durabilmesi onu “başka türlü bir adam” yapmıyor mu?

    Onu seviyoruz… Tekniği, taktiği, karizmayı, içi boş hamaseti, kazanılan başarıları, kaybedilen maçları her şeyi bir yana koyalım. Onu seviyoruz… Bu kadar basit. Bu kadar yalın. Çünkü futbolumuzun, futbol kültürümüzün onda gördüğümüz “sahiciliğe” ihtiyacı var.

    Bu kadar basit. Bu kadar yalın aslında…

    14 Haziran 2010

    Futbol Şenliklerinden Anımsamalar

    kitap 2002'de dünya kupası'ndan önce çıktığına göre yazıyı yazalı sekiz sene olmuş, üzerinden 3 dünya kupası daha geçmiş (şaka maka yazı işinde epey yıl almışız). şimdi oturup yeni bir yazı daha yazılabilir aslında, hatta bu da başka türlü yazılabilir ama eskileri hatırlamanın da ayrı bir güzelliği var işte.

    yine de "ulan", diyorum, "zaman ne çabuk geçiyor"... zaten insanın fani ömrüne kaç dünya kupası sığar ki?

    ---------------
    Futbol Şenliklerinden Anımsamalar

    "keşke seyredebilseydim" dediğim
    Fontaine ve Kempes'e...


    Futbol seyretmeye başlayan, 8 yaşındaki bir çocuk için önemli olan organizasyonun ehemmiyeti, oynanan futbolun kalitesi, yıldız futbolcuların varlığı/yokluğu değil; gördükleridir. Sadece ve sadece bu... Benim kişisel Dünya Kupası tarihim de; İngiltere'ye karşı "Maradona-Tanrı işbirliğini", Brezilya'lı Socrates'i, "Meksika dalgası" denen şeyin doğuşunu, Schumacher'i, Fas milli takımını... gördüğüm Meksika '86 ile başlıyor. Ve doğrusu şimdi şöyle bir geri dönüp baktığımda, futbol tutkumun ardında -gayet güçlü bir şekilde- tam da '86 Dünya Kupası'nın yattığını görüyorum sanki...



    Kupa başlarken evimizde bir konuk vardı: Orhan Dayı. Hayır, öz dayım değildi ve daha da hayır, akrabalık ilişkimiz anneme değil babama dayanıyordu! Lakin kendisine "dayı" diyorduk işte. Bir Galatasaray fanatiği ve futbolu çokça seven bir adamdı. O Dünya Kupası'nı, Meksika '86'yı (neredeyse yarı finallere kadar her maçı) onunla izledim ben. Hatta "çivili tahta sahada" oynadığımız "madeni 5 liralık maçlarında", başlayacak maçın provasını yapıp öyle otururduk televizyonun başına. Evet, şükürler olsun ki, ben bozuk paralarla oynanan "çivili tahta saha maçları" dönemine yetiştim. Ama o döneme yetişemeyenler (ya da bilmeyenler) için yine de anlatayım: Önce uzun, enli ve sağlam bir tahta ("saha" olarak da okunabilir!) bulunur. Zorunluluktan değil ama estetik adına keçeli kalemle, ceza sahaları ve orta saha çizilir. Daha sonra, öncelikle kale direkleri olmak üzere sahanın muhtelif yerlerine çiviler çakılır. Şimdi sıra fazla ağır olmayan bir madeni para bulmaktadır ki o dönemde 5 liralıklar bu iş için biçilmiş kaftandı. Para ("top" olarak okunmalı artık) orta sahaya konulur ve parmakla vurularak maç başlatılır. Böylece sırayla topa vurmak suretiyle "gol kaydına muvaffak olmaya" çabalanır. İşte kupa zamanı sayısız defa bu oyunu oynayıp, "kim kazanacak" yorumu yaptık. Epey başarılı olduğumuzu da hatırlıyorum.


    Bir diğer hatırladığım da turnuvanın maskotu ve daha ilginci, müziği: Annemin kupa başlamadan çok önce aldığı, üzerinde; uzun şapkalı, neredeyse boyu kadar bir topa yaslanmış, "pala" bıyıklı bir adamın resminin altında "Viva Mexico '86" yazan eşofmanlarımın sırrını çözmem, kupanın başlamasıyla oldu. Neden sonra öğrendik ki o zatın adı "Pique" dir! Turnuvanın müziğini hatırlamama "ilginç" dememin nedeni ise şu, inan olsun '86'dan sonraki hiçbir kupanın müziğini hatırlamıyorum! "Hatta '98'inkini bile" diyecektim ki, Ricky Martin gerçeği(!) aklıma geldi. Ama ne olursa olsun; zihnimde "Meksiko, Mek-si-biiii" diye kalan İspanyol ritimli o şahane müziği unutmam mümkün değil.

