24 Ocak 2008

azzurro


küçükken futbolcu olmak istiyordum ben. bi ara bi takım gerizekalı arkadaşların etkisinde kalıp "pilot olacam" falan demişliğim de var tabii ama esasen futbolcu olmaktı niyetim. ankara'yı bilenler bilir zafer dershanesi'nin altında "ayhan mağazası" vardır. güya oranın sahibi pederin arkadaşıymış da, adam gençlerbirliği'nin yönetimindeymiş de, yaz gelsin de altyapıya yazdıralım bilmem ne diye diye oyaladılar beni, futbolcu olamadım.

müzisyen olmaya karar vermem, orta son-lise bir zamanlarında bir yandan "Queenci" olup bir yandan ilkokuldan beri elimi sürmediğim mandolini tekrar çalmaya başlamama denk gelir. Brian May'le aşık atmak hadsizliğinden değil de, sahiden çok sevdiğimden bir gitarım olsa dünyayı değiştirebileceğimi düşünürdüm. gitar almaya gidip ud almamızın çok da mantıklı bir sebebi yok tabii. sonra "gitarımı kendim aldım", nil'in kulakları çınlasın. hala da umudum var müzisyen olacağıma dair nejat yavaşoğulları'nı, livaneli'yi duydukça -hatta bob dylan'ı da tabii-. biri elimden tutsun albümüm patlar.

"avukat olmayacam" demem ise ilkokul zamanlarında annemle bir adliye yolculuğumuza dayanır. zaten ondan sonra onu bir duruşmada kaç kere gördüm? ki ilkokulun birinde, okuma bayramında, elimde sonradan bir dönem içine gömüleceğim senai olgaç'ın kocaman medeni kanun şerhi "avukat"ı oynamışlığım da var. lisede akad'ın yayı'nda danyal kadı'yı oynamak da kimilerince bir işaret olarak görüldüyse de benim işim olmayacağını biliyordum az çok.

akademi konusunda diyeceğimi demiştim zaten. şükür...

fakat esas diyeceğim şu idi: işini sevmek lafları falan uydurmadır, mevzuu sevdiğini iş olarak yapmak/yapabilmektir.

peki bu mevzuya nereden geldik? paulo conte denizine açılmıştık yasaklasakdamısaklasak yutup'tan, oradan adriano celantano'ya geçtik. azzurro'yu seyrederken aklıma geldi işte. çok acayip işte...

16 Ocak 2008

homo academicus



Laurentius de Voltolina,"Liber ethicorum des Henricus de Allemania"

arkamda şehla, çarpık dişli, hiç durmadan konuşan bir akademisyencik; dombili ve çirkin suratlı arkadaşı. yüzlerini görene kadar sadece seslerinden 10 seneye kalmaz ne kadar "melun" hocalar olacaklarını anlamıştım. akıp giden pek güzel kitap tekmeyi yapıştırmak'ı bir türlü okutmadılar. sınav salonuna girmişmiş, gözetmen çocuk çık dışarı diye bağırmışmış, "fekat ben araştırma görevlisiyim" demişmiş, çocuk "ay pardon" demişmiş, dombili arkadaşı da veriyor coşkuyu "ay demek hala öğrenci gibi gözüküyorsun", hihihihihi, hohohohoho...

sonra birine yer vermek için ayağa kalktığımda kalan yol boyunca, eminönü-sultanahmet arası, yüzlerine baktım. beni istemeyen akademiye sahiden şükredip, bunlardan birinin bir zaman sonra en "elegan" tavrıyla dükkandan içeri gireceğini, tezinde Tanrı kelamı varmış gibi ballandıra ballandıra anlatacağını, çok iyi hoca olduğunu hissettirmeye çalışacağını düşündüm. ulan ama işte ben sizi gördüm tramvayda. üstelik onlardan daha beterleriyle, daha da "hoca" olanlarıyla haftada bir-iki telefonda konuşuyorum...

10 Ocak 2008

dünya küçük



İzlanda'ya ait Vestmannaeyjar takımadalarının en büyüğü Heimaey Adası'na yakın bir adacık. daha acayip olan, bu Heimaey'in vakti zamanında "Osmanlı korsanları" tarafından yağmalanmış, bir sürü Heimaeyli'nin Cezayir'e köle olarak götürülmüş olması.
o kenarda görünen beyazlık ise bir ev. yani her şeyin birbiriyle ilgisi var ve yani bazen susarak da atlatmış oluyorsun işte...

04 Ocak 2008

"...
i wish to weep
but sorrow is
stupid.
i wish to believe
but belief is a
graveyard
..."

02 Ocak 2008

muhasebe


peki, şudur:
ilk altı ayı maddi anlamda iyiydi, çok iyi değildi ama iyiydi. bir türlü nihayetlenemeyen fener procesi kötü bir iş de olmadı üstelik. yarattığı fiziki yorgunluk ise fenaydı; mühim değil. fener işinin bittiği sonraki altı ay için bir tür kabus diyebiliriz; sürekli yazmam, sürekli çalışmam gerekti (yazı meselesi üzerine ayrıca yazmak gerek) zira. çok az uyudum, kendime o kadar da dikkat etmedim; az uyumayı, dikkat etmemeyi sürdürüyorum.

maneviyatımız yılın başında iyiydi, yılın ortasını geçerken şahaneydi, yılın sonunda boktan bi haldeydi. sinir yıpranması, insana dair büyük hayal kırıklıkları... manevi yorgunluğumuz bakiye olarak duruyor. daha iyi olacağına dair büyük bir inancım yok, sadece "belki".

büyük umutları, hayalleri geride bırakalı epey zaman oluyor zaten sadece biraz daha "iyi" bir adam olmayı becerebilirsek ("iyi adam ne ki" falan diye felsefi soruşturmalara pas atacak olan olursa, "herkesin iyisi kendine" derim. sevmiyorum bloglarda sayfalarca felsefik felsefik yazıları) 2008'de kendi adımıza kârdayız demektir. tabii sayısal loto'yu da bulursak, "durma" imkânlarımız artar ki ne güzel olur...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...