19 Aralık 2008

insanlar ve sözler


yaşadığı baskıyı soruyorlar adama, milyon dolarlık bir takımın başındayken, milyon dolarlık futbolcuları idare ederken, milyon dolarlık kupaların peşinden koşarken. "Baskı?" diyor, "Ne baskısı? Baskı fakir insanların ailelerini beslemek için çırpınırken yaşadığı bir duygudur. Güneşin doğuşundan, batışına kadar çalışıp çocuklarını beslemeleridir."

bazı insanları bazı sözleri söyledikleri için severiz, bazı sözleri de bazı insanlar söyledikleri için. bu ikisinin kesiştiği yerlerdir, hayatımıza çizdiğimiz yönü belirleyen çoğu zaman: insanlarımız ve sözlerimiz...

15 Aralık 2008

kaç numara?



"Irak'a beklenmedik bir ziyaret yapan ABD Başkanı Bush, Başbakan Nuri el Maliki'nin elini sıkarken öfkeli bir Iraklı gazetecinin ayakkabı saldırısına uğradı.

Maliki'nin şaşkın bakışları altında iki ayakkabısını da çıkarıp peş peşe Başkan'a fırlatan ve bir yandan da Bush'a ağır hakaretler yağdıran gazeteci, güvenlik güçleri tarafından hemen etkisiz hale getirilerek salondan çıkarıldı.

Eğilerek, başının hemen üzerinden geçen ayakkabılardan isabet almadan kurtulan Bush, saldırının kendisini etkilemediği belirtti ve esprili bir şekilde 'sadece ayakkabıların numarasının 10 olduğunu söyleyebilirim' diye konuştu..."

görmeyen çok şey kaçırır, o ayrı. ama sorulacak esas soru, bu ayakkabıların kaç numara olduğu şüphesiz!





ps. ayak topuyla alakası olmayan bir şeye "futbol" diyen bir milletin ölçü birimlerinin boktan olması da normal tabii. "10 numara" derken bizim buraların 44 numarası gibi bir şeyden söz ediyor. memleket medyasında kimsenin aklına bunu Avrupa ölçülerine çevirmek de gelmiyor o da ayrı.

yanlış anla-ma

bir sürü yanlış anlama bir sürü cinayete yol açmıyor mu? bir sürü yanlış anlama bir sürü başka yanlışlığa yol açmıyor mu? hayatta en berbat şeylerden birisi yanlış anlaşılmak değil mi? yanlış anlaşılarak ölüp giden, hayatı kayan bir sürü insanevladı yok mu ortalıkta?

paradoks kendi içinde biraz da; salimen dinlemesi gereken yanlış anlayanın standart tepkisi zaten yanlış anladığını dinlemeyi kesmek olunca, yanlış anlamaları ortadan kaldırmanın fazla da bir yolu kalmıyor.

burn after reading, bütün bütün yanlış anlamayla ilgili değil ama o saçma salak "no country for old men"den sonra "aferin ulen coen'ler" dedirten bi iş.

beri yandan ama işte Nina'sıyla, Pinta'sıyla, Santa Maria'sıyla Kolomb'un yanlış anlaması, keşfettiği yerin yeni bir kıta olduğunu anlayamadan ölmesiyle noktalandı...

05 Aralık 2008

"the man who sold the world"


kişisel gelişim kitaplarına hiç inanmam ben. zaten adında meymenet yok, "kişisel gelişim". geliştirilen kişiselliğin falan değil; bilgeliğin yollarını, daha "presentıbıl" bir insan olmayı anlatan metinlerin tamamı aslında "kendinizi nasıl daha iyi pazarlarsınız"dan ibaret. "kendini pazarlamak" ne önemli... kendini satmak ne de esaslı iş...

dünyanın kötü olmadığına kendimizi ikna etmek zor, tamam, ama en azından kendimizi pazarlamadan da manalı olmanın olanaklarını aramaktan vazgeçmemek lazım. o kötülüğe uymamak lazım. ille bi şey satmak gerekiyorsa da dünyanın anasını satmak lazım...

ps. nirvana versiyonu daha iyidir allah için ama bowie şarkısı ne de olsa....

17 Kasım 2008

"halka hizmet hakka hizmet"

neler olmaktadır anlamış değilim; 3-4 gündür hz. google'a la şantami kantare yazan buraya geliyor akın akın. buldukları da bu . hayır, duymadığımız bilmediğimiz bir şey mi var anlamadım. gelenler de zaten bir şey bulamayıp muhtemelen küfrederek gidiyor. işi gücü bırakıp "halka hizmet hakka hizmet" diyoruz o zaman.

şarkının orijinal adı "lasciatemi cantare". "l'italiano" olarak da biliniyor. esas söyleyen toto cutugno, ki biz tabii ki celentano versiyonunu tercih ediyoruz. bitti mi? bitmedi. ben sözünü de görmek isterim diyenler, buraya buyursun, ki sürpriz türkçesi de var. bitti mi? bitmedi. dinlemek isteyen de buradan buyursun. (ama yanılmayın bu söyleyen toto abi, adriano abi değil)

biraz da kişiselleştireyim, ben küçükken bu şarkıyı manasızca pek söylerdim. muhtemelen arayıp duranlar da hep benimle aynı durumda zaten. toto abi ise gözümün önünde eurovision 90'da "insieme 1992" diye bir şarkıyı söylerken durup duruyor. kendisi memleketteki laşantami cantare arayışını duysa kesin ilk uçağa atlar gelir o da ayrı tabii.

ps. sokak çocuğu mehmet'in söylediği şarkıya la şantami kantare demişim, ama hayır, o feliçita'yı söylüyordu. şimdi buraya da feliçita yazdık, bi de onun dalgası gelir ya hadi bakalım hayırlısı.