    '86 deyince Maradona'nın "Tanrı'nın eli" olarak adlandırdığı, İngilizlere eliyle attığı golü anmadan geçmek olur mu? O maçta, hatta kupanın genelinde Arjantin'i tuttuğumu anımsıyorum. Ama o gol, bariz elle atılan o gol; İngilizlerin isyanı; Arjantinlilerin zafer kutlamaları; ertesi gün gazetelerde "Falkland Adaları'nın İntikamı" türü şeyler okuyup, atlastan Falkland Adaları'nı bulma girişimim...

    Arjantin'den zihnimde bir de Burruchaga var: Arjantin'e kupayı getiren o güzel golü atan adamın, gol sonrası sevinci ve neden bilmem bana gayet yakın gelen surat ifadesi hâlâ aklımda. Surat ifadesi deyince; yazının başında dediğim gibi "sakallı" Sokrates'i de çok net gördüm o kupada ve yine neden bilmem, tuhaf şekilde korkutmuştu beni. Belki de hâlâ ve hâlâ Brezilya'dan hazzetmeyip Arjantin'e yakın durmam o "yüzdendir"!

    * * *

    Kardeşimle birlikte evimizin koridorlarında, kendimize isimler/takımlar seçe seçe "top koştururken" başladı '90 Dünya Kupası. İtalya '90 geldiğinde artık "Dünya Kupası'na hazırlanmak" kavramının anlamını az çok çözer olmuştum. Her şeyden önce büyük gazetelerin kupa başlamadan yaklaşık bir ay önce vermeye başladıkları "Dünya Kupası Rehberi"nden edinmek farzdı. Bol resimli bu kitapçıklarda her takımın kadrosunu, yıldız oyuncularını, hocalarını, kupaya nasıl geldiklerini öğrenmek mümkündü. Diğer bazı gazetelerinkini de almakla beraber Hürriyet'in verdiği kuşe kağıda basılı kitapçığı tam anlamıyla "hatim ettiğimi" biliyorum. Her takımın Hürriyet tarafından öne çıkarılan oyuncusu bugün bile aklımdadır: Kosta Rika'da mesela kaleci Conejo, İralanda'da Cascarino, Uruguay'da Francescoli, İtalya Vialli, Çekoslavakya Chovanec... Sonra kupa fikstürünü sürekli göz önünde bir yerlerde bulundurmak da şarttır. Tabi turnuvaya katılacak takımlarla ilgili son haberleri kesinlikle kaçırmamak ve bir de milli takım seçip "benim takımım" diye sahiplenmek; Dünya Kupası'na hazırlanmak hemen hemen böyle bir şeydir işte. Benim takımım İtalya'ydı '90'da...

    Kupanın açılış maçında bir lokantadaydık ailece. Kamerun-Arjantin maçı. Derken Kamerun'un golü, televizyonun olduğu yere koşturuşum. Kamerun'un ne büyük iş yaptığını daha sonra anladık yine: Çeyrek finale çıkan ilk Afrika takımı olma ünvanını almışlardı. Peki Roger Milla mefhumuna ne demeli? Kamerun'un, yaşı epey kemale ermiş ve fakat o kupada adeta koskoca bir kıtanın sembolü haline gelmiş, hâlâ zaman zaman bazı spor programlarının jeneriklerinde rastlanılacak o gol sonrası kendine özgü dansıyla hatırlanan topçusu. Kamerunluların çeyrek finalin uzatmalarında kaybettikleri İngiltere maçından sonraki o mahzun yüz ifadeleri belleğimizde hâlâ.



    Bizim takımın, yani İtalya'nın kozu dediğim gibi Vialli idi. Ne var ki ilk maçlarda yedek soyunan kısa boylu bir adam, bir türlü bekleneni veremeyen Vialli'yi aratmadığı gibi turnuvanın da gol kralı oluverdi: Salvatore "Toto" Schillacci. Ama benim kanım ona da ısınamadı bir türlü. Ben daha çok Carlos Valderrama'yı, namı diğer "Beyaz Gullit"i sevmiştim. Söz hazır oyunculardan açılmışken, zihnimde büyük yer eden birini daha anmadan geçmeyeyim: Birleşik Arap Emirlikleri kalecisi Muhsin El-Faraj. Almanya ile yaptıkları ve fark yedikleri maçta, top kaleye girdikten sonra planjon yapması "unutulmazlar" listemde kesinlikle müstesna bir yere sahiptir.

    Neticede kupa; Brehme'nin Arjantin'e attığı penaltı golüyle, Lothar Matthaus'un ellerinde yükseliyordu. İtalya '90'ın futbol kültürüme katkısı; "gıcık olduğum(!)" takımlar listesinde Brezilya'nın yanına, İngilizleri ve Almanları da eklemesi oldu sanırım.

