25 Aralık 2009

corvus... karga yani...

kargalara olan sevgimi hiç saklamadım. çok severim. favori üç kuşumun ilk sırasındadırlar zaten (ötekiler serçe, martı). üzerlerine okuyunca insanın daha da hayran olmaması işten değildir kargaya. sosyaldirler, kabile halinde yaşarlar, kendilerinden olana saldırılınca bir araya gelirler, kindardırlar, unutmazlar, hatırlar... üstelik hayvanlar aleminin gizli zekisidirler (la fontaine'in o denyo masalına inanmayın); alet edevat kullanma becerileri şempanzelerle yarışır.

haber şu:
"Fatih’teki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne 150 metre uzaklıktaki Hocaüveyz Mahallesi’nde, 10 günde 30’dan fazla karga ölüsü bulundu.

Karga ölülerinde saçma izlerine rastlanması mahallede tüfekli birinin sistemli olarak karga avladığı görüşünü güçlendirdi... Mahalleliye göre çoğunlukla Kocasinan Caddesi’ndeki Koca Korkut Otoparkı’nda bulunan ölü kargalar, çevrede oturan biri tarafından av tüfeği ya da saçma atan havalı tüfekle öldürülüyor... Hayvan haklarını savunan derneklere başvurduklarını belirten su bayii Arif Taşar, “Polisten yardım istedik ama bize kargaları öldürenin nereden ateş ettiğini ve eşgalini sordu. ‘Bilmiyoruz’ deyince de ‘Yapabileceğimiz bir şey yok’ dedi” diye konuştu."


o havalı tüfeği sıkan dallama kargaları tanımıyor burası kesin. zira şahsen onları tanımlamak gerekse şöyle derim: "karga, kendisine çarpan arabanın plakasını alan hayvandır." üstelik mitolojide derler ki, ruhları cehenneme götürme işi de onlarındır...

hasılı, karga kanını yerde bırakmaz. bunu bilir, bunu söylerim...

18 Aralık 2009

bedduadır



"annesine yaramazlık yaptığı için allah taş etmiş, tövbe etsin diye de ellerini dışarda bırakmış". eso'nun benimle yarı dalga geçmek yarı "anneye yaramazlık yapılmaz" demek için uydurduğu bu hikaye sıhhiye parkı'nda durur. o parktan ne zaman geçsem aklıma gelir, o heykeli ne zaman görsem aklıma gelir.

dün işçileri bu soğukta, yağmurda, çamurda "provokasyon olacak" diye suya döken, ellerindeki gazı böcek ilacı sıkar gibi insanların üstüne sıkan bilumum polis zevatının yerin dibine geçip mümkünse toprağın dışında da bir şeylerinin kalmamasını diliyorum. bunu tüm o suya dökülen, gazlanan adamların-kadınların ahlarıyla, okudukları belalarla diliyorum. bedduanın hepsine tutma ihtimali zayıf ama birisinde bile işe yarasa yeter.

metafizikten medet ummak bazen yersiz değildir...

11 Aralık 2009

batistuta'nın montu



ben daha PAF takımı oyuncusuyken, pek kıymetli Yiğiter abinin (ne muhterem bir insandır, var olsun) beni usul usul A takıma adapte ederken çıkardığı maçlardan birisiydi Gabriel Omer'in hikayesi. "şu yazıyı da fakslayayım bak, yazarken kullanırsın" dediği gün evden pederin büroya nasıl gittiğimi hâlâ hatırlarım (koskoca Yiğiter abi bana iş vermiş zira). o yazı, en severek yazdığım yazılardan birisi olarak durur (heyhat kopyası yok, bir sürü başka yazı gibi). zira o zaman da şimdi durduğum yerdeydim: sevdiğim, bağlandığım ne varsa hayatta ama şimdi ama sonra bir şekilde yazacağım (birçoğunu da becerdim, şükür. ama hala bir uludağ gazoz yazısı eksikliği hissederim mesela).

şimdi düşününce Fiorentina'yı mı önce sevmeye başladım Batistuta'yı mı emin olamıyorum. ama sanırım ikisi birbirini kuvvetlendirdi. Batistuta'nın futbolculuğuna zaten laf söyleyecek yoktur; Fiorentina'dan Roma'ya transfer olup eski takımına gol attıktan sonra ağlaması da gönül köşkümüzde yükseklerde bir yer bulması için yeter sebeptir (ki, takım küme düştüğü sezon Floransa'yı bırakmayışı apayrı bir hikaye zaten).



şansla mı demeli, kosmosun oyunuyla mı bilemem artık ama dünden beri, bir mont almak üzere dolanıp dururken bir anda karşıma çıkıveren Batistuta'nın kreasyonundan bir montum var. bu vesileyle kendisinin moda işine girdiğini öğrenmiş olduk. heyhat, hemen hiçbir yerde ayrıntı yok.

özetle, hayatta bir takım adamların-kadınların-şeylerin meftunu olmakta bir beis yok. benim bunlardan bir miktar var zaten. şimdi bir de Batistuta montum oldu ki (Türkiye'de buluvermek!), daha ne isterim. hele ki aldığım en güzel yeni yıl hediyelerinden biriyse...

02 Aralık 2009

elma



ilk elmamı ne zaman yedim hatırlamıyorum. ama bildiğim, ilkokul boyunca beslenme çantamda bir elmanın sürekli olduğu. severim elmayı. kırmızısını ama. beyazından hoşlanmam. kırmızısının da mayhoş olanına ayrı bir hissiyatım vardır, her zaman yeme arzusu taşımasam da.

dün, gecenin bir yarısı, ikimiz de kendi dünyamızda (ben filmde, o bilgisayar başında), İnanç'la elma yerken onun yiyişine, kendi yiyişime baktım. sonra düşündüm, en iyi elma yeme biçiminin kendiminki olduğunu her yerde, her koşulda savunabilirim (önce ortadan bir yuvarlak oluşturacak şekilde ısırıklar -dikkat, bu aşamada kesinlikle dik tutulmayacak elma, baş ve işaret parmakları arasında döndürülecek-, sonra dik konuma getirilerek önce alt tarafı sonra saplı kısmı yukarıdan aşağı dişlemek suretiyle yenilecek. son olarak tekrar döndürme pozisyonunda çekirdekli bölgeye ulaşılıncaya kadar kemirilecek, herhangi bir kırılmaya izin vermeden iskelet halinde bırakılacak) ama işte beri yandan İnanç'ın hiç de benim yediğim gibi yemediğini, iskelet oluşturmaya dikkat etmediğini, döndürerek yemediğini gördüm.

dün gece hiç ses etmeden seyrettim, ama bir daha denk gelince "sen nasıl yiyorsun bu elmayı" diye soracağım. o zaman, ilk önce "ne diyon sen ya" diyecek, ama bir yandan da düşünecek "nasıl yiyorum ben bu elmayı" diye. ben tabii öyle yenmeyeceğini söyleyeceğim. o tabii, "töbe töbeee, sen manyaksın" diyecek. ama elmayla kısa bir süre için de olsa farklı bir ilişki kurmuş olacak.