07 Kasım 2008

Kitabi: 06.XI.2007 - 06.XI.2008


  • Karga
  • Boria Sax

  • Zoraki Diplomat
  • Yakup Kadri Karaosmanoğlu

  • Yedi Gece
  • Jorge Luis Borges

  • Hacı Murat
  • Tolstoy

  • Kötü Bir Şaka
  • Italo Svevo

  • Masumiyet Müzesi
  • Orhan Pamuk

  • İlahi Komedya-Cehennem
  • Dante

  • Rubailer
  • Mevlana

  • Günlükler
  • Franz Kafka

  • Kosova-Balkanları Anlamak İçin
  • Noel Malcolm

  • Puslu Kıtalar Atlası
  • İhsan Oktay Anar

  • Taş Kentin Günlüğü
  • İsmail Kadare

  • Arnavutluk Öyküleri Antolojisi
  • haz. Kaya Öztaş

  • Ateş Canına Yapışsın
  • Sezgin Kaymaz

  • Jose Mourinho
  • Luis Lourenço

  • Kör Baykuş
  • Sadık Hidayet

  • Kara Kitap
  • Orhan Pamuk

  • Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir
  • Emma Goldman

  • Görme Biçimleri
  • John Berger

  • Solak Kadın
  • Peter Handke

  • Parfümün Dansı
  • Tom Robbins

  • Bella'nın Ölümü
  • Georges Simenon

  • Katip Bartleby
  • Herman Melville

  • Aslan Asker Şvayk
  • Yaroslav Haşek

  • Ölü Ordunun Generali
  • İsmail Kadare

  • Demian
  • Hermann Hesse

  • Kosova'da Türk Kültürü veya Türkçe Düşünmek
  • Altay Suroy Recepoğlu

  • Kosova Hamamları
  • Raif Vırmiça

  • Kürk Mantolu Madonna
  • Sabahattin Ali

  • Biz Hayır Diyoruz
  • Eduardo Galeano

  • Son Hafriyat
  • Emrah Serbes

  • Tuzdan Heykel
  • Leopoldo Lugones

  • Tiffany'de Kahvaltı
  • Truman Capote

  • Cumhuriyetin Büluğ Çağı
  • Levent Cantek

  • Canavar
  • İsmail Kadare

  • Piramit
  • İsmail Kadare

  • Sandık Odası
  • Sezgin Kaymaz

  • Hitler, Annen Seni Çağırıyor
  • Alain Spiraux

  • ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’
  • Taner Akçam

  • Tekmeyi Yapıştırmak
  • Dan Kavanagh

  • Öteki
  • Dostoyevski

  • İnfaza Çağrı
  • Vladimir Nabakov

  • Adabıyla Rakı ve Çilingir Sofrası
  • Vefa Zat

  • Mutlu Ölüm
  • Albert Camus

  • Corto Maltese-Bir Tuz Denizi Şarkısı
  • Hugo Pratt

    05 Kasım 2008

    zwei, two, deux, due, dois: 2

    doğum günü partisi yapmadım ben hiç, yapan çocuklardan da hala hoşlanmam (esasen partilerden hoşlanmam. kültürüne uzaklığımızdan mıdır nedir? 3-5 arkadaş bir araya gelip oturmak, muhabbet etmek "parti" olunca bi soğuma gelir bana). zaten yasaklamaydı, her gün kitap fuarı belasına bulgar sınırına dayanmaydı derken buranın doğum gününü de atlamışız işte. dolayısıyla evet parti yok, ama tabii ki gecikmeli de olsa teşekkür var:

    hafakan; esin. kafka-camus-corto; güçlü üçlü. okuduklarım; mana. dinlediklerim; algı. hayatımdakiler; dünya. arnavutça; yapabilme azmi, duygusu. gelip geçenler, göz atanlar; sağ olsunlar. burada parti falan olmadığını bile bile yorumlarıyla muhabbet kapısından kafalarını uzatanlar; var olun.

    toparlama: onlar; beni ben yapan her neyse, beni benden alan her neyse, beni ben kılan her neyse. yine...

    31 Ekim 2008

    my left shoulder



    az şey değil tabuta girer gibi içine girip kafanda dönüp duran sesleri dinlemek. bir zaman sonra "şimdi ne diyorlar" bile diyorsun, sonra derken nasıl yanılsamalar bunlar anlıyorsun. mr denilen aletten bir tane alıp eve koymak gerek belki de; kafanın kendi sesleri yetersiz kaldığında kendini içine atmak için.

    tüm hikayenin sol omuzda cereyan etmesinde hikmet arayanlardan olmayalım demek de bir yerde mümkün değil tabii...

    15 Ekim 2008

    tabir


    misal gecenin kör vakti -hava da ayazken üstelik- bir otobüs camından, tam da hiç bilmediğim ama tanıdığımı sandığım bir kentin içinden geçerken gördüğüm o sarı sarı lojman ışıklarına bakacak olsam ne hissedebileceğimi biliyorum; misal sol omzuma bir kurşun saplansa, şaşırarak önce omzuma sonra elimdeki kana baksam ne hissedebileceğimi biliyorum; misal üzerimde herkeslerden, hatta kendimden bile sakındığım kempes varken, fermuarı sonuna kadar çekikken hem de, sabahın kör vakti denizin dibinde otursam ne hissedebileceğimi biliyorum; misal sıcak bir gün, bol insanlı bir sokaktaki bir mekanda otururken okuduğum gazetenin sayfalarını çevirecek olsam ne hissedeceğimi biliyorum; misal tam ortasından ceviz ağacı desen değil, incir ağacı desen değil kocaman bir ağaç çıkan yıkık dökük, duvarları yazılı, bahçe içindeki bir evin en üst katına baksam ne hissedeceğimi biliyorum; misal bir odanın içine aniden serçeler dolmaya başlasa, uçmasalar ama öylece dursalar yerde ne hissedebileceğimi biliyorum...

    hatta misal bir uçak düşerken nasıl hissedebileceğimi de biliyorum, heyhat "Eski tabircilerin yaşadıkları zamanlarda uçak (olmadığından ancak) havaya ve rüzgara, nispet ederek yorumla(yabiliyorum)". bu da benim kusurum sayılmaz...

    09 Ekim 2008

    ernestito


    Ernesto Che Guevara 9 Ekim 1967 günü öldürüldü. 39 yaşındaydı...

    07 Ekim 2008

    "bir tuz denizi şarkısı"



    "When a fortune-telling friend of his mother read his palm, she noticed that he had no 'Fateline'. The young Corto thereupon took his father's razor and single-handedly cut a line of Fate to suit him..." yani mealen, "Corto'nun falına bakan annesinin bir arkadaşı, gencin avucunda hayat çizgisi olmadığını görür. Bunu duyan genç Corto, sükunetle gider babasının usturasını alır, avucunu açar ve tek hamlede kendine güzel bir hayat çizgisi 'yapar'!", diyesi.

    kabul edelim, bazı yaralar insanın eline uyar. bacağa yara o kadar uymaz mesela (diz hariç mi demeli?), yüze nadiren uyar ama bazı yaralar işte insanın eline uyar. ya bıçak -ya da her neyse- iyi oturmuştur ele, ya şık bir kesiktir ya da kalan iz sanki iz değil de hep oradaymış gibidir.

    her durumda Corto olmak o kadar da kolay değildir.

    27 Eylül 2008

    "pretty left of left"



    ihtimal cool hand luke'u seyrettiğim dönem olduğundandır, ilkokul beşte doldurduğum anket defterlerinde "en sevdiğiniz oyuncu" kısmına de niro'yla birlikte onun ismini yazdığımı iyi hatırlıyorum...

    paul newman'ın kim olduğuna, nasıl bir adam olduğuna, internet elinizin altında, bir zahmet bakın. fakat şunu bilin, 1982'den beri hayır kurumlarına, vakıflara boru değil, -yazıyla- iki yüz milyon dolar, -rakamla- 200 milyon dolar bağışlamış birinden söz ediyoruz. bir de tabii, watergate zamanı nixon'ın düşman listesine girmiş, üstelik de "bundan gurur duyuyorum" demiş birinden...

    dün the sting'i seyrettikten sonra "ulan" dedim, "bu güzel adamlar da ölecek işte bir gün". allahtan filmler hep var.

    ps. bemba'ya bunu yazdığımda mart'ın 27'siymiş. newman da geçti işte dünyadan. ve evet tekrar, allahtan filmler hep var...

    24 Eylül 2008

    "e lule lule, mace mace..."


    vücut sıcaklığı 38-39 derece; geceleri dehşet görüyor ama aslında ileri derecede miyop; patisinin içine sakladığı tırnaklarını sık sık törpüler, heyhat bana karşı bir kere bile düşmanca kullanmamıştır; kendini yalamayı pek sever ki o buna temizlik diyor; inadına hastayız, bıkmadan usanmadan miyavlayabilir istediği oluncaya kadar, üstelik bunu çok ritmik, matematik süreler içinde tekrarlar; şaşmaz hareketlerini yapmadan yapacağı işi yapmaz, misal yatağa gelmek için komodinin üstünden geçmesi farzdır; biraz korkaktır; havayı koklar koklar koklar; uzun uzun uzaklara bakar; gözlerini dikip tavanı dinler; zen budistidir; pencerenin pervazına oturup mahalleye muhtarlık eder; anası-babası, ne zaman doğduğu, akrabalarının olup olmadığı belirsiz; ben kitap okurken, çalışırken gelip kitabın, kağıtların üstüne otururken gözlerimin içine bakar; ayak sesimi tanır, eve geldiğimde çokluk kapının ağzında bekler; kuş seslerini taklit edebildiğini, onları böylece kandırıp yakayabileceğini düşünür; sinek avlamak konusunda bir numaradır; üzerime, koluma yatmadan önce iki patisiyle uzunca, transa geçmiş gibi hamur yoğurur ama bir anda vazgeçip başka yere gidebilir...

    ben, yatakta ona sarıldığımda, kafasını koltuk altıma soktuğunda, gırgırgır ses çıkardığında az şeyden duyduğum mutluluğu duyarım, kendimi iyi hissederim.

    pıt geleli bu üçüncü sene.