    * * *

    "Aman bundan da eksik kalmayalım" diyen Amerikalıların "sahici futbola" ittirilme çabaları... Bana göre Amerika '94'ün anlamı budur. Bilirsiniz; Amerikalıların "futbol" kelimesinden anladıkları itişli kakışlı Amerikan futboludur. Dünyanın hemen her ülkesinde hemen hemen aynı şekilde anlatılan ("ayaktopu") sahici futbol için apayrı bir kelimeye ("soccer") sahip olduklarını bilmek bile yaralayıcıdır aslında ve bu ülkenin neden Dünya Kupası gibi "sahici futbolun şenliği" niteliğindeki bir organizasyonu gerçekleştirmemesi gerektiğine de bir işarettir bence. Lakin oldu: '94 Dünya Kupası, Amerikan futbol sahalarından bozma sahalarda oynandı ve kupanın ardından da maçların oynandığı stadların çimlerinden parçalar satıldı! Sözün özü benim en sevmediğim kupa olmuştu Amerika '94.


    Saha dışı sevimsizliğine saha içinden eklenen en büyük sevimsizlik ise hiç şüphe yok ki; turnuvada kendi kalesine gol atan "tek" oyuncu olan Kolombiyalı Escobar'ın ülkesine dönünce öldürülmesi oldu. Hâlâ aklımı kurcalayan soru: Acaba topu kendi kalesine yuvarladıktan sonra yerde öylece yatıp kalan Escobar, o sırada aklından böyle bir son geçirmiş olabilir mi? Kendisini kurşunlayanların onun yerine "evet" cevabı verdikleri "ben bir vatan haini miyim?" sorusunu sormuş mudur kendine? Ve elbette Maradona'nın idrarında "efedrin" çıkması; hem de attığı bir golün sonrasında kameralara doğru koşup, gözü dönmüş bir şekilde bakmasının/bağırmasının, meydan okumasının hemen ardından!

    Futbol trajedisinin doruğu ise; İtalya'yı finale kadar taşıyan, saçlarını at kuyruğu şeklinde toplayan, Budist ve "efendi" adam Roberto Baggio'nun final maçında kaçırdığı penaltı oldu '94'de. Her ne kadar, televizyon başında bulunduğum "kaçıracak" kehanetinin tutmasının hazzını yaşasam da, topu kalenin o kadar üstüne vuracağını doğrusu kestirememiştim ve tabii sonrasında Baggio için o kadar üzüleceğimi de...

    * * *

    "Takımım Fransa, alacaklar kupayı göreceksiniz!" dediğimde birçok arkadaşım dalga geçmişti benimle: "Bir kere forvetleri yoktu", "Zidane tek başına ne yapabilirdi ki?" Ama Fransa '98'de görüldü ki; aslolan takımdır!

    Kesinlikle seyrettiğim en zevkli kupaydı Fransa '98. Şüphesiz bunda futbola biraz daha farklı bir gözle bakmaya başlamış ve ilk defa bir takıma bu kadar yürekten inanmış olmamın da katkısı vardır. Daha kupa başlamadan aylar önce ve itiraf edeyim takımı da çok fazla tanımadan gayet nedensiz şekilde "Fransa" diyordum ben. Aslında bir nedenim vardı: Zizou. Katılmayanlar, karşı çıkanlar mutlaka olacaktır ama kişisel tercihim "bireysel" Maradona'dan ziyade, daha "takımsal" olduğunu düşündüğüm Zidane'dan yanadır benim. O da sağolsun, bizi mahcup etmedi: Fransa'nın şampiyonluğunun ardından Şanzelize'deki Zafer Anıtı'nın üzerine lazerle "Zidane Sunar" yazısını yazdırttı. Hele hele bir sürü Brezilya "taraftarının" arasında seyrettiğim o final maçında kafaya çıkıp çıkıp golleri atması... Hem de, daha önce yazdığım gibi pek hazzetmediğim Brezilyalılara karşı! Nasıl mutlu olmuştum anlatamam.

    * * *

    Demiştim ya, "dünya kupaları futbolun şenliğidir": takımların kazanma hırsıyla, oyuncuların kendilerini kanıtlama arzusuyla, özel olarak seçilmiş hakemleriyle ve en önemlisi taraftarı/seyircisi ile. "Evrensel" ölçekte futbol sohbeti yapılabilen ve fakat dört senede bir gelen, bir ay. İnsanın futbola dair duygu/bilgi dünyasını yakınen gözlemleyebildiği, sorgulayabildiği koca bir ay.