hasılı, "her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır" diyen atalar, milletin elma yiyişini gözlememişler herhalde. ben her durumda en iyi elma yeme şeklinin kendiminki olduğunu düşünüyorum. ama bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olduğunu çok daha önceden öğrenmiştim:

"Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir: Masanın üstündeki elmayı bir an olsun görebilmek için boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir de, elmayı alıp yanındaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü." - Kafka

23 Kasım 2009

"ferman devletin..."

katıldığım ilk öğrenci derneği toplantısı, saatlerce süren muhabbetler, "yaz çalışması", kitaplar, toplantılar, "koordinasyon", "dünya yerinden oynar meclisten adam çıksa", pankartlar, "hayal gücü engellenemez", fikirler, "soru işaretçiler", 6 Kasımlar, çatışmalar, "ferman devletin üniversiteler bizimdir", kavgalar, sloganlar, soğumalar, yeni gelenler, kopmalar...

o zamanlar ankara üniversitesi hukuk fakültesi'nin içindeki kantin, "küba" ve "miami" olarak ikiye ayrılmıştı. küba'da, namı diğer "iç kantin"de geçirdiğim zamana hiç yanmam. her türlü dumanaltı olmuşluğuna rağmen oradaki cevher, hayatın orada atışı çok başkaydı. iç kantin artık yok; biz okulu bitirdikten sonra önüne bir duvar örmüşler. yeni girenlerin o duvarın arkasındaki kocaman kantine dair hiçbir fikirleri de yok artık. ama sonuçta tarih denilen şey, bir delik bulup yeniden hayata sızıyor şükür.

16 Kasım 2009

bin o uçağa-3

rasim ozan kütahyalı diye bir insan var. sorsan "ne iş yapıyorsun" diye, "gazeteciyim" deme ihtimali yüksek. hani bir besim tibuk vardı, dediği bir sürü liberal şey içinde aklımda kalanı "ofsayt kalsın, kaleler büyüsün, gol olmuyor böyle, zevki çıkmıyor futbolun" diyen, onun "yunus"larındanmış vakti zamanında.

nereden çıktı, bu alemlere nasıl girdi bilmiyorum. çok da umrumda değil esasen. neticede bir el veren vardır. bizi andı herhalde, cem uzan ağzıyla diyeyim, "açın gençlerin önünü", amenna. ve fakat işte o gençler bu durumu yanlış anlarsa ne yapmalı? netekim gencimiz önünü açmış, hem de bir başka genç bünye helin avşar'a; parlak köşeci olarak fücudunun parlaklığını da göstermeye karar vermiş. (ilk gördüğümde başbakan gibi "fotoşok bu bea" dedim ama yok değilmiş, kanlı canlı rasim'le helin)


isteyen istediğine istediği yerini açsın. ama şahsen hayatta en korktuğum, tiksindiğim ikilinin bu adamın bünyesinde, derisinin altında bir yerlerde var olduğunu hissettiğimi de söylemeden geçmeyeyim: haddini bilmemek (bunun içi geniş geniş doldurulabilir), kafa karışıklığını müthiş fikri yumurtalar olarak ortaya sıçmak. "gençte acayip ışık var" diye üstüne atlayanlar ekürilerini bulmanın mutluluğu içinde gezinsinler (nitekim "reha"yı "ahmet"le barıştırmış, "ahmet"in tek dostu "nuray"mış zaten vs vs.) biz kendisinin malum uçağa binip ortadan kaybolmasını dileyelim. yanına helin avşar'ı alsın mı? alsa ne olur, almasa ne olur ki...


ps. "o yeee biz fotoğrafları çok merak ettik" diyorsanız hz. google'a "kütahyalı avşar" yazıverin bi zahmet. ya da biraz sabredin yakında bi gazete "galeriler" bölümüne alıverir.

bin o uçağa-1
bin o uçağa-2

09 Kasım 2009

Kitabi: 06.XI.2008 - 06.XI.2009


  • Cante Jondo Şiiri
  • Federico Garcia Lorca

  • Konuşmalar
  • Nazım Hikmet

  • Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun
  • Hatice Meryem

  • Ben Bir Gürgen Dalıyım
  • Hasan Ali Toptaş

  • Kaza
  • İsmail Kadare

  • Kirpinin Zarafeti
  • Muriel Barbery

  • Medeniyet Kaybı
  • Tanıl Bora

  • Komiser Memo
  • Dritëro Agolli

  • Sandık Odası
  • Sezgin Kaymaz

  • Uçtu Uçtu İtfaiye Arabası Uçtu
  • Maj Sjöwall-Per Wahlöö

  • Duman Olan Adam
  • Maj Sjöwall-Per Wahlöö

  • Maigret ve Muhbir
  • Georges Simenon

  • Kahramanlar ve Mezarlar
  • Ernesto Sabato

  • Son Mektup-Bir Aşk Hikâyesi
  • Andre Gorz

  • Atatürk'ten Anılar
  • Kazım Özalp-Teoman Özalp

  • Penelopia
  • Margaret Atwood

  • Ateş ve Kılıç
  • Henryk Sienkiewicz

  • Erken Kaybedenler
  • Emrah Serbes

  • the Loser
  • Fatos Kongoli

  • Çulsuzlar
  • Dan Kavanagh

  • 19
  • Cem Akaş

  • Germania
  • Tacitus

  • Marcos-Onurlu İsyankar
  • Ignacio Ramonet

  • İklimler
  • Andre Maurois

  • Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru
  • Heinrich Böll

  • İttihatçılar ve Arnavutlar
  • Bilgin Çelik

  • Neo-Liberalizm ve Sınıf
  • Chris Harman-Alex Callinicos

  • Düğün
  • İsmail Kadare

  • Said Nursi-Hayatı, Eserleri, Mesleği
  • Eşref Edib

  • Futbol Savaşı
  • Ryszard Kapuscinski

  • Kanaldaki Ev
  • Georges Simenon

  • Kosova'ya Üç Ağıt
  • İsmail Kadare

  • Hollanda'da Bir Cinayet
  • Georges Simenon

  • Beyaz Zenciler
  • Ingvar Ambjörnsen

  • Michael Kohlhaas
  • Heinrich von Kleist

  • Yanılsamalar Kitabı
  • Paul Auster

  • Amerigo
  • Stefan Zweig

  • İçimizdeki Şeytan
  • Sabahattin Ali

  • Napoleon
  • Thierry Lentz

  • Cahillikler Kitabı
  • John Lloyd-John Mitchinson

  • İpek
  • Alessandro Baricco

    - İpek
    - İçimizdeki Şeytan
    - Michael Kohlhaas
    - Kosova'ya Üç Ağıt
    - Futbol Savaşı
    - İklimler
    - Çulsuzlar
    - Erken Kaybedenler
    - Kirpinin Zarafeti

    13 Ekim 2009

    "fransa beni kabul edecek"


    "100 kişi olacak, 100 olay olacak o yüzdenin arkasında kaç yazıyorsa o kadarında bu olan olacak". yüzde hesabı bunun ötesinde ne ki? "topla oynama oranları yüzde 60'a 40" misal, sahaya 100 top atsan 60 tanesiyle bi takım 40'ıyla bi takım oynayacak; "ölüm oranı yüzde 46" misal, yüz kişiyi topla 46'sını öldür; "oy oranı yüzde 7.25" misal, aramızda gezen yüz kişiden 7.25'i o partiye oy vermiş...