    22 Eylül 2008

    adaptasyon


    hikayenin bu kısmında ortaya cinler, şeytanlar, devler, akbabalar, cüceler, türlü çeşitli cadılar çıkıyor. her biriyle tek tek dövüşmek de hepsine topluca girişmek de faydasız, kahramanımızın kaçınılmaz sonu esir alınmak. on yıllar boyunca -ki "on yıllarca" da denebilir- kendisini kurtaracak prensesi bekleyecek ya da itaat edecek. itaat etmeyi seçiyor. kahraman olmadığından değil, kahramanlık bazen şekil değiştirmek olduğundan. o on yıllar geçtikten sonra tekrar kahraman olmasının mümkün olmadığını bilerek ama. korktuğundan değil, zaten hiçbir zaman kahraman olmadığından.

    prenses dağları taşları aşıp onu kurtarmaya geldiğinde bulacağı cinler, şeytanlar, devler, akbabalar, cüceler, türlü çeşitli cadılar safına geçmiş bir kahraman. on yıllarca -ki "on yıllar boyunca" da denebilir- zorluklarla savaşıp, kapılar açıp kapılar kapatıp, atlara binip atlardan inip vardığı yerde bunu görmeyi istemez elbette. kendini düşündüğünden değil ama başkasını düşünmek kendini düşünmek olduğundan. yine de "hadi" diyecek. kahraman olmayan kahraman -ki artık cinlerin, şeytanların, devlerin, akbabaların, cücelerin, türlü çeşitli cadıların safına geçmiş bir kahraman olmayan kahraman-, gözü kocaman yemek masasındaki kocaman şarap kadehine takılı "tamam ama içeyim" cevabını verecek. "içeyim ki, ne olduğumu unuturken ne olduğumu hatırlayayım." çünkü hatırlamak biraz da unutmaktır.

    o koca kadehi iki eliyle kavrayıp içtikçe içiyor. dünya kırmızı-mavi arası bir renge bulanınca kadehi fırlatıp koşmaya başlıyor. prenses arkasında. geldikleri yer belli, gittikleri, varacakları yer meçhul.

    15 Eylül 2008

    teras


    terasımızdan bir sürü güvercin, birkaç karga, tek tük martı görünüyor. terasımızdan ayasofya, aya irini görünüyor, adliyenin çatısı, daha uzaklarda gökdelenlerin uçları. terasımızdan ağaçların üst yaprakları, açık unutulduğu için çarpan camlar, başka teraslar görünüyor. terasımızdan rüzgar duyuluyor. yoldan geçen tramvayların, arabaların sesleri, iş makineleri duyuluyor. ama en çok bulutlar görünüyor; durmayan, buradan oraya giden bulutlar, sürekli şekil değiştiren bulutlar. gökyüzü çizgileri, eski tarz ağıtlar, içli şarkılar, yabancı diller, sinekler, dumanlar, ağrılar, çocuk ağlamaları...

    hayat terasımızdan uzakta, hayat terasımızın içinde.

    05 Eylül 2008

    "by the rivers dark"



    iki tarz var: hayatı, olanı biteni nefsinle girdiğin bir kavga gibi görmek; yapacaksın-yapmayacaksın, gideceksin-gitmeyeceksin, diyeceksin-demeyeceksin, bakacaksın-bakmayacaksın, yazacaksın-yazmayacaksın... neticesi -el mahkûm- hep tetikte, hep gardlı bir insan olmak. üstelik bu, böyle olmaklar her zaman içinden gelmeyebilir ama seni mecbur ederler istemesen de. güvenli hiçbir yer yoktur. inanacak hiç kimse yoktur.

    ikincisi hayatı, olanı biteni nefsine yapılmış bir katkı gibi görmek; yaptın-yaparsın, gittin-gidersin, dedin-dersin, baktın-bakarsın, yazdın-yazarsın... neticesi gavurun "cool"luk dediği, serin durmaklar; rahat nefes alabildiğini hissetmekler -hiç az şey değildir-. üstelik bu, böyle olmaklar her zaman içinden gelmeyebilir ama seni mecbur ederler istemesen de. güvenli hiçbir yer yoktur. inanacak hiç kimse yoktur.

    bazen yazmayı çok istediğin için yazamayabilirsin. üstelik "nefis", hem kişinin öz varlığı, hem yeme içme gereksinimleri, hem de pek güzel anlamındadır.

    01 Eylül 2008

    tevellüt


    Aynı biçimde ve donuk bir yaşamın bütün günlerinde, zaman alıp götürür bizi. Ama, bir gün gelir, bu kez de bizim zamanı taşımamız gerekir. Geleceğe dayanarak yaşarız: "Yarın", "ileride", "iyi bir işim olunca", "yaşlandıkça anlarsın". Bu tutarsızlıklara hayran kalmamak elde değil, çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde. Gene bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür ya da söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama, aynı anda, zamana göre yerini de belirtir. Zamanın içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği bir eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep, bütün benliğinin bundan kaçınması gerekirken, yarının gelmesini diliyordu. Etin bu başkaldırışı, uyumsuz budur işte.

    Bir basamak daha aşağı inildi mi, yabancılık başlayıverir: dünyanın "yoğun" olduğunu fark etmek; bir taşın ne denli yabancı, bizce kavranılmaz olduğunu, doğanın, bir görünümün bizi ne büyük bir güçle yok sayabileceğini sezinlemek. Her güzelliğin dibinde insandışı bir şey yatar ve bu tepeler, gökyüzünün bu tatlılığı, bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz düşsel anlamı hemen o dakikada yitiriverir, yitirilmiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle. Bin yıllar ötesinden dünyanın ilkel düşmanlığı yükselir bize doğru. Yüzyıllar boyunca onda yalnız kendisine önceden verdiğimiz biçimleri ve çizgileri anlamış olduğumuza göre, bundan böyle bu yapmacıklığı sürdürmeye gücümüz yetmediğine göre, bir saniye için onu anlamaz oluruz. Yeniden kendi kendisi olduğuna göre, dünya bizce anlaşılmaz olur. Alışkanlıkla maskelenmiş bu dekorlar ne iseler gene o olurlar. Uzaklaşırlar bizden. Bir kadının alışılmaz yüzü altında, aylarca ya da yıllarca önce sevllmiş kadını bir yabancı gibi bulduğumuz gibi, bizi birdenbire böylesine yalnız kılıvereni bile arzulayabiliriz belki. Ama zamanı gelmemiştir daha. Bir tek şey: dünyanın bu yoğunluğu ve yabancılığı, uyumsuz budur işte...

    Sisifos Söyleni, Albert Camus

    29 Ağustos 2008

    delta ve çocuk

    Dünyada mıyız değil miyiz diye
    Bir adam kendi kendine sordu /...


    Durdum bir yerden göğü, sokakları hep sokakları dinledim
    Evlerini deniz yıkayan bir kıyıdan bağırıyorsun bana
    Bir soluksuzluk bir duvarlar bir duvarlar duyamıyorum
    Böyle bir uzun karanlıktan bağırıyorum bağırıyorum /...

    Sen gittiğim o ülkesin varılmıyorsun
    Vurmuş sonrasız nasıl en güzel sulara
    Güzelliğin balıkları gibi İstanbul’un.

    Şimdi her yerde ne güzeldiniz o kalmış
    Yankımış denizlere öbür kadınlara
    Dünyada sizinle İstanbul olmak varmış /...

    "ne yaptıysam, dünyada yaşamayı öğretemedim kendime. dünyayla aramda hep sorunlar oldu. rahat bir adam olmayı istedim hep. ama işte sokağa çıkıp rahatça yürüyemiyorum. öylece bakıp duruyorum sokağa, onu yazmak istiyorum. bir kadının yüzü ilgilendiriyor beni. cehennem diyorum ya hani, böyle bir şey işte."