    Sözün sonunda diyeceğim şudur: Dünya kupaları, yaş kaç olursa olsun, "futbol hatıratı" biriktirmek için her zaman idealdir. Üstelik daha da güzeli bu hatıraların dünyanın her tarafında geçerli olmasıdır. On sene sonra bir Kosta Rikalıyla, bir Çinliyle ya da bir Brezilyalı ile öyle ya da böyle bir araya geldiğinizi hayal edin. 2002 Japonya-G.Kore Dünya Kupası'na dair konuşacak birşeyleriniz mutlaka olacak. İnanın bana...
    (Dünya Kupası, İletişim Yayınları, 2002)

    14 Mayıs 2010

    "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"


    saat, saat olmaktan çıkıp vücudunun parçasıymış gibi olduğunda güzeldir. kolunda varlığını, yokluğunu unuttuğunda güzeldir. bunu az saat yaşatır, yaşatana bağlanmak esastır.

    ilk saatime, o zamanlar bir teknoloji mucizesi gözüyle baktığım casio'nun digital ekranlı saati dersem, dedemin doğumumda alıp "vakti gelince verirsin" diye anneme verdiği kurmalı nacar'a ne büyük haksızlık yapmış olurum. o casio'dan sonra gelip geçen saatleri hatırlamayıp, yıllarca durduğu kutunun içine bakıp bakıp "o gün gelse de taksam" dediğim, derken ortaokul sonda sanırım, takmaya başladığım 17 rubis'li nacar'ı hatırladığıma göre ilk saatim odur. gece yatmadan önce kurup, bileğimi hafifçe kulağıma yanaştırıp işleyişini dinlemişliğim çoktur...

    kurma kolu bozulunca mecburen vedalaştığımız nacar'dan sonraki saatlerimden elime geçtiği için taktıklarım, "iyi bir beraberlik olur" diye yola çıkıp ayrılmaya karar verdiklerim var, geçelim, bizzat para biriktirip aldığım saat de içi siyah bir pulsar'dı. şimdiki, gönlümüzdeki manası çok derin, "iyi ki var" dediğim lacoste gelinceye kadar, uzun zaman yarenlik etti bana.

    hasılı, kolunda varlığını, yokluğunu unuttuğun saat güzeldir, öylesine bağlanmak esastır. üstelik "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü sindire sindire okuyan için saat, hayatla hesabında da bir şeye işaret edebilir: "saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır..."

    07 Mayıs 2010

    uzun cüzdan


    cırtcırtlı tabir ettiğimiz kırmızı, bezden, üzerinde benotton yazan cüzdanı hazırlığa başladığımda eso cebime sokmuştu. o cüzdan, bir okul kırması sırasında, o zamanlar atari salonları var hey gidi günler, "continue? insert coin in 10 seconds" koşturmacası sırasında, "amannn oyun gitmeden yeni jeton atayım"a kurban gitmiş, tunalı'daki bir ataricide kalmıştı. sözde alman kültür'de geçirdiğim uzun saatlerin ardından eve dönerken yokluğunu fark etmiş, eve ne diyecem diye düşünmeye başlamıştım ki, buna pek gerek olmadığını da anladım. olaylar arasında bağlantı kurmaktaki hız konusundaki yeteneğiminin serpilme aşamaları o ana dayanır, yalandan döktüğüm gözyaşlarımı sabırla karşılayan eso'nun "sen bugün nerelere gitmiş olabilirsin? bi düşün bakalım" sorusunu duyunca anlamıştım baltayı taşa vurduğumuzu: ataricide cüzdanımı bulan bir camcı, cüzdandaki karttan yola çıkıp eve ulaşmış, bizim sözde alman kültür'de olduğumuz saatler boşa çıkmıştı.

    o cüzdanla vedalaşmamın orta 2'ye dayandığını hatırlıyorum. bir çekmecede esbank'tan bir şekilde eşantiyon gelen, esasen çek defteri taşımak için kullanılan cüzdanı bulduğum gün, "ahanda budur" deyip uzun cüzdanlar dünyasına adım attım. o da bizi nereden baksan lise 2'ye kadar taşıdı. o günden beri iki defa değiştirsem de pantalonumun arka cebinde duran tergan marka uzun cüzdandan başka cüzdan kullanmadım, kullanmayı düşünmem (heyhat, internet sitelerine girdim baktım, bizim modelden artık yapmıyorlar mıdır nedir? gerçi, bir uzun cüzdan fotoğrafı bile bulamadık doğru dürüst o da ayrı).

    bir tür iyi insan sıfatıyla "cüzdanınız düşecek" diyenlere "düşmez" deyişimden çok, "sağolun" demişliğim çoktur; "çekerler" diyenlere, "sağolun"dan çok "çekemezler". çünkü düşmez, çünkü çekemezler. zaten cüzdanda para da taşımam... o cüzdanın oradan düşebileceğini, çekilebileceğini hesaplayanlan "iyilikseverlerin" akıllarının bir köşesinden hep "düşse de alsam", "çeksem de görse gününü" fikrini geçirdiklerine inanırım. cüzdanımla ilgili konuşanlardan pek hoşlananmam...