    "açın türkiye'nin önünü", Genç Parti, 2002 genel seçimlerinde yüzde 7.25 oy almış (2.284.644 kişi), 2004 yerel seçimlerinde yüzde 2.57 oy almış (818.968 kişi), 2007 genel seçimlerinde yüzde 3.03 oy almış (1.062.352 kişi).

    darısı osman pamukoğlu'nun başına, öfke kontrolü için kendisine verilen kitap okuma cezası ağır gelmiş olacak ki, sosyolojik çalışmalara konu olacak kadar başarılı cem uzan'ın fransa'ya siyasi mülteci olarak yerleştiğini okuyoruz. beni bozmaz, fakat işte bu herife oy veren yüzdeler var ya, en azından okkalı bir "kolları kopsun"u sonuna kadar hakkediyorlar. beddualarım tutar, yakın zamanda yüz kişiden en az 2.57'sinin kollarını görememeye başlarsanız, korkmayın!

    08 Ekim 2009

    böyle başa böyle tarak


    "Ben ekonomi tahsili gördüm. Eskiden para ve finans yönetimi diye bir şey yoktu. Muhasebe vardı. Sadece muhasebeyle bu iş yürümez. İstediğiniz kadar muhasebede başarılı olun. O kurumu başarılı kılamazsınız. Başarı, paranın ve finansın yönetiminde.

    Bunu ben toprağı bol olsun Üzeyir Garih’ten de dinledim. Bir gün belediye başkanıyım, ziyaretime gelmişti, ve demişti ki; ‘Çok mağdur kaldık, şöyle oldu, böyle oldu tarih boyunca. çalıştık, çalıştık iki şeye karar verdik. İki şeyi başarmamız lazım. Bir, bilgiyi iyi yöneteceğiz, iyi bilim adamları yetiştireceğiz, iki, parayı iyi yöneteceğiz.’ Hakikaten bakıyorsunuz bilgide Yahudi ve Musevilerin çok ciddi keşifleri var. Bu icatları sebebiyle oturdukları yerden para basıyorlar.

    Telefonun geçmişine baktığımızda orada onu görüyorsunuz. Ampulde, enerjide onu görüyorsunuz. Onlar, durdukları yerde hâlâ bunun rantını almaya devam ediyor. Aynı şekilde iletişimde bunu başarmış. Hala rantını almaya devam ediyor.

    Parayı da tabii iyi yönetiyor. İstanbul’daki Yahudi vatandaşları şöyle bir inceleyin. Ben belediye başkanılığım dönemimde inceledim. Çoğu mülk sahibi olmazlar. En iyi yerlerde kiracı olurlar. Niye? Mülk sahibi olduğu zaman o para kayıptır. Ama parayı çalıştırdığı zaman en güzel yeri de kiralar, orada oturur.
    Kirasını öder. Ama para devamlı üretmeye devam eder. Onun hesabını da gayet iyi yapar.
    Ama bizler de yeri bulduğumuz zaman neyimiz var neyimiz yok hemen oraya veririz. Ticari hayatının içinde de hiç yer almayız. Bunların üzerinde ciddi manada durmak, iyi değerlendirmek ve gelecek nesillere bu sinyalleri bu kılavuzluğu, rehberliği hep birlikte yapmamız lazım.”


    IMF protestosu sırasında durumdan vazife çıkaran vatandaşın vatandaşı dövdüğü bir memleketin başbakanın "ulan capon yapmış", "şerefsizzler paranın ağğğmına koyuyorlar", "şöyle oturduğumuz yerden bi para kazanamadık ki" tadında açıklamalar yapması anormal değil tabii.

    ps.
    - şurada muhteremin ticaretle ilişkisine dair birtakım şeyler görülebilir.
    - şuradaki "alaydaki tek kantinin subayı oldu ve yeni kantinler açtı" lafı bütün meselenin özeti olarak da görülebilir.

    06 Ekim 2009

    eve dönen çoraplar


    teki kaybolmuş çorapların nereye gittiğine dair bir fikrim yok. fakat tek çorapları atmama gibi bir huyum var. bir gün eşlerinin bir yerden çıkacağına duyduğum inançtan ziyade fazla uzaklaşmış olamayacaklarını bilmemden kaynaklı.

    nitekim günlerrrr sonra, çıktıkları uzun yurtdışı seyahati tamamlayıp eve dönen ailenin haylaz çocukları misali ama çamaşırlığın en dibinden ama çekmecenin ücra köşelerinden ortaya çıkıp tekrar eşleşen çorapları giymek sadece verdiği muzafferane duyguyla değil, "yeni bir çift çorabım oldu" duygusu yarattığı için de güzel.

    yok, resimdeki çoraplar benim değil...

    28 Eylül 2009

    john cazale

    birisi gelse "john cazale hayranıyım" dese, "kim?" derim. "oyuncu yahu" dese, "ne oyuncusu?" derim. "büyük oyuncu, önemli oyuncu" dese, "hade len" derim. yapacağım budur.

    dünyanın aslında bizim farkında olmadığımız bir takım, tırnak içinde yazıyorum, "küçük" adamların sırtında güzelleştiğini anlamak için biraz merak gerekiyor herhalde. dün deer hunterın o sıkıcı ötesi 60 dakikasına ancak katlanıp yattığımda cazale'ye dair bildiğim sadece görüp durduğum suretiydi. oysa bugün, sadece beş film sürmüş kariyerinde oynadığı beş filmin de oscar adayı olduğunu (üçünün kazandığını); ölümünden 12 yıl sonra yayınlanan altıncısının da yine oscarlık olduğunu; meryl streep'in nişanlısı olduğunu; tam da deer hunter'ın çekimlerinden sonra kemik kanserinden öldüğünü; al pacino'nun kankası olduğunu biliyorum. kendimi daha iyi hissediyorum. böyle "küçük" şeyleri bilmenin hayatta pek bi boka yaramadığını ama en azından dünyanın seyri hakkında kafamda bir şeyler çaktırdığını düşünüp seviniyorum. john cazale'yi seviyorum.

    bu yazı resimsiz olmaz belki ama bilerek, isteyerek koymuyorum cazale'nin resmini. onun yerine murray abraham var. şahane salierimiz, "oscar alıp hala metroya binen ama tanınmayan tek oyuncu benim herhalde" derken onu da biraz daha sevmemizin kapısını ardına kadar açıyor.


    ps.
    * cazale'yi merak edenlere gitsin.