    Sonra birdenbire büyük bir sessizlik oldu
    Bu dünyadan İlhan Berk geçti dedim yürüdüm /...

    __

    25 Ağustos 2008

    verba volant scripta manent


    eski kutuların içlerinden çıkanlardan ziyade eski defterlerin, kitapların aralarından çıkanlar acayip geliyor insana. "nereden nereye" demek kadar basit de değil durum çoğu zaman. seni sen yapan şeylerin izini sürmek... bir noktadan sonra ne kadar yorucu üstelik. yanılsama desen değil, cehalet desen hiç değil.

    bir şeymişsin, bir şey olmuşsun, bir şey olacaksın. bu, böyle. başkalarının iyiliğinden, kötülüğünden bağımsız unutacaksın, böyle bir köşeden karşına çıktığında duracaksın, kat'a üzülmeden "peki" diyeceksin; "her şey yerli yerinde"dir ya zira. ama işin özünde hafıza... insanın büyük düşmanı, evet.

    12 Ağustos 2008

    medyunu şükran

    "yazı üzerine kurulan ilişkilerin kat'a yıkılmayacağına inanmak istiyor insan. ama sonuçta yazının sınırlarının bittiği bir yer de var: yanlış anlaşılmalar, korkaklıklar, lüzumsuz inatlaşmalar, hoyratlıklar, hayal kırıklıkları... hepsi dahil oraya. üstelik kuşkusuz eti cin de bunların dışında değildir! elbet onu yazacağımız bir gün de gelir" demişiz bi yerlerde. eti cin, gece vakti açlık denen şeyi bastırmak için doğru seçim değil belki ama kim manasız diyebilir ki o güne vesile olduktan sonra?

    bazı şeyler bazı insanlara malum olur ya, o insanlardansan pek seçeneğin yok; malumatın acısı ya da hoşluğun büyüsü... fonda nihavent bir şeyler çalabilir, insan metroda kitap okuyabilir. bazen "insanı çıldırtan yerine gelmeyen bir özlem" de olabilir ama her durumda bilinir ki "gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir".

    nefes borusu, tül perde, angara simidi, nar, ahmet kaya, milena bunların arasında dolaşmaya da çıkabilir insan; hatta "yeğlediği 10 kelimesi" vardır ama bizzat kendisinin integralini alması o kadar kolay değil.

    alıngan olmayacaksın, bilmekten vazgeçmeyeceksin: "Düşün ki, başına ne gibi bir mutsuzluk, nasıl bir acı gelirse gelsin, bunu sen kendin hak ettin..."


    the Statue of Anonymous, Miklós Ligeti

    06 Ağustos 2008

    03.VIII

    "...
    i wish to weep
    but sorrow is
    stupid.
    i wish to believe
    but belief is a
    graveyard
    ..."

    30 Temmuz 2008

    "Yihla Moja"

    dünyanın bir yerlerinde birtakım adamlar birtakım işler yapıyorlar. senin bundan haberin neden sonra oluyor ya da olmuyor. onlar zaten o birtakım şeyleri birilerinin haberi olsun diye de yapmıyor. hayatın belli bir döneminde başka bir şey yapamayacağın için yaparsın ya bazı şeyleri ya da şöyle demeli, başka bir şey yapman mümkünken yapmadığın için, bir şeyi seçtiğin için... adın oradan oraya başka başka oluyor; biko, sands, kurti, marcos, çayan... ama orada burada birileri çıkıp, sahici bir merak gösterip "neydi/ne bu adamların derdi" diyor işte. az şey değildir.


    Discover Peter Gabriel!



    ps. youtube'u olanlar böyle buyurabilir.

    24 Temmuz 2008

    öyle duruyorum


    öyle duruyorum işte. durup duruyorum durduğum yerde. bir yere gitme azmiyle doluyum ama duruyorum. bir şeyler yapma azmiyle doluyum ama duruyorum. bir işaret bekliyorum belki; kocaman bir uçan bulutun gelip kafama konmasını, bardak bardak içilen sulardan sonra ağzımın kenarından sızan bir damlanın yol göstermesini, pencereden duyduğum yaprak hışırtılarının apollon'un liri olmasını... belki de sadece zamanın gelmesini. belki de sadece doğru zamanı...

    o zamana kadar ama, öyle duruyorum işte. durup duruyorum durduğum yerde.

    16 Temmuz 2008

    "daha güzel bir hayat bence nasıl olabilir?"


    "hava ne soğuk, ne çok sıcak olsun isterim. ılık bir rüzgâr her zaman esmeli, bazan da insanın çömelip kalmasını gerektirecek bir fırtına çıkmalı. otomobiller yok olacak. evler kırmızı olsa. çalılıklar altın olsa. insan her şeyi bilse de hiçbir şey öğrenmek gerekmese. adalarda yaşasak. caddelerde otomobiller açık durur, yorgun olan binebilir. zaten hiç mi hiç yorgun olmaz insan. otomobiller kimsenin değil. akşamları hep uyanık kalırız. insan neredeyse orada uyur. hiç yağmur yağmaz. her arkadaş dörder dörderdir, tanımadığımız insanlar yok olur. bilinmeyen her şey yok olur."

    (solak kadın, peter handke)

    sofu baba


    belki beş ayı var, her sabah mebusan yokuşu'ndan aşağıya tramvaya inerken, sofu baba'yı görünce "bir şey yazayım bugün" diyorum, yok, yazmıyorum sonra. "ne yazayım ki?" hali peyda oluyor. hatta içeriye kilitlenmiş bir buzdolabı 2-3 gün orada dururken bile bir şey yazmadım.

    ama bu gece ne oldu, nereden geldi aklıma, en azından kayıtlara geçsin istedim. işte sofu baba. söylenenlere bakılırsa kuruni'ye kadar gitmişliği var vakti zamanında. bir de ta ne zaman bir enerji paylaşımı olayına girmiş.

    küçükken "böyle şeyler bana gözükür mü ki?" diye epey düşünmüştüm. belki çoktan göründüler de ben farkında değilim. bu saatten sonra da açık seçik görünürler mi, misal sofu baba sırtımı sıvazlar mı, enerji aktarır mı bilmem. bildiğim yarın sabah önünden geçerken yine içeriye bakacağım. belki bi işaret çakar belli mi olur.

    08 Temmuz 2008

    ilaçlama

    memlekette ne çok insanın psikolocik hasta olduğuna şöyle biraz yakından bakınca "ulannn" diyorsun. herkesler hasta; bildiğin çocuklar, erişkin olmaya çalışan elemanlar, yaşını başını almış adamlar, çoluk çocuk sahibi kadınlar, bu, şu, o yani. herkesler ilaç kullanıyor artık peynir ekmek gibi. uykun mu yok, ilaç iç; depresyonda mısın, bas ilacı; korkuyor musun, yut yut yut; oğlan hiperaktif mi, ilaçla...
    kimyasalla vücutlarının hayat karşısındaki direncini dengelemeye, yükseltmeye çalışan bir sürü insan.

    bir yönüyle geri bir zihniyeti temsil ettiğini bildiğin durumlar olabilir hayatta. normal. ama yine de "uyumak için uyku hapı, kendini iyi hissetmek için adını bilmediğim bir takım ilaçlar içmeyecem" demek, bütünüyle manasız değildir. zaten vakti zamanında böyle ilaçlar falan olmamasını bir yana bırak, buralar da dutluktu.

    02 Temmuz 2008

    türküsü, otu, oteli...




    "Mütecaviz kitle çabucak ulaşılabilecek bir hedefe dayanır. Hedef bilinir, açıkça tanımlanmıştır ve üstelik yakındır da. Bu kitle öldürmeye çıkmıştır ve kimi öldürmek istediğini bilir... Hedefin beyan edilmesi, yok edilecek olanın kim olduğunun duyulması kitleyi oluşturmaya yeter... Mütecaviz kitlenin hızla büyümesinin önemli bir nedeni, hiçbir riskin bulunmamasıdır.
    Risk yoktur, çünkü kitlenin sınırsız bir üstünlüğü vardır. Kurban, kitleyi oluşturana hiçbir şey yapamaz..."