    03 Mayıs 2010

    "el tutuşa tutuşa"


    blogun güzel yanı bu, "geriye dönüp baktığında hayatında ne görüyorsun?". 2007'de polis çemberinin içinde koşu bandına takılmışım; 2008'de salyalı polislerin kahve sandalyesi fırlattıkları insanların içindeymişim, mis sokak'ın köşesiydi hatırlıyorum; 2009'da sıraselviler'di, gümüşsuyu'ydu, kazancı'ydı polisle karşılaşa karşılaşa meydana çıkamayınca bir şey yazmamışım, düşman yolları sahiden kesmiş...

    2010 mayısı kayıtlara güneşli bir günde, eşle dostla sevdicekle, kötü alan yönetimine, marş-şarkı çalmadaki beceriksizliğe rağmen tarihe geçen bir günde "oradaydım" olarak geçsin.

    ps.
    - havadan başka fotoğraflar için bkz.
    - şiirin tamamı da burada.

    22 Nisan 2010

    kıvırcık


    kıvırcık saçın nedeninin saç kökünde yattığını tahmin ediyordum zaten de bilimsel açıklamasını da yapmış adamlar: "Saç kökünün, kafa derisinin 4 milimetre altında olduğunu tespit eden bilimadamları, saç kökünün kıvırcık saçlılarda çengel biçiminde, Avrupalı ve Asyalıların saçlarında ise düz olduğunu belirlediler."

    saçlarımın değişik olduğunu iyice netleştirmem şüphesiz ilkokula dayanıyor. herkesin saçları düz düz, kirpi gibi olanlar var dik dik, kafalarının arkasında saç dönümü yerleri belli olanlar... çok kısa saçı o zamandan sevmem zaten ama çok uzayınca da eso'nun tabiriyle "papaz gibi" oluyordu. yine de kafamdaki farklılığı keşfetmem, saçlarımla oynamaya ilkokuldan çok daha önce başladığıma göre, çok daha eski olmalı. o zamandan beri saçımla oynar dururum. daha çok bir şeyler okurken, iş yaparken, düşünürken... (bir sınavdan çıkıp tuvalete gittiğimde aynada kafamdaki kalemi görüp şaşırmışlığım da vardır.) tam da bu yüzden saçlarımın ön tarafının fazlasıyla yıpranmış, zedelenmiş, hatta açılmaya yüz tutmuş olması anormal değil; çok çektiler elimden. oysa ben onlara hiç özen göstermemeye, özel ilgi sunmamaya, "amann ne olacaksa olsun" demeye hep devam ettim. misal toplasan kaç kere taranmışlığı vardır ki? (dallama berberin birinin saçları ıslatmadan taramaya kalkıp, tarağı kurtarmak için kafamı öne-arkaya sallamışlığı da vardır.)

    üniversiteye girdiğim sene uzattığım saçlarımın 23-24 cm.'e kadar çıktığını hatırlarım (evet, ölçmüştüm.) serde brian may olma hayali de var, kıvırcıklığın en meşakkatli dönemi olan kısalıktan çıkıp uzunluğa geçiş sürecindeki "hahaha"lara, "hohoho"lara, müstehzi bakışlara hiç aldırmadım. saçımdan hep gurur duydum, saçımla hep mutluydum. istanbul'a ilk geldiğim vakitlerde de yine kısalıktan çıkıp nisbi bir uzunluğa ulaşmıştı saçlarım. kestirdiğim zamanı kaydetmişim nitekim.



    tekrar uzatmaya başlamam nereye denk düşüyor tam hatırlamıyorum şimdi ama sanırım yaklaşık 2008 mart'ından beri berber görmüş değilim. bu sefer ölçmüşlüğüm yok fakat tahminim o 23-24 cm'i geçeli epey olduğu yönünde. üstelik bir devrime imza atıp üzerinde "uzun kıvırcık saçlar" için yazan bir krem de aldım geçen.

    kıvırcık saçlılar, biraz solaklar gibidir; kendi iç dünyaları, medeniyetleri vardır. "bu saç ıslanmıyor denize falan girince di mi?"den, o dingil reklamla ortaya çıkan "bonus kafa"ya uzanan bir dizi sataşmaya göğüs gererler. kişisel olarak en tiksidiklerim ise saçlarına fön çekip duran, "bakkkk düzzzz benim saçlarım da" diyen kadın kıvırcıklardır (erkeklerden böyle yapan varsa zaten bizden değildir). kadere böyle meydan okunmaz, bunu bilmezler...

    kısa da olsa uzun da olsa saç kökümün çengel biçiminde olduğunu bilmekten hep gurur duydum, saçımla hep mutluyum. bir berber tabelasında gördüğüm saç kesim fiyatlarının almış yürümüş olmasına ise ("20 tl" diyordu) şaşırmış haldeyim...