    16 Eylül 2009

    kanlı testere


    hukuk fakültesinin en şık yanlarından birisinin "adli tıp" dersi olduğunu düşünmem benim psikopatlığımdan kaynaklanabilir, itiraz etmem. lezyonlar, morluklar, izler, çürüme, kesici-delici alet yaraları, asfiksi, av tüfeğiyle dağıtılmış beyinler, barut izleri, köpürmüş akciğerler. hem teori hem renkli resimlerle pratik (hatta otopsiye girme imkanı da vardır da ben derse devam etmediğimden kaçırmıştım fırsatı. fakat sonradan Baturay'ın anlattığı "kafayı böyle testereyle kesiyorlar abi" sözleri o kadar da acayip gelmemişti). hasılı midesi dayanmayanın kaldırması zor bir derstir adli tıp ama hukukun soğukluğunun da ayrılmaz parçasıdır işte.

    "hukuk şudur budur" meselesine girmeyelim, zamanında giren girmiş:
    "...Ama bizim burjuva mülkiyeti kaldırma niyetimizi kendi burjuva özgürlük, kültür, hukuk, vb. anlayışlarınızın kıstasına vurduğunuz sürece, bizimle dalaşmayı bırakınız. Bizzat kendi düşünceleriniz, kendi burjuva üretim ve burjuva mülkiyet koşullarınızın ürününden başka bir şey değildir, nasıl ki, hukukunuz, sınıfınızın herkes için bir yasa haline getirilmiş iradesinden, esas karakteri ve doğrultusu sınıfınızın varlığının iktisadi koşulları tarafından belirlenen bir iradesinden başka bir şey değilse..."

    17 yaşındaki çocukların nasıl adam doğradıklarını ("bir bebekten bir katil yaratmak"), suyun arkasında ölülerinin peşinde koşanların mallarını yağmalamak için başka diyarlardan özel araba tutup yağmaya girişenleri her zaman konuşmak gerekir ama...

    31 Ağustos 2009

    tevellüt

    2000'de kaç yaşında olacağımı hesapladığım günlerin üzerinden epey bir zaman geçti. artık, "şu tarihte kaç olacağım" dediğim bir zaman yok. ve doğumgünleri için fiks sözüm vardır: "mevzu yaşın değil, yaşamın büyümesi".

    25 Ağustos 2009

    kürkçü

    aramaya inanabiliriz, aramaktan vazgeçebiliriz. ara verebiliriz, aralardan sıyrılabiliriz, aralıklı olarak yollara dikilebiliriz, aramız bozulabilir...

    "ara"nın çok anlamlılığı üzerinde durabiliriz. durmayalım, ara güler'in varlığına şükredip, fotoğraflarından birine bakıp, "dükkana döndük" diyelim...

    30 Temmuz 2009

    ruajta


    çanta mühim. 1986'nın bir eylül günü olmalı necatibey caddesi'ndeki moda çanta'ya gidişimiz (tarihsel kesinlik okula kayıt zamanından geliyor. peki hâlâ durur mu ki yerinde moda çanta?). o mu olsun, bu mu olsun derken, gri-lacivert bir okul çantası, aşağılarında bir yerde bir köpeğin üzerinde "my best friend" yazıyor. sonra bir müddet TRT'nin 23 nisan'da verdiği çantalardan da kullandım diye hatırlıyorum.

    belki de en sevdiğim çanta ama bir adidas'tı, mora çalan koyu lacivert, üzerinde muhtelif dillerde "orijinal" yazan. hangi şerefsizin yaptığını bugün hâlâ bilmem, üzerine atılmış üç-dört maket bıçağı izine rağmen yarenlik etti bana bir müddet. o izlerden usul usul tel tel açıldı gitti, o açıldıkça benim içim de acıdı. sonra zaten büyüdük, artistik puanımız arttı, çantaları fırlatıp koca dosyaların içine tıkıştırır olduk defteri kitabı. üniversitenin havası desen zaten kitabın elde taşınması, "bakın ben ne okuyorum"un gösterilmesi...

    kendisine yazık olan bir çanta varsa, eso'nun aldığı avukat çantası kılıklı çantadır. staja giderken kullandık bir müddet evet ama o çantanın hakkı o değildi. yine eso'nun esasen ufak tefek şeyler koymak için dizayn edilen, katlanıp ufacık hale de gelebilen -sanırım bir kozmetik firmasının hediyesi- çantası ilk zamanlarında istanbul kahrımızı yüklendi. dayanamayıp, patlamasına, parçalanmasına rağmen vazgeçmedim kendisinden. sonra ortaya çıkan da sağolsun epey yükümüzü taşıdı.

    çanta mühim. içine tıkıştırdıkların zamanla değişir, taşıyan beden zamanla değişir, taşıyan kafa zamanla değişir ama neticede içine tıkıştırdıkların çokça kendinsin. üstelik çantalar arasındaki kardeşlik bağı, üç-beş kendini bilmez dışında, sağlamdır; çünkü bir bayrak yarışının neferi olduklarını ucundan kıyısından bilir onlar. bayrağı arkasından gelene bırakan, önce upuzun bir nefes almaya çalışır, sonra uzaktan bayrağı verdiğini takip ederek içindeki boşluk duygusunu doldurmaya çalışır.

    çanta mühim olduğundan, yenisinin adı "ruajta": gece rüyaya girip kendi kendine ad koyduran pek fazla çanta olamayacağından, kendisine duygusal bağımız yüksek olduğundan.

    17 Temmuz 2009

    gösteri toplumu

    The spectacle presents itself as something enormously positive, indisputable and inaccessible. It says nothing more than “that which appears is good, that which is good appears". The attitude which it demands in principle is passive acceptance which in fact it already obtained by its manner of appearing without reply, by its monopoly of appearance.

    (gösteri, kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür der, başka bir şey demez. ilkesel olarak talep ettiği tutum bu edilgen kabulleniştir ve ortaya çıkışına karşılık verenin olmaması ve görünüş üzeründeki tekeli ile aslında zaten bunu elde etmiştir.)


    Guy Debord Gösteri Toplumu'nda bu kelamları ettiğinde sene 1967. üzerinden 42 sene geçmiş, gösteri almış yürümüş, artık damarlarımızda akar olmuş. neticede herkes yaptığını göstermek ister, bunu anlayabiliriz ucundan kıyısından: "bak şu yazdım, okusana", "bak şunu çaldım, dinlesene", "bak benden görüş istediler", "bak resmimi bastılar"... eyvallah. ama bir de bunu bir hayat tarzı haline getirmiş insan türü var; bilumum iletişim olanağında, bunun msn'i var, gtalk'ı var, facebook'u var, ıvırı var zıvırı var, "o işi de ben yaptım", "bugün de şuradayım", "oradan görüş istemeye geldiler, tersledim", "şu kanaldayım" tadında geziniyor (bu kadar açık göstermeye "yok artık" diyenler dolaylı olarak anlatıyorlar: "bilmem neye karşıyız. son yazımda da dediğim gibi yapmayın bunu.") hatta daha basılmamış kitabını cv'sine ekleyip "2010'da çıkacak" diyeni de gördük.

    ak kaşıklık yapacak halimiz yok, hele böyle durumlarda en tehlikelisidir, bu haltı ben de yiyorum herhalde zaman zaman. ama yine de onlardan ayrıldığım bir yerler vardır diye umuyorum. öyle olsun istiyorum, çok.