    "Ateş hakkında söylenebilecek ilk şey, her zaman ve her yerde aynı olduğudur. Ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, nerede başlarsa başlasın ve ne kadar uzun ya da kısa sürerse sürsün, imgelemimizde her zaman, belirli bir (yangın) olayından bağımsız olarak bir aynılık taşır. Ateş imgesi kesin bir biçimde işaretlenmiş, silinmez ve bariz bir yara izi gibidir..."

    "... Cehenneme yer veren dinlerde... Bir kitle simgesi olan ateşle kolektif öldürme, dışlama fikriyle yani cehenneme yollamayla ve şeytanı düşmanlara teslim etmeyle ilintilendirilir. Cehennemin alevleri yeryüzüne ulaşır ve bu cezayı hak etmiş olan sapkını içine alır..."

    "Bütün yok etme araçlarının en etkileyicisi ateştir. Çok uzaktan görülebilir ve daha da çok insanı kendine çeker. Geri dönüşsüz bir biçimde yok eder; ateşten sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Bir şeyi ateşe veren kitle kendisini karşı konulamaz hisseder; ateş yayıldığı sürece herkes kitleye katılacaktır ve ona düşman olan her şey yok edilecektir..."

    "Bir şeyde ne kadar hayat varsa, o şey ateş karşısında o kadar dirençsizdir; yalnızca mineraller, bütün maddeler içinde yaşamdan en yoksun olanı onunla başa çıkabilir..."

    meraklısına not: Canetti'nin Kitle ve İktidarı'nın ilk yayım tarihi 1960.

    29 Haziran 2008

    good, better, best...



    "paramın" diyor, "çoğunu
    içkiye ve
    kadınlara
    harcadım.
    geri kalanını da
    çarçur
    ettim."

    hiç, böyle bir şey dediğini bildiğin bir adamı seyretmekle, "önümüzdeki maçlara bakıyoruz"dan başka bir şey diyemeyen bir adamı seyretmek bir olur mu allah aşkına?

    george best
    'i izlerken az şeyden duyduğum bir mutluluk hali içindeydim. içki içmiyordum. topla birlikte yuvarlanıyordum...

    21 Haziran 2008

    "adaletin bu mu dünya..."



    sağolsunlar her vesileyle kafamıza kakıp duruyorlar; dünya böyle işte, rockçıların yanında değil... kimlerin yanında olduğu belli ama... "kimler"in içini doldurmayı herkesin kendi meşrebine bırakıyoruz tabii.

    17 Haziran 2008

    düstur

    onlar ki pisliktirler, adidirler, şerefsizdirler, ikiyüzlüdürler, yavşaktırlar; kendi pisliklerini, adiliklerini, şerefsizliklerini, ikiyüzlülüklerini, yavşaklıklarını maskeleyip arkadan konuşurlar, senin derdin onlarla değil. o pisliklerin, adilerin, şerefsizlerin, ikiyüzlülerin, yavşakların lafını alıp kabul eden yediğin, içtiğin, sevdiğin insanlarla. çünkü onlar pislikte, adilikte, şerefsizlikte, ikiyüzlülükte, yavşaklıkta her zaman önde gelenlerden olacaklardır.

    16 Haziran 2008

    dışarısı


    açık cam kapanmasın diye önüne koyduğum mecelle-i umur-ı belediye kitabının kapağı kalkıyor, iniyor, kalkıyor, iniyor. rüzgar. yok, esinti. sol kolumun üzerinden boynuma, boğazıma tırmanıyor, burnuma kadar geliyor. kuşlar uçuyor. ayasofya'dan önce gözüme çarpan ağaç sallanıyor. yoldan insanlar geçiyor. parkta üç kişi oturuyor. brian may söylüyor. ben düşünüyorum. uzun zamandır böyle durarak düşünmediğimi fark ettiğim için yazıyorum. rüzgar boynuma tırmanıyor. kuşlar uçuyor. ayasofya yerinde duruyor, kaç zamandır. ağaç sallanıyor. tekrarlar anlatıma şiirsel bir hava veriyor. kısa cümleler vurguyu arttırıyor. fark etmiyor esasen, olabileceğim en iyi adamın bu olmadığını biliyorum.

    08 Haziran 2008

    senaryo


    bazen bazı insanlar çok zeki olduklarını sanıp, karşısındaki aldatabildiğini düşünür hani. her şey en ince ayrıntısına kadar hesaplanmış, arkada iz bırakılmayacak şekilde düzenlenmiştir. halbuki işte, kimse kimsenin aklının nasıl çalıştığını tam olarak bilemeyeceğinden günün birinde mesela vaktiyle söylediğin basit bir detay bütün planını alt üst eder. zaten en iyi kara film senaryoları da böyle kurulur.

    29 Mayıs 2008

    balalayka


    yuri gagarin uzaya çıktığında "burada tanrı falan göremiyorum" dedi mi demedi mi muamma. 1986'da 23 nisan vesilesiyle memleketimiz sınırları dahilinde, ankara'da, bizim evde bulunan sergei'ye "oğlum, gagarin gerçekten görmüş mü allah'ı şimdi yukarda?" diye çok sordu babam ama sergei her seferinde "yaaaa yok amca yaaa" dedi. her durumda ben mesela uzayda sadece 108 saat kaldığını, dünyanın çevresinde bir tur atıp geri geldiğini bilmiyordum. sonra tamam, laika uzaya giden ilk canlı ama "ulan o köpek geri geldi mi? sonra noldu acaba?" falan dememiştim hiç. meğerse laika'nın bileti de tek gidiş alınmış. zira abiler sadece uzaya gidiş mekanizmasını kurmuşlar.

    hasılı kelam, "hadiii yaaaa" dediğin bir şeyler öğrenmenin insanın belkemiğini titreten bir zevki olduğunu arada sırada da olsa hatırlamak pek iyi geliyor arada sırada.

    22 Mayıs 2008

    advertisement... reklam manasında...

    iş dediğin esasen likit bir şey. para gibi, durmuyor, bitiyor. antalya'da spor ve dahi antalyaspor tarihi konusunda memleketin neredeyse en bilgili insanı olduğumu iddia edebilirim artık. bu da reklam olsun anasını satayım, ne var...

    tabii bir de her şey bitince öğrendiklerinin sadece formel şeyler olmadığını anlıyorsun. birileriyle iş yapmak, birilerine iş yaptırmak, bunu yaparken gücünü doğru kullanmayı becerebilmek, ezici ve buyurgan olmamak, insanlara eşit şekilde yaklaşmayı denemek ama bunu yaparken işlerin yürümesini de sağlamak, bunun istismara ne kadar açık olduğunu iyice kavramak, kırılmaları önlemek, bir yandan da herkese merhem olmaya çalışmak, kafandaki rotayı kaybetmemeyi becermek ama egosal mücadelelerden de kaçınmamak, kılıcı çekeceğin yeri doğru kestirmek....

    acayip acayip şeyler yani... "hayat ne tuhaf, vapurlar falan" gibi yani...

    14 Mayıs 2008

    ve


    tabii niyetim ortaokul kitabından kalma "bakmak-görmek ayrımı" konulu okuma parçasını hatırlatmak değil ama gerçek, bazen bir şeye o kadar uzun zamandır bakmış olursun ki, aslında baktığında bir şey görmediğin olur. bunlar çoğu zaman sahici merak eksikliğinden kaynaklanıyor tabii.

    misal ben bunun (ki resmi adı "ampersand" kendisinin) e ve t harflerinin stilize edilmiş hali olduğunu öğrendiğimde epey şaşırmıştım. "et" latince "ve" yani. zira insan bakınca işte görüyor e'yi de t'yi de.



    bir kere meraktan takıldım ya, şimdi ne zaman, nerede görsem e'yle t'yi ayırt etmeye çalışıyorum...