    09 Nisan 2010

    cümlenin öğeleri


    Mehmet Maral'ın, şimdi tam hatırlamıyorum bir gizli özne miydi yoksa dolaylı tümleç mi, cümlenin bir öğesini bulamamam yüzünden, tahtaya kalkmış bana söylediklerinin içime nasıl oturduğunu bugün bile hatırlarım. unutmam. bir de, yaşlılığının verdiği "buralar hep beton oldu eskiden ne güzeldi" duygusuyla söylediğini düşündüğüm "arada yeşile bakın, kafanızı kaldırıp göğe bakın gözleriniz sonsuzla uyum yapsın" lafını. o koskoca sınıftan bunu tek hatırlayan bensem bile Maral hocalığını yapmıştır, sevmesem de.

    Çorum-Alacalı Mustafa hocam, konuşurken ağzından tükrük saçardı belki biraz diş durumundan ama çok iyi adamdı. bir kompozisyon ödevinde Konya'da babaannelerde geçirdiğim köy günlerini anlattığım saçma "ata bindim, harıma gittim, soğan çapaladım" mealindeki yazıya sınıf ergenlik kötülüğüyle sırıtırken onun "ne sırıtıyorsunuz, pek güzel olmuş" deyişini, sınavların kompozisyon kısımlarında bana hep en yüksek notu çakışını unutmam.

    Müslüm hocayı sevdim diyemem, hiç hazzetmedim. kolumdaki bilekliklerime takışı bir yana, "sen ateş misin? beni tanımıyorsun, ben ateşe benzin dökmeyi severim" deyişini unutmam. sonra tam da o adam okul tarihindeki ilk gerçek anlamdaki tiyatro oyununda bana neden başrol verdi anlamış da değilim.

    Kamuran hocanın tipinin o kadar olmasa da giyim kuşamının her zaman şık olduğunu unutmuyorum. dersleri zevkli geçerdi, "okuduğumuzu anladık mı"nın gelişmiş versiyonları işte zaten. "Gıprıslı" Suzan hocanın ise sesini unutmak mümkün değil tabii; en kızgın olduğu anda bile çocuk sesi çıkaran bir kadın.

    şimdiki aklımla bakınca Hüseyin hocayla biraz daha yakın ilişki kurmanın, tek sayı çıkan ama iyi çıkan, unutmak mümkün değil, okul gazetesinden daha verimli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum. aslında tabii çok geç kalmış bir rastlaşmaydı bir yandan da zira liseyi bitirmek üzereydim.
    ***
    türkçecilerim-edebiyatçılarım bunlar oldu benim. türkçeyle, edebiyatla daha içli dışlı olmama açık bir yararları oldu mu emin değilim ama işte sabah tramvay durağında gözlerim sonsuzla uyum yapsın diye denize bakarken aklıma geliverdiler...


    ps. resim şuradan. enteresan bir makale.

    30 Mart 2010

    "manyak mısın oğlum"

    bugün mezarına toprak atarken "Alp abi sağol" deyince ya da "abi süper başlık bulmuşsun" deyince "manyak mısın oğlum" deyişi geçip durdu aklımdan...

    ***

    Ankara'dan getirilip odaya atılmış iş bilmez çömeze, kendilerine "çekilin siz kenara" denilmesine rağmen, hiç arıza yapmadı. birbirimizi tarttığımız kısacık zamandan sonra da işler yürüdü gitti. zaten bilmiyor muyduk birbirimizi?

    ukalalık yapmışımdır mutlaka ama ne ben ona, ne o bana "şöyle olacak" demedik hiç. "şunu şöyle mi yapsak" dediğimde "yeni bir şey bu, hemen hemen yapalım" diye atlamışlığı; olmayacak bir şeyse bile oldurmaya çalıştığı -en azından öyle göründüğü-, gönlümü kırmamaya çalıştığı çoktu. ben de hep aynı şekilde davranmaya çalıştım. isyankar değildi özünde, bilakis gayet uyumluydu. fakat arkasında durunca sadece kendini sanat yönetmeni sananlara karşı değil, "nba'i ne diye koyuyorsunuz bu sayfaya kim okuyor bunu" diyen, her boktan olduğu gibi spordan da anladığını sananlara karşı da desteğini atardı.

    sayfaya fotoğraf yerleştirmeyi, -bugün hala yarım yamalak hatırladığım- mac kullanmayı bana hep o öğretti. maça kaldığımız günler oturup tek başına sayfayı çatışını, yıkıp yeniden yapışını görmüşlüğüm de vardır; işin temelinden geliyordu çünkü. hafızasının gücü "ulan" dedirtmişti bana: sadece bill shankly'nin liverpool'unun, brian clough'un nottingham'ının tüm kadrosunu değil, misal 1976'da hit olmuş bir şarkıyı da bilirdi.