    09 Temmuz 2009

    Huang He / Serik Derya / Sarı Irmak


    "Sevgili Hildacık, Aleidacık, Camilo, Celia ve Ernesto

    Eğer bu mektubu okumanız gerekirse bu, sizlerin arasında olmadığımdan olacaktır. Beni zar zor hatırlayacaksınız, en küçükleriniz ise hiç hatırlamayacaktır. Babanız düşündüğü gibi hareket eden bir adamdı ve kesinlikle inançlarına bağlıydı.

    İyi bir devrimci olarak yetişin. Doğaya egemen olmayı olanak kılan tekniğe egemen olmak için çok çalışın. Devrimin önemli olduğunu ve bizlerin yalnız başımıza hiçbir değerimizin olmadığı hatırda tutun. Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir. Sizi ufaklıklar, hep görmeyi umuyor ve kocaman kucaklıyorum.

    Babanız"
    (Che Guevara'nın çocuklarına son mektubu)


    08 Temmuz 2009

    selim paşa

    milli güvenlik dersi denilen naneden aklımda kalanın "neden milli güvenlik dersi var? milli güvenlik dersi alan, sokakta yürürken gördüğü poşetlere tekme atmaz, poşetteki bombaysa bacağından, canından olmaz" diyen bodur, şişman emekli albay olması acayip değil tabii. zira tam da o bodur, şişman adam vesilesiyle ömrü hayatımda ilk defa operaya gitmiştim: sınavdan 100'ü al, opera biletini kap. "vayy bee" demiştik 4 kişi, "ne bonkör adam." o zaman 65 yaş üstüne operanın bedava olduğunu ancak biletlerin üstündeki damgadan bilecek kadar ilgiliydik.

    adama minnetim yok; fazla fazla 2 sene sonra kendim giderdim zaten. ama Mozart'a minnetim çoktur, biliyorum. sabah kalkar kalmaz aklımda dönüp durmaya başlamasını iyi bir gün işareti olarak kabul ederim.

    "Zu schön für unsere Ohren, und gewaltig viel Noten, lieber Mozart!"
    "Gerade so viel als nötig, Euer Majestät"

    25 Haziran 2009

    Gidelim Ernesto gibi...



    Tanışmıyorduk. Ama ben onu tanıyordum. Kaç defa gördüm ki onu: 1996 olmalı; ''öğrenci hareketi''nin havayı ve tabii çıtayı epeyce yükseltmeye başladığı zamanlar. Ankara Üniversitesi'nin Cebeci kampüsünde bir İnek Bayramı, sahnede 4-5 genç. O güne kadar hiç duymadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlar. Lazca olduğunu öğreniyorum: ''Bunlar da Zuğaşi Berepe''. Bayılıyorum. Arada vokal yapan birisine dikkat ediyorum ama ben daha çok. Gitarı tutuşuna, müzik yaparken ''kopuşuna''... ''Va Mişkunan'' albümünü alıyorum. Çok beğeniyorum. Lazca'yı çok seviyorum, albüm kartonetinden kendime basit bir sözlük Lazca-Türkçe sözlük hazırlamaya kadar götürüyorum işi. Laz değilim.

    1997 ya da 98 olmalı. Yine Cebeci. Bir bahar günü. Bir eylem sonrası. Ne eylemi, hatırlamıyorum. Bildiğim, ortadan kaybolan bir grup arkadaşı neden sonra o adamın gitarının etrafınında horona durmuşken bulmam. O neşeli hal, o güzel hal... Sonra art arda kaç defa dinlediğimi hiçbir zaman saymadığım ''Igzas'' albümü -ki kuşkusuz Murat Meriç çok daha iyi değerlendirecektir, lakin her bakımdan İgzas memleket sınırlarında son 10 sene içinde yapılmış en başarılı rock albümüdür kanımca-. Zuğaşi'yi nispeten erken bulmuş olmanın verdiği mutluluk. Lazca-Türkçe sözlüğüm genişliyor. Ama dağılmaları...

    Sonra yalnız başına ''Viya'', ''Hayde''. Sonra... Sonrası yok! Harbiye Açık Hava... Sık sık göğe bakıyorum, bir de yere. İstanbul'a gelmeden önce, ''Şu adama bir ulaşsam, onun yaptığı işlerden birine bir ufak taş koysam'' dediğim ''Dina'' sahnede duruyor. Bir tabutun içinde. ''Vidat'' diyor, sözlüğüme yazdığım ilk kelimedeki gibi, ''Ernesto steri'': Gidelim Ernesto gibi. ''Yıldızların çok olduğu bir göğün altına''. Cevabım yine onun şarkısıyla oluyor: ''Bir kara kuş ağlayi taş vurmiş kanadına / Ağlama kara kuşum düşmanun inadına''.

    Tanışmıyorduk. Ben onu tanıdığım için, müziğini dinlediğim için çok gururluyum. Bu genç adamın sunduğu müzikal zenginlik, gösterdiği ''adamlık'' için ona müteşekkirim. Memleket de olmalı...
    K.K.

    ps. word kayıtları yalan söylemez, Birgün için yazdığım bu yazıyı "27 Haziran 2005 Pazartesi 18:15:54"te bitirmiştim. o öldükten sonra aldığım siyah bilekliği koluma takmamın üstünden dört sene geçivermiş demek.

    baston

    insanevladı istediği kadar teknolojiye iman etsin, dans eden robotlar yapsın, haplarla beslensin, ışıktan insanın başının döndüğü koca koca kentlerdeki "akıllı" binalarda otursun, ne halta yaradığını anlamadığım g3 telefonlarıyla "sevdiklerine ulaşsın" sonunda varacağı yer işte gelip o bastona dayanmak.

    iki gündür "beni yaz beni yaz" diye kafamın içinde dönüp duran, tramvayda gördüğüm bastonuna dayanmış o en az 70'lik amca dia'dan aldığı webcam'i kurup kullanmaya başlamış mıdır acaba?