    06 Mayıs 2008

    01 Mayıs 2008

    düşman yolları kesti

    zevke göre çeşit çeşit blog var alemde. kimine takılıyorsun, kimine aldırmıyorsun. kiminde heves görüyorsun, kimi başlanıp yarım kalmış defterler gibi bir tarihte durmuş. herkesin sebebi farklı. sonuçta benim nedenim de tarihe kayıt düşmek. tamamen kişisel, başka da bir sebebim yok.

    ama katlanamadığım bir "blogçuluk" türü var ki, böyle uzun uzun, "felsefik felsefik" yazanlar, entelektüelliklerini konuya komşuya göstermek isteyenler. sanırsın ki, hakemli dergiye makale döşeme yarışması. tabii orada kalsa iyi, bir de altlarına yine sayfalarca yorumlar, onlara verilen cevaplar. zizekler, bourdieuler, lacanlar, devrim teorileri, çözüm önerileri, kapitalist devlet tahlilleri...

    sözüm olabilir mi, olamaz; tercih meselesi, kendini ifade meselesi. teori de faydalıdır elbet. fakat arada soru hakkımı kullanıyorum "ahmet abi": gözü dönmüş bir sivil polisin salyasıyla karşılaşmadan, kahvenin sandalyesini üzerine fırlatan polisten kendini sakınmadan, "zor aygıtı"nın yüzüne bakmaya cesaret edemeden, panzerden sıkılan sudan kaçmadan, nefes nefese kalmadan neyin felsefesi bu? canını yediğimin Corto'sunu adamımız yapan budur işte, "delikanlı ol ciğerimi ye" hesabı, bazıları gibi korkmaması söylemekten:
    "Hiç kimseye verilecek hesabım yok benim... Duyuyor musunuz?... Kaçtım! Ölümden korktum ve kaçtım..."

    yok, öyle bir şey ima etmeye çalışmadığım gibi teorik tartışmaya falan girme niyetinde de değilim. bir inka atasözünde dendiği gibi "herkesin blogu kendine". sadece ne zamandır yazayım diyordum bunu, kısmet bugüneymiş işte.

    sahi "düşman yolları kesti"de kim oynuyordu?


    meraklısına not. taşı atan adam edward said

    24 Nisan 2008

    "meğer ateşli bir hastalıkmış hayat!"

    geçen sene bu zamanlar yazdığım 23 nisan yazısına koyduğum picasso resmini ben ne kadar aradım bilmiyorum ama bildiğim bloga gelenlerin büyük çoğunluğu bu resim üzerinden geliyor. allah razı olsun picasso diyelim. halbuki ben bu çiçekleri daha çok severim mesela.


    insan en iyi kendi filminde başrol oynayabilir. "hayatımı yazsam roman olur" diyenler de hep böyle düşünüyor herhalde. fakat gözden kaçan onu okumaya, seyretmeye kaç kişinin hevesi olduğu. "heves" lafı da en çok "eskiden terzi" haydar ergülen'e yakışır, onu bilirim.

    15 Nisan 2008

    František Kafka

    ne kadar bilgili, ne kadar zeki, ne kadar güzel, ne kadar esprili, ne kadar duyarlı, ne kadar duygulu, ne kadar romantik, ne kadar politik, ne kadar içli, ne kadar sesli olduğumuzu göstermek arzusuyla yanıp tutuştuğumuz boktan ve aslında gayet sıradan bir entellikle karışık lüzumsuz muhabbetleri bir kenara koyalım. acıdan bahsedelim!

    52. aforizmada "Im Kampf zwischen dir und der Welt sekundiere der Welt" der Kafka, "kendinle dünya arasındaki savaşta dünyayı destekle" gibi bir şey. tabii bunun acısıyla baş edebilmek için kendinle ayrıca bir savaşa daha girmen gerekebilir o da ayrı...



    9 Mayıs>>> Elif'in programa maille katkısıdır. buradan da teşekkür edelim:
    "sekundieren", latince "secundus" yani "ikinci [sahis]". desteklemekten cok daha fazlasi. "Der Sekundant" sadece destekleyen degil, aslinda asistanlik yapan, yeri geldiginde temsil eden kisidir. manyak japonlar sepukku yaptiklarinda muhakkak bir sekundant belirlerler[di], yani bu kaishaku-nin sepukku yapan sahsin öne düstügünde katanasi ile boynuna bir darbe vurur ve böylelikle kellenin bedenden ayrilmasini ve kisinin aci cekmeden, onuru ile ölmesini saglardi, zira yanlis zamanda yanlis yere inen darbe kiside korkunc agrilara yol acip, yüzünün aci ile bicimsizlesmesini saglardi ki bu onurlu bir samurai icin büyük bir utancti.

    13 Nisan 2008

    Kitabi: 06.XI.2006 - 06.XI.2007


  • Mağaradakiler
  • Cemil Meriç

  • Duygusal Eğitim
  • Gustave Flaubert

  • Suskunlar
  • İhsan Oktay Anar

  • Göğü Delen Adam "Papalagi"
  • Tuiavii

  • Defterler-1
  • Albert Camus

  • Yanlışlıklar Komedyası
  • William Shakespeare

  • Geleceğin Kısa Tarihi
  • Jacques Attali

  • Minima Moralia
  • Theodor Adorno

  • Kar
  • Orhan Pamuk

  • Madame Bovary
  • Gustave Flaubert

  • Dünyanın Kökeni: Vajina
  • Jelto Drenth

  • Sahnenin Dışındakiler
  • Ahmet Hamdi Tanpınar

  • Düzenin Yabancılaşması
  • İdris Küçükömer

  • Futbol Basit Bir Oyun Değildir
  • Jupp Derwall

  • Murat Belge-Bir Hayat...
  • Tûba Çandar

  • Yazı Üzerine Çeşitlemeler–Metnin Hazzı
  • Roland Barthes

  • Şarkı Okuma Kitabı
  • Bülent Somay

  • Aylaklar
  • Melih Cevdet Anday

  • Frederic-François Chopin (Hayatı ve Eserleri)
  • (haz.) Vahdet Gültekin

  • Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi
  • Melissa P.

  • Direniş ve İtaat-İki İktidar Arasında İslamcı Kadın
  • Ruşen Çakır

  • Briç Masasında Cinayet
  • Agatha Christie

  • Kızıl Ordu Fraksiyonu
  • Anne Steiner-Loic Debray

  • Sanki Viran Ankara
  • (der.) Funda Şenol Cantek

  • Roger Ackroyd Cinayeti
  • Agatha Christie

  • Gece Gelen Ölüm
  • Agatha Christie

  • Devlet ve Anarşi
  • Mihail Bakunin

  • İstanbul
  • Orhan Pamuk

  • Rauf Orbay'ın Hatıraları (1914 - 1945)
  • Rauf Orbay

  • Sartre Yıllarım
  • Georges Michel

  • Her Temas İz Bırakır
  • Emrah Serbes

  • Locarnolu Eczacının Düşü
  • Max Frisch

  • Solu Yeniden Tanımlamak
  • Ahmet İnsel

  • Tribünden Palavra Anılar
  • Memet Fuat

  • Aşk Üzerine
  • Alain de Botton

  • İsrail Toplumunun Krizi
  • Michel Warschawski

  • Gece Ağacı
  • Truman Capote

  • I. Gıyaseddin Keyhusrev (1164-1211)
  • Tuncer Baykara

  • Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan
  • Işın Demirkent

    10 Nisan 2008

    "purple haze"


    sakatlandığımı yazmıştım vakti zamanında. doktor bir ay yasak demişti güya ama kaç bir ay geçti, bir seneye gidiyormuş neredeyse. sadece ağrı meselesi bir aydan fazla sürdüğünden değil ondan sonra biraz korktuğumdan biraz canım istemediğinden falan. hasılı dün sahalara döndük fiorentina formamızla (şekerli olduğumuz malum zaten de [şaka maka 10 seneden fazla olmuş, halbuki ilk gittiğim kocaelispor maçı hala aklımda] gavur ellerinde tuttuğumuz takım fiorentina'dır bizim. öyle fatih terim'le falan alakası yok tabii; ondan önce de sonra da. oralara gittiğimizde stadyumu göreceğiz diye saçma salak yürüyeceğimize bir forma almamıştık kendimize sonra sağolsun eş dost oldu bir formamız). şimdi çektiğimiz sırt ağrısı, bacaklarda tutmazlık normal tabii.