    (Coşkun Çelik arşivinden, acetobalsamico)

    Alp abiyle nereden baksan 6 ay o kümes gibi, penceresiz, daracık odada sabahtan akşama birlikte çalıştık. karadeniz büfe'den "karışık"lar yedik, 2-3 defa içtik. kapıldığı kopmuşluk halinden çıktığını pek görmedim ama. biraz da bundan, söz verip verip bir türlü tekrar yazmaya başlamadı. ne yapsam bir yazının ötesinde yazdıramadım ona tekrar. halbuki, yaşarken arasa muhtemelen telefonuna çıkmayacak, yine de sağolsunlar, cenazesinde görünen "önemli yerlere gelmiş" adamların alayından da iyi gazeteciydi özünde; parlak olmayı tercih etmedi. ben onu böyle bildim, sevdim. onun da beni sevdiğini bilirdim.

    ne iyi olmuş da fazla fazla 15 gün önce karadeniz büfenin önünden geçerken aklıma düşmüşsün aramışım seni, duymuşum sesini. iyi ki çalışmışız birlikte.

    ***

    kim ne derse desin, Alp Can, hayatta bir şey olmuştu bana kalırsa. ama bir kez daha anladım, ne olursa olsun, hayatta hiçbir şey olamayacaksan "güzel bir adam" olacaksın...

    18 Mart 2010

    kelime peşinde

    sabah balkona çıktığımda, parktaki üç kişiye bakarken geliverdi cümle: "parklarda oturan insanlar kafalarındaki sonsuzluğu kimseyle paylaşmazlar."

    yüksek sesle okununca şiiri de var. zaten "parklarda oturan insanlar" ve "kafadaki sonsuzluk" kalıpları eski bir hikayeden, romandan çıkmış gibi hissettirdi. güzel bir giriş cümlesi olur. o zamandan beri her çıkışımda, yeni bir versiyonu üzerinde düşünüyorum.

    - parklarda oturan insanlar kafalarındaki sonsuzluğu kimseyle paylaşmaya yanaşmazlar.

    - parklarda oturan insanlar kafalarında yakaladıkları sonsuzluğu kimseyle paylaşmaya yanaşmazlar.

    - parklarda oturan insanlar, bir an için bile olsa kafalarında yakaladıkları sonsuzluğu kimseyle paylaşmaya yanaşmazlar.

    - parklarda oturan insanlar, bir an için bile olsa, kafalarında yakaladıkları sonsuzluğu kimseyle paylaşmak istemezler.

    03 Mart 2010

    tramvayda başka sahada başka dışarda başka ...


    tramvay daha durağa yanaşmadan içeriyi kesmeye başlayıp, tramvayın duruşuyla birlikte içeri atlayan, herkesleri yararak gözüne kestirdiği boş koltuğa ulaşma çabasına girişen kadın-adam tipi var hayatta. sadece ben gördüğüm için değil, böyle bir şey var.

    o kadın-adam tiplerinin hayattaki yerleri, beklentileri, sevinçleri, üzüntüleri neye tekabül eder bunu tam olarak anlamak isterdim. zira bunu anladığım gün "komple bir insan" olmak diye bir şey var mı onu anlamış kadar olurum gibi hissederdim herhalde. çünkü "sahada kasap futbolcu ama dışarda melek gibi adam" lafına inanmam ben.

    toplu taşıma araçları insan gözlemek için mühim mekanlardır...

    09 Şubat 2010

    sosyal bilimlere peynirli açma-poğaça bakışı...


    niyet ve dilin birbiriyle uyuşmadığı dakikalar geçip gidebilir ama kalıcı olan sonrasıdır. olan biten bir kartopu etkisi yaratabilir, sosyal bilimlerin bile dengesini bozabilir.

    sabah klasiği zeytinli açma, peynirli poğaça ikilisini karıştırmama sebep, tramvayda rastlaştığımız Kerem'in "ben şu iri peynirli olanlardan alacam" demesi belki de bilemem ama bildiğim adama "peynirli açma, zeytinli poğaça" dediğim. zeytinli poğaça yok, öze dönüş hamlesi, peynirliyle ikamesi yapılır. peki ama peynirli açma ne?

    kısacık süren, anlık göz göze gelişimizde ikimiz de anlıyoruz ki paketin içine koyduğun o şey peynirli açma değil Mustafa amca. peynirli açma diye bir şey varsa bile öyle olmaz. bunu sen de ben de biliyoruz. ama susuyoruz. ben teşekkür ediyorum, sen sonraki müşterine bakıyorsun. ben peynirli açma zannıyla iri peynirli poğaçayı kemirirken düşünüyorum: ya bakışını yakalayamasaydım, ya bunu peynirli açma sanacak kadar şuursuz olsaydım, bundan sonra bana "peynirli açma nasıl bir şey anlatsana" diyenlere o iri peynirli poğaçayı anlatsaydım... sonra benim anlattığım arkadaşına bunu böyle anlatsa, o kendi arkadaşına bunu böyle anlatsa, öteki kendi arkadaşına bunu böyle anlatsa... iri peynirli poğaçalar aynı zamanda peynirli açma haline gelse...

    niyet ve dilin birbiriyle uyuşmadığı dakikalar geçip gidebilir ama kalıcı olan sonrasıdır... o sonrası, sadece kişisel tarihlerimize değil hiç sanmazken sosyal bilimlerin gidişatına etki edebilir...