    > Josef Koudelka

    10 Haziran 2009

    absürd


    "hayat acımasız", "hayat zalim", "hayat zor" ve türevi laflar ne büyük manasızlık aslında. sanki "hayat" denilen şeyin bir tüzel kişiliği varmış gibi. ama işte öyle anlar geliyor ki, olup biten acayipliği, yaşanan tatsızlığı, yıkımı, öfkeyi, acıyı her ne ise işte artık, birine ihale etmen gerekiyor. "hayat" demenin verdiği konfor... izahat yaratmaya kapanan yollar... camus'nün "absürd"üne iman...

    işte birisi daldan aşağıya düşüveriyor anca arkasından bakabiliyorsun; "hayat" diyorsun, kafka'yı hatırlıyorsun: "ev halkını koruyan bir tanrıya inanmaktan daha mutluluk verici ne olabilir"... ama biliyorsun ki ne o tanrı var, ne "hayat" dediğin o şey. öyleyse hayata mı inanmayacaksın, tanrıya mı, dala mı, karıncalara mı?

    neticede zaman geçecek, hayatlar, tanrılar, dallar, karıncalar ona eşlik edecek... camus çoktan "dünyayı anlamak için olup biten karşısında ona sırtını dönmelisin" demiş bulunacak.

    08 Haziran 2009

    02.VI.

    "...
    i wish to weep
    but sorrow is
    stupid.
    i wish to believe
    but belief is a
    graveyard
    ..."

    27 Mayıs 2009

    "asil azmaz bal kokmaz"


    gecenin bir yarısı otururken hatırlamaya çalışıp aklına bir türlü gelmeyen laf, iki gün sonra o güzelim kahve serinliğindeyken geliveriyor; durduk yere, habersizce. sonra on yıllar önce kapadığın psikoloji kitaplarında öğrenmeyle, zihinle ilgili kuramları tekrar ediyorsun: gestalt, davranışçılık, psikoanalitik, rogers, maslow, wundt, freud...

    neticede günün birinde fişin çekilecek işte, kafanın içindekiler kafanda; dışına çıkardıkların arkanda kalacak. ama her durumda asil azmayacak, bal kokmayacak...

    14 Mayıs 2009

    "horoz"lanmak



    "peki basklılar?" dediğimizde bir katalan olan juan efendi, işaret parmağını şakağına dayayıp yuvarlaklar yaparak "onlar uzaylıdır" demişti. uzaylı ya da değil, nasıl ki italya'da fiorentina'ysa olayımız, ispanya'da barça değil athletic bilbao'dur. hayatta hiçbir şeyin olmayacaksa bir duruşun, bir tavrın olacak işte.

    bilbao ilk golü attığında biraderle havaya zıplamamızın boşa gideceği zaten maçın 20. dakikasından sonra belliydi. fakat mevzuu, yedikleri gollerden sonra bile "athletic athletic"ten vazgeçmemeleri, sahada ezim ezim ezilirken bile "athletic athletic"ten vazgeçmemeleri, barcelonalılar kupayı kaldırırken bile "athletic athletic"ten vazgeçmemeleridir.


    joseba etxeberria, "horoz", futboldan biraz anlayanların takımlarında görmek isteyecekleri türden oyunculardandır. tekniğini şusunu busunu bir yana koyalım, ispanya milli takımı formasını 53 defa giymiş, 12 de gol çakmış bir adam. ispanya milli takımı'nda en fazla forma giyen futbolcu falan değil ama kaptanlığını da yaptığı "bask ülkesi milli takımı"nın en fazla milli olan oyuncusu (11)! gelen transfer tekliflerini reddede reddede, 14 yıldır 18 yaşında kapısından girdiği takımda. maçtan sonra ağlaması kupaya bunca yaklaşmış bir takımın oyuncusu olarak finalde kaybedince normal tabii. ama işin içinde bu adamın sezon başındaki "bu takım bana o kadar çok şey verdi ki, seneye para almadan oynayıp futbolu bırakacağım" lafları da olunca... hayatta hiçbir şeyin olmayacaksa bir duruşun, bir tavrın olacak işte...

    bu maçtan yaklaşık 1 saat önce memleketimizin kupa finali de vardı. seyretmedim. sadece sonunda kazanan takımın kulüp başkanının kupanın kulbundan tutma çabasını gördüm, "höh" dedim...

    06 Mayıs 2009

    mare nostrum




    Deniz Gezmiş 6 Mayıs 1972'de idam edildi. 25 yaşındaydı.
    Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972'de idam edildi. 25 yaşındaydı.
    Yusuf Aslan 6 Mayıs 1972'de idam edildi. 23 yaşındaydı.

    30 Nisan 2009

    kitab-ül esrar


    eski kitaplar sadece kendi yüklerini değil, kapağına, içine eli değmiş kim varsa onların yüklerini de sırtlanıyor. kaderlerinde yüklendikleri o koca ağırlıkla bir kenara atılmak olanların -belki hepsindeki değil ama çoğundaki- asalet şundan: üstlerine yapışan her toz zerresiyle daha da ağırlaşırken bir çift gözün, bir ince elin, kıllı, kalın bir parmağın ya da kafada çakacak bir anlık şimşeğin görüş mesafesine tekrar girebilmek için kendilerini yırtmazlar. zaten kitabı yırtan çoğu zaman bir başkasıdır, kitabı yırtan her zaman zamandır.

    yeni kitabı kim sevmez ama bizzat eski kitapların hayatlarına, mazilerine, görüp geçirdiklerine göstermek gereken saygıdan onlara en azından iyi niyetle yaklaşmak, hiç değilse tozlarına üflemek iyi harekettir. alınan kitaba tarih atmak daha da şık; hem onlar hem kitabı alanlar unutmasın diye nereden gelip nereye gitmekte olduklarını.

    23 Nisan 2009

    iki uğur



    Galatasaray-Neuchatel Xamax maçını hatırlar mısınız? Hani Galatasaray’ın İsviçre’de 3-0 kaybettiği, rövanşta, İstanbul’da 5-0 kazandığı maç. Ki o maçı; Galatasaray’ın sahiden “yapacağız” diye sahaya çıkmasıyla, maç esnasında ve sonrasında gelişen olaylarıyla, Levent Özçelik’in “ağlamak istiyorum”lu anlatımıyla, Türk futbolunun Avrupa’ya karşı ezikliğini atmaya başladığı maç olarak görmek, Türk futbolunda bir dönüm noktası olarak kabul etmek çok da yanlış olmasa gerek. O maçta üç golü Tanju’nun, iki golü de Uğur Tütüneker’in attığı da hatırlardadır. O zamana yetişemeyenlere dahi mutlaka anlatılmıştır Neuchatel maçı; Uğur’un, Tanju’nun golleri öyle ya da böyle televizyonlarda mutlaka görülmüştür.
    ***

    Takım sevgisini göstermenin yollarından biridir doğan çocuğa, tuttuğunuz takımın bir oyuncusunun ismini vermek. Nice çocuk babalarının, dedelerinin, amcalarının, ağabeylerinin, hatta annelerinin bir futbolcuya olan sevgilerinden almıştır isimlerini. Nice Metin’ler, nice Can’lar, Tanju’lar, Feyyaz’lar, Ogün’ler, Hakan’lar. Uğur’lar da…

    ***

    Uğur Tütüneker, orta saha da oynuyordu. 9 Kasım 1988’de Ali Sami Yen Stadyumu’nda iki gol atmıştı. Unutulmaz oldu. Adı çocuklara verildi. Halihazırda 2.lig A Kategorisi’nde mücadele eden İstanbul Büyükşehir Belediyespor’un teknik direktörü.