    "hayatta sorulan her sorunun baba filminde bir cevabı vardır" der tom hanks, meg ryan'la oynadığı "mesajınız var"da. fakat tabii doğrusu, "hayatta sorulan her sorunun futbolda bir cevabı vardır" şeklindedir...

    07 Nisan 2008

    "it's better to burn out than to fade away"


    ne diyor, "her türlü asabi teheyyücatta, bayılmalarda, sinir nöbetlerinde, tıkanıklıklarda emsalsiz bir ilaçtır."

    asabiyetten kendimden geçmiş bir halim yok, baygın değilim, sinir krizi hiç geçirmedim. fakat işte tıkanık olabilirim. üstelik hafakan ruhunun falan işi çözmeye yetmeyeceği belli. hasılı, doğrudan lavabo açıcı yutmalı sıcak suyla.

    yok, başlık cobain'in intihar notundan değil, neil young'ın "hey hey my my" namlı şarkısından, bunu yazarken o çalıyordu babında.

    31 Mart 2008

    non semper ea sunt quae videntur

    iyi piyaz iyi soğanla olur.
    iyi soğan iyi çapayla olur.
    fakat unutma ki, piyaza koymayacaksan soğan yetiştirmeyeceksin.

    üstelik bunların çoğu kitaplarda yazmaz, el yordamıyla öğrenirsin...

    18 Mart 2008

    aslı "güneş"


    şemsiyle arama mesafe soktuğum gün hayal meyal de olsa aklımda: 13-14 yaşında falandım herhalde, eso bakkala gönderdi. yağmur yağıyordu. "şemsiyeyi al" diye tutturdu. "yok" dedim. ısrar etti. "yok" dedim. öyle çok özel bir sebebi falan da yok tabii. inat işte. şemsiyeyi almadan sokağa fırladığımı, çok ıslandığımı ama "ne alacam yaaa" dediğimi hatırlıyorum.

    hâlâ da pek sevmem taşımayı aslında ama itiraf edeyim arada şemsiyeye çarpan yağmuru dinlemek güzel oluyor...

    12 Mart 2008

    "allahım neydi günahım..."


    sokakta, tramvayda, otobüste, dolmuşta, takside, vapurda... bir şeyler yemekten, içmekten pek hoşlanmam ben. nadirdir yani. zira yediğim, içtiğim şeyi insanların görmesinden hazzetmem esasen. eğriliği doğruluğu tartışma dışı, bunun birazı "öyle gördük"se birazı da "bulan var bulamayan var isteyen olur istemeyen olur"cu zihniyet tabii.

    halbuki şeyda, tam bir "city women" olduğundan kelli, sabah almış eline starbucks'tan kahvesini tramvay bekliyor (adını tabii ki o bardakların üzerine yazma hadisesinden biliyoruz). sonra tramvayda yeni üniversiteli oldukları belli çağrı'yla sema konuşuyorlar (yok onların ellerinde de starbucks bardağı olduğundan değil de, konuşma içlerinde adlarını geçirdiklerinden biliyoruz bunu da). bir çocuk da varmış tramvayda da, o çocukla karşılaşmak istemiyorlarmış da, çünkü çocuk bu çağrı'ya çıkma teklif etmiş de, "ama adı neydi?", "kimi diyorsun, önce bana sonra sana çıkma teklif eden çocuğu mu?", "yok o başka. bu sonra tülay'la çıkmaya başladı"...

    bir de artık öss giriş formlarında boy ve kilo da yazılacakmış çağrı'nın dediğine göre. "neden?", "sınava girenlere ona göre sandalye, sıra ayarlayacaklarmış", "aaa, ne güzel. bizim günahımız neydi ki?" evet, sema, daha geniş bir sandalyede, sırada girebilseydi sınava çok başka bir üniversitede okur, çok başka bir insan olurdu. hayat işte!

    bir de şunu düşündüm, uçakta gözü sürekli tavana dikip bakarsan, aslında uçanın sen değil uçak olduğunu daha iyi kavrıyorsun.

    meraklısına not: çocuğun ismi bülent.

    03 Mart 2008

    ses ses 1, 2, 3...

    buyrun o zaman:
    radyobemba

    ben de yazarım diyen, kitap olsun, film olsun, televizyon manyaklıkları olsun, reklam olsun, medya eleştirisi olsun hala da çıkabilir elbet. mail adresinizi yazarsanız ekibe dahil olursunuz. öyleyken böyle işte...

    02 Mart 2008

    leyla


    canım yazmak istemediğinden değil de, leylalıktan daha ziyade.

    not: matisse'in bu resminin bir can kitabının kapağı olduğundan eminim ama hatırlayamıyorum...

    5 mart itibariyle fikri takip: romain gary-yıldızyiyiciler

    20 Şubat 2008

    radyo bemba

    kervanı düzelim dedik madem bir şekilde, o şekillerin ilki isim olsun: radyobemba. evet, yeni blogdan söz etmekteyim. bu da işte isim önerim (manu chao'yu sevmeyen var mıdır ekipte bilmem). başkasının aklında başka bir şey varsa desin tabii ama önce radio bemba nedir ona da bakalım. bir de tabii bundan daha esaslısı sierra maestra'daki telsiz kodu olması.

    peki neden radio değil de radyo derseniz, e birisi bizden önce düşünmüş "io"lu halini kapmış derim.

    18 Şubat 2008

    "how i wish..."

    karı bulduysan, bir yerden seyredebiliyorsan, pink floyd'un "wish you were here" albümünü de bulacaksın. sonra yatay geçiş nick cave...

    17 Şubat 2008

    "alçaklara kar yağıyor üşümedin mi / sen bu işin sonunu düşünmedin mi"

    neden sonra trt'de haber seyrederken aklıma geldi, cihanbeyli-konya arası 99 kilometredir. "makas"a varınca konya'ya vardın demektir zaten. ama işte ondan sonrası kışın tipinin merkezidir. her durumda, biz öyle öğrendik, cihanbeyli tabelasını görünce türkünün "cihanbeyli'ye varınca şerefli düğün edelim" kısmını söylemek farzdır. nitekim trt de tipi olduğunu söylüyor orada.

    trt'den devamla aysel gürel, sıradışı hareketleriyle dikkat çekiyormuş; ne yaparsa yapsın özcan deniz'in sıfatı ise "türkücü" işte. vurulma sebebi de "hadi hadi meleğim uç da göreyim".

    aradığımı ntv'de buldum ama şükür. kosova dünya üzerindeki son bağımsız devlet oldu, başbakanları haşim taçi ise eski bir uçk gerillası... türkü dairesini "halimem"'in hababam sınıfı'daki en "uygun" kısmıyla tamamlayalım. isteyen istediğini çıkarsın...