    19 Ocak 2010

    elhan-ı şita

    bugün caddede öyle dururken, yanım yakınım insan dolu, öfkeli, huzursuz, "bir açık mezar olarak türkiye" lafının hâlâ arkasında, aslında pek sevmediğim şekilde lapa lapa değil de ıslak ıslak yağıyor olsa da karı görünce aklıma gelip duran şiiri bir türlü atamadım zihnimden.

    elhan-ı şita, cenap şahabettin'den. kime, niye gittiği malum...

    Bir beyaz lerze, bir dumanli uçuş,
    Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
    Gibi kar
    Geçen eyyâm-i nevbahari arar...
    Ey kulûbün sürûd-i şeydâsu,
    Ey kebûterlerin neşideleri,
    O baharin bu işte ferdâsi
    Kapladi bir derin sükûta yeri
    Karlar
    Ki hamûşâne dem-be-dem aglar.
    Ey uçarken düşüp ölen kelebek
    Bir beyaz rîşe-i cenâh-i melek
    Gibi kar
    Seni solgun hadîkalarda arar.
    Sen açarken çiçekler üstünde
    Ufacik bir çiçekli yelpâze,
    Nâ'şun üstünde şimdi ey mürde
    Başladi parça parça pervâze
    Karlar
    Ki semâdan düşer düşer aglar!
    Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
    Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
    Gibi kar
    Sizi dallarda, lânelerde arar.
    Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
    Şimdi boş kaldi serteser yuvalar;
    Yuvalarda -yetîm-i bî-efgân!-
    Son kalan mâi tüyleri kovalar
    Karlar
    Ki havada uçar uçar aglar.
    Destinde ey semâ-yi şitâ tûde tûdedir
    Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter...
    Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
    Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
    Her şahsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek!-
    Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümid...
    Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
    Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
    Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar
    Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar
    Bir bâd-ı hamûşun Per-i sâfında uyuklar
    Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar,

    Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân,
    Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân
    Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,
    Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.
    Dök kâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök.
    Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
    Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
    Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.


    ps. şurada bugünün türkçelisi hali de var.

    06 Ocak 2010

    hesap kitap-2009


    bir hafta geldi de geçti bile ama her senenin ilk yazısında hesap kitap çıkarmak gelenek olmuş. 2009'un hesabı öyleyse:

    fena kitaplarla ilgilenmedim bu sene. yine de favorim vakti zamanında okuduğum (üniversite 1 olmalı, sabaha karşı bir vakitte masanın kör ışığında bitirdiğimde içimde kalan duyguyu hatırlarım. nitekim hala en son 2-3 sayfası çarpar beni) gramsci biyografisini yeniden hayata sokmak "iyi ki" dediğim işlerden. yine bir sürü yazı sağa sola. içime gayet sinenler de var, yalapşap olanlar da.

    yılın sürprizi Birikim hikayesi kuşkusuz. para verip aldığım ilk Birikim'i de hatırlıyorum: Nisan 96, sayı 84. valide-peder ulus'taki halden dönüyorduk, günlerden de pazardı. aradan geçmiş 13-14 sene demek. bizim burada işler pek bilindik şekilde yürümediğinden daha ziyade sıranın bana gelmiş olmasından kaynaklı sorumlu müdüriyet. ama yine de işte 13-14 sene öncesinden bakınca hikayeye...

    bozcaada, uzun zamandır unuttuğum tatil mefhumunu yeniden hatırlattı. kesinlikle "en iyi tatil" sıralamamda ilk üçe girer. her bakımdan pek güzeldi.

    çok film seyrettim, istediğim kadar çok okumadım, iyi müzik dinledim (halihazırda arnavut rock-alternatif müziğini benden daha iyi tanıyan birisi olduğunu sanmam memleketimizde), zaman zaman "adamsendeciliğe" kapıldım çalışmam gerektiğini bile bile oturdum, eskiye göre biraz daha çok uyudum sanırım (yaşlılık alametleri artık bunlar), halı sahalara geri döndüm, çok sigara içtim.

    maddi durumlar her zamanki gibi lotoya muhtaç halde (ulen bunu da bi tutturamadık yani), maneviyat gayet sağlam.
    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...