    ***
    Uğur Kaymaz, adını Uğur Tütüneker’den almıştı. Amcası anlatıyor: “Babası koyu Fenerliydi. O yüzden Rıdvan koymak istedi adını. Biz koyu Galatasaraylıyız. Uğur olsun dedik. Babam dedi ki, ‘Uğur güzeldir. Hanemize uğur getirsin adıyla’”. Orta sahada oynuyordu. 21 Kasım 2004’te Dicle İlköğretim Okulu’nun bahçesinde hiç gol atamadı. İki direğin, yani muhtemelen iki taşın arasından geçirememiş topu. Ama çok güzel oynamıştı. Arkadaşı Fettan’la kutladı gol sevinçlerini. Dört gol yemişlerdi ama beş gol atmışlardı. Kazandılar maçı. Sonrası… Yok. Uğur sırtından vuruldu. Tamamı arkadan giren kurşunlar, yukarıdan aşağıya doğru, düzgün bir biçimde sıralanmıştı. Halihazırda Kızıltepe Atatürk Mahallesi’nde bulunan mezarlıkta.

    ***

    Güldal Kızıldemir’in, Pazar ve Pazartesi günü çıkan Uğur haberlerinden beri, onları okuduğumdan beri bir sürü şey manasız geliyor. Yazı yazmak, futbol, umuda sahip olmak… Manalı gelen ender bir iki şeyden en baskını öfke. En çok da şuna öfkem sanırım: Uğur Kaymaz’ın adı unutulup gidecek! Hiç kandırmayalım kendimizi. Burası Türkiye çünkü. Bunu çok daha net öğretti bana bu olay.

    16 yıl önce iki gol atan Uğur Tütüneker, tarihe düşülmüş bir kayıt olarak orada duracak. Bir dönüm noktası sayılır çünkü. Dursun, ne güzel. Ama toplamda o yaşa ulaşamamış Uğur, “bir infaz daha” olarak anılacak. Bir zaman sonra, yine bir avuç insandan başka kimse adını anmaz olacak. Tersi olur mu dersiniz? Hiç kandırmayalım kendimizi; burası bir dönüm noktası falan kabul edilmez. Burası Türkiye çünkü…
    K.K.



    ps. bu yazıyı 08.12.04'te Birgün'e yazmışım. bilgisayarın derinliklerinden tam da 23 nisan olduğu için mi karşıma çıkıverdi, bilemedim...

    08 Nisan 2009

    bin o uçağa-2


    malum uçağı ne zamandır kaldırmak aklımda da unutuyorum. ama yolculardan birisi de pelin batu olsun diyorum.

    ben bilmiyorum, bu kızın tam olarak ne iş yaptığını bilen var mı? oyuncu mudur, şair midir, tarih kumkuması mı, model mi misal, kendini kültür işlerine adamış bir büyük düşünür mü, çevre gönüllüsü mü, yurtta peace cihanda peace aktivisti mi, mozart'la-atatürk'le ruh çağırma ortamlarında konuştuğuna göre aşmış bir medyum mu? kafa karışıklığı, kavram karmaşası yığını mı? olayı nedir, ne değildir?

    en son hadise'nin kıçını sallamasından rahatsız olduğunu beyan etmiş, öpüşme-sevişme sahnesinde oynadı diye pornocu muamelesi gördüğünden yakınmış. iyi de yavrucum o zaman o televizyonlarda içine giydiğin jartiyeri gösterme, erkek dergilerinde liseli kız tadında boy verme hallerin nelerdir? sen küvetin içine girip edebiyat uğruna soyununca estetik de, hadise memleketimize eurovision birinciliği gururunu yaşatmak için kıçını feda edince mi tukaka?

    oturup uzun uzun "şusu da böyle", "busu da öyle" falan demeye gerek yok, adorno demiş diyeceğini vakti zamanında: "yanlış bir hayat doğru yaşanmaz."


    ps. bir de bakışları nedense bana türkan şoray'ı hatırlatıyor; boş. (türkan şoray'ın gözlerini, bakışlarını sevenleri de anlamam zaten. atıf yılmaz'ın anısıdır yanılmıyorsam: "kız nasıl güzel bakıyor duygusal sahneleri çekerken, milletin içi eriyor. fakat sonra anladım ki, kola şişesine bakışı da aynı, sevdiklerine bakışı da.")

    07 Nisan 2009

    baykal nire angara nire...


    baykal'a mesafemiz belli fakat bunu görmezden gelmeyelim, adam obama kişisine ahmet hamdi tanpınar, sait faik hediye ediyor. ben sadece bunu yazıp geçip gidecekken, aklıma buraya baykal gölü fotoğrafı koymak geliyor. baykal gölü etrafında gezinirken içine dalıveriyorum; dünyadaki içme suyunun yakalaşık %20'sinin orada olduğunu, dünyanın en yaşlı gölü olduğunu, en derin göl olduğunu, derinliğinin 15 kilometreye yaklaştığını öğreniyorum. derken karşıma "angara nehri" çıkıveriyor, "haydaaa" diyorum, "sibirya'nın göbeğinde bir angara varmış".

    dünya küçük mü demeli, hayat ne acayip mi, bilgi akışkan mı? peki şimdi resim ne olmalı? ahmet hamdi mi, angara nehri baykal'dan çıkarken mi? ikincisini tercih ettim... "Anqara çayı haqqında əfsanə"yı da spesiyalite olarak eklemeye karar verdim:

    "Qədim dövrlərdə qüdrətli Baykal şən və xeyirxah idi. O, öz yeganə qızı Anqaranı çox sevirdi. Dünyada ondan gözəli yox idi. Gündüzlər o səmadan daha parlaq, gecələr isə buludlardan daha tutqun olardı. Anqaranın yanından keçən hər kəs onun gözəlliyinə heyran olar, onu vəsf edərdi. Hətta köçəri quşlar, durnalar, leyləklər, qazlar da alçaqdan uçaraq ona tamaşa edər, lakin onun sularına nadir hallarda enərdilər.

    Qoca Baykal öz qızını göz bəbəyi kimi qoruyurdu. Bir dəfə Baykal yuxuya getdikdən sonra Anqara gənc Yeniseyin yanına qaçdı. Yuxudan oyanan Baykal öz sularını titrətdi. Şiddətli fırtına qopdu, dağlar nərildədi, meşələr silkələndi, göy üzü kədərdən qaraldı, heyvanlar qorxu içində qaçışdılar, balıqlar suyun dərinliklərinə endilər, quşlar günəşə doğru uçuşdular. Qüdrətli Baykal dağdan bir qaya qoparıb uzaqlaşan qızına tərəf tulladı. Qaya gözəl Anqaranın düz boğazının üstünə düşdü. Mavigözlü Anqara yalvarışlı səslə dedi:

    - Ata, mən susuzluqdan yanıram, məni bağışla, heç olmasa bir damcı su ver.

    Baykal qəzəblə çığırdı:

    - Mən yalnız öz göz yaşlarımı verə bilərəm!

    Min illərdir ki, Anqara Yeniseyə doğru göz yaşı axıdır. Qoca və tənha Baykal isə qaraqabaq və qəzəblidir. Baykalın öz qızına tərəf atdığı qayanı isə insanlar Şaman daşı adlandırırlar."

    03 Nisan 2009

    merkezi sistem


    o zamanlar kombi falan yok. "herkes ne yakarsa onu verir" üzerinden yürümüyor işler; apartman aidatı denilen şeyin sahici bir manası var. kaloriferin yanması için kışın başında kömür kamyonu geliyor, kömür deposunun önünde damperini kaldırıyor, kıyıda köşede kalan kömür kürekle deponun içine dolduruluyor. tam da bu yüzden belki oralarda koşup oynayanın elinde, dizinde, pantolonunda, tişörtünde siyahlığın olması kaçınılmaz oluyor.

    daha geçen yatakta yatmış bir yandan kaloriferden gelen sesleri dinleyip -evet kaloriferden ses gelir, "çıt çıt çıt" ya da benzeri bir şekilde- bir yandan o doğduğum evi düşünürken ciğerim Bülent'in oranın beş apartman altına -ama karşı tarafta, numarası tek olduğuna göre- taşındığını öğrendim; "hoşdere caddesi halit ziya sokak 16/5".

    insanın küçüklüğünün ne mühim şey olduğunu kavradım artık. kim bilir belki kedilerin küçüklüklerinde öğrendiklerinin de vardır bir hikmeti; pıt'ın kulağına her gün "pıt pıt pıt" diye fısıldamasaydım, kafasını okşamasaydım yataktan çağırınca koşup gelir miydi yanıma?

    31 Mart 2009

    amores perros

    inarritu'nun daha sonra sürekli aynı filmi çekiyormuş gibi olmasını bir yana bırakalım, "amores perros" kesinlikle seyrettiğim en nefis filmler içinde yer alır. control machete'in ely guerra'yla söylediği "de perros amores" de "bir müzik bir filme bu kadar mı yakışır" dediğimiz bir parçadır. nitekim filmin fragmanında da onu kullanmış vakti zamanında.

    neden sonra aklıma geldi, bir yerlerden buldum indirdim, bir zamandır da dinleyip duruyorum. yıllar önce kaybettiğim bir arkadaşı bulmuş gibiyim.

    26 Mart 2009

    muhsin ne demek?

    bedrettin cömert kim biliyor musunuz? bilin.

    piyangotepe'nin nerede olduğunu? bilin.

    "abdullah" serbest kalmazsa patlatılacak 150 bombadan birinin konduğu demirtepe köprüsünü herkes bilmez ankaralılar bilir belki de, ama abdullah'ın kim olduğunu bilin.

    2 Temmuz 1993'te ne olmuştu hatırlarsınız diye umalım ama ondan çok önce 4 Eylül 1978'de ne olmuştu onu da bilin.

    muhsin'in ne demek olduğunu öğrenmek için sözlüğe bakarsınız ama eliniz değmişken şunu da okuyuverin.

    19 Mart 2009

    ferfecir

    sana ne hissettiriyor, ne duyuyorsun, ne anlıyorsun... üstelik tam tersi sorulara verilecek yanıtlar da (ne hissettirmiyor, ne duymuyorsun, ne anlamıyorsun...) yine aradığımız şeyin ne olduğuna dair bir şeyler söylemeye muktedir. ki dikkat, bu, ters sorudan da aradığına ulaşmak, her zaman/her konuda mümkün değildir.

    müzik meselesi derin elbette ama ne kadar zaman sonra dinlediğim metin-kemal kahraman'ın ferfecir'i sadece "bir yudum insan"dan başka şeyler de uyandırıyor içimde burası kesin.

    11 Mart 2009

    12, 18, 23, 36, 43, 45


    50-55 milyon gibi bir rakam var hayatımızda bir süredir. süper loto'nun bu hafta 6'yı bilen olursa vereceği para bu. para bizi bozar mı, bozmaz mı tartışmasına girebiliriz de gerek yok; para çıkarsa konuşuruz onu. ama çıkarsa zaten planımız, programımız belli az çok.

    elemanın biri geçen haftaki çekiliş için "numaraları veriyorum alın" demiş, sahiden de onlar çıkmış ama oynamamış ya kuponu, ben de o hesap bu haftanın numaralarını veriyorum işte. para çıkarsa bölüşelim diye...

    06 Mart 2009

    tiksinti

    bu memleketin çoğunluğunun bazı insanlarına, ucundan kıyısından da olsa bir şekliyle senden olanlara, sana yaptıklarını kat'a unutmamak, hep hatırlamak, o tezgahların içinde olanları kayıttan düşmek gerektiğini; uzlaşmaydı, hoşgörüydü, sevgiydi, empatiydi, acımaydı, entellikti, boktu püsürdü hepsini bir yana bırakmak gerektiğini; bize yapılanları asla unutmamak gerektiğini unutmamak gerek. unuttuğun zamanlarda ahmet kaya dinleyeceksin!

    04 Mart 2009

    "bayrakları göndere çeken çocuklar..."

    bindiğim arabalar içinde en çok mitsubishi galant'ın ('88 falan olmalı) iki koltuğunun arasına oturmayı sevdim ben; iki bacağımı iki koltuğun arasına sokup çoğu zaman kafamı direksiyondaki pederimin koltuğuna yaslayıp yolu seyrederdim. en çok gece yolda olmayı severdim o arabayla; arada sırada karşıdan gelen arabaların farları, hep arabanın altında kayboluşlarını seyrettiğim asfalt çizgileri, uzaklardan görülen şehirlerin, köylerin ışıkları, "şuraya şu kadar kilometre var" diyen levhalar... koyu yeşil bir arabaydı.

    halbuki babam o kadar sevmez ahmet kaya'yı ama o arabada ahmet kaya'nın "iyimser bir gül: adı bahtiyar" kaseti çok çaldı. pek severdim, hala da en iyi albümüdür diyebilirim gönül rahatlığıyla. "kardelenler açınca" -o zaman adını bilmezdim- başlayınca çok acayip hissederdim kendimi. o girişteki şiir hiçbir yere gitmedi aklımdan bunca zamandır ("bayrakları göndere çeken çocuklar" deyişi, "bir gelin parmağıyla deşer rahmini" deyişi, "satarsın ulan satarsınnn" deyişi). şarkının kendisi de ayrıca şahanedir zaten. şiir orhan kotan'ınmış