    12 Şubat 2008

    berber aynası



    "berber aynası", oktay akbal'ın öykülerinden birinin adıdır, ki aynı adlı bir kitabı da vardır. ben yıllar yıllar önce tekin yayınları'ndan çıkan "önce ekmekler bozuldu"sunun içinde okumuştum, bir ki daha, o kitap yüzünden günler geceler boyu öykü yazmaya kalkışmışlığım vardır. neden sonra, daha istanbul'u bilmezken, bir kitap fuarında ona kitap imzalattığımdaki hissiyatım büyük duygularımdan biridir. kıymeti bilinmemiş öykücülerdendir o. mevzuu şu esasen: berber aynası, insana sadece tipinin değişimini göstermez ama herkesin gördüğü kendine...

    fındıklı parkı'nda bir dal parçasını denize atan, köpeğinin suya atlayıp dalı kendisine getirmesini bekleyen kızın artistik yapıp yapmadığını düşünürken, çaycı köpeğin denizi çok sevdiğini, sadece akşamüstü değil her sabah 9'da da suya atladığını, ablanın hangi memleketin olduğunu bilmediği bir büyükelçinin kızı olduğunu söyledi. rüzgar çoktu, iki farklı koca ağaca takılmış iki farklı uçurtmanın hışırtısı vardı...

    foto: şaban uluca

    04 Şubat 2008

    teklif

    bir zaman önce, "bu kitaplara dair falan bir şeyler söylemek için ayrı bir blog mu şey etsek diye de düşünüyorum ama beri yandan da ayrı blog gereksiz gibi geliyor" gibi bir şeyler demiştim (bkz. 7 Kasım). sonra teati alanında "beş kişi olursak neden olmasın" demiştik.

    şimdi teklifi tekrarlayıp, üstelik arttırıyoruz: sadece kitap olmasın, ne bileyim filmler, diziler, televizyonlardaki abukluklar, köşe yazılarındaki saçmalamalar falan her şey işe dahil olsun.

    lhyfae ve ben ikiydik, f.c. birader de o zaman topa girişmişti ama artık ortalarda yok. bu durumda soru şu: var mı işin peşini bırakmayacak üç kişi daha?

    03 Şubat 2008

    ışık

    elime yapışıp kalan, her tarafı düzeltmelerle dolmuş "küçük türkiye tarihi", bol çay, müzik, gitanes dumanı... yarısına kadar açılmış perdeler, belki de bunu çok daha önceden akıl etmeliydik, ev daha aydınlık, görünmemesini istediğimiz şey ne ki?

    24 Ocak 2008

    azzurro


    küçükken futbolcu olmak istiyordum ben. bi ara bi takım gerizekalı arkadaşların etkisinde kalıp "pilot olacam" falan demişliğim de var tabii ama esasen futbolcu olmaktı niyetim. ankara'yı bilenler bilir zafer dershanesi'nin altında "ayhan mağazası" vardır. güya oranın sahibi pederin arkadaşıymış da, adam gençlerbirliği'nin yönetimindeymiş de, yaz gelsin de altyapıya yazdıralım bilmem ne diye diye oyaladılar beni, futbolcu olamadım.

    müzisyen olmaya karar vermem, orta son-lise bir zamanlarında bir yandan "Queenci" olup bir yandan ilkokuldan beri elimi sürmediğim mandolini tekrar çalmaya başlamama denk gelir. Brian May'le aşık atmak hadsizliğinden değil de, sahiden çok sevdiğimden bir gitarım olsa dünyayı değiştirebileceğimi düşünürdüm. gitar almaya gidip ud almamızın çok da mantıklı bir sebebi yok tabii. sonra "gitarımı kendim aldım", nil'in kulakları çınlasın. hala da umudum var müzisyen olacağıma dair nejat yavaşoğulları'nı, livaneli'yi duydukça -hatta bob dylan'ı da tabii-. biri elimden tutsun albümüm patlar.

    "avukat olmayacam" demem ise ilkokul zamanlarında annemle bir adliye yolculuğumuza dayanır. zaten ondan sonra onu bir duruşmada kaç kere gördüm? ki ilkokulun birinde, okuma bayramında, elimde sonradan bir dönem içine gömüleceğim senai olgaç'ın kocaman medeni kanun şerhi "avukat"ı oynamışlığım da var. lisede akad'ın yayı'nda danyal kadı'yı oynamak da kimilerince bir işaret olarak görüldüyse de benim işim olmayacağını biliyordum az çok.

    akademi konusunda diyeceğimi demiştim zaten. şükür...

    fakat esas diyeceğim şu idi: işini sevmek lafları falan uydurmadır, mevzuu sevdiğini iş olarak yapmak/yapabilmektir.

    peki bu mevzuya nereden geldik? paulo conte denizine açılmıştık yasaklasakdamısaklasak yutup'tan, oradan adriano celantano'ya geçtik. azzurro'yu seyrederken aklıma geldi işte. çok acayip işte...

    16 Ocak 2008

    homo academicus



    Laurentius de Voltolina,"Liber ethicorum des Henricus de Allemania"

    arkamda şehla, çarpık dişli, hiç durmadan konuşan bir akademisyencik; dombili ve çirkin suratlı arkadaşı. yüzlerini görene kadar sadece seslerinden 10 seneye kalmaz ne kadar "melun" hocalar olacaklarını anlamıştım. akıp giden pek güzel kitap tekmeyi yapıştırmak'ı bir türlü okutmadılar. sınav salonuna girmişmiş, gözetmen çocuk çık dışarı diye bağırmışmış, "fekat ben araştırma görevlisiyim" demişmiş, çocuk "ay pardon" demişmiş, dombili arkadaşı da veriyor coşkuyu "ay demek hala öğrenci gibi gözüküyorsun", hihihihihi, hohohohoho...

    sonra birine yer vermek için ayağa kalktığımda kalan yol boyunca, eminönü-sultanahmet arası, yüzlerine baktım. beni istemeyen akademiye sahiden şükredip, bunlardan birinin bir zaman sonra en "elegan" tavrıyla dükkandan içeri gireceğini, tezinde Tanrı kelamı varmış gibi ballandıra ballandıra anlatacağını, çok iyi hoca olduğunu hissettirmeye çalışacağını düşündüm. ulan ama işte ben sizi gördüm tramvayda. üstelik onlardan daha beterleriyle, daha da "hoca" olanlarıyla haftada bir-iki telefonda konuşuyorum...

    10 Ocak 2008

    dünya küçük



    İzlanda'ya ait Vestmannaeyjar takımadalarının en büyüğü Heimaey Adası'na yakın bir adacık. daha acayip olan, bu Heimaey'in vakti zamanında "Osmanlı korsanları" tarafından yağmalanmış, bir sürü Heimaeyli'nin Cezayir'e köle olarak götürülmüş olması.
    o kenarda görünen beyazlık ise bir ev. yani her şeyin birbiriyle ilgisi var ve yani bazen susarak da atlatmış oluyorsun işte...

    04 Ocak 2008

    "...
    i wish to weep
    but sorrow is
    stupid.
    i wish to believe
    but belief is a
    graveyard
    ..."

    02 Ocak 2008

    muhasebe


    peki, şudur:
    ilk altı ayı maddi anlamda iyiydi, çok iyi değildi ama iyiydi. bir türlü nihayetlenemeyen fener procesi kötü bir iş de olmadı üstelik. yarattığı fiziki yorgunluk ise fenaydı; mühim değil. fener işinin bittiği sonraki altı ay için bir tür kabus diyebiliriz; sürekli yazmam, sürekli çalışmam gerekti (yazı meselesi üzerine ayrıca yazmak gerek) zira. çok az uyudum, kendime o kadar da dikkat etmedim; az uyumayı, dikkat etmemeyi sürdürüyorum.

    maneviyatımız yılın başında iyiydi, yılın ortasını geçerken şahaneydi, yılın sonunda boktan bi haldeydi. sinir yıpranması, insana dair büyük hayal kırıklıkları... manevi yorgunluğumuz bakiye olarak duruyor. daha iyi olacağına dair büyük bir inancım yok, sadece "belki".

    büyük umutları, hayalleri geride bırakalı epey zaman oluyor zaten sadece biraz daha "iyi" bir adam olmayı becerebilirsek ("iyi adam ne ki" falan diye felsefi soruşturmalara pas atacak olan olursa, "herkesin iyisi kendine" derim. sevmiyorum bloglarda sayfalarca felsefik felsefik yazıları) 2008'de kendi adımıza kârdayız demektir. tabii sayısal loto'yu da bulursak, "durma" imkânlarımız artar ki ne güzel olur...
    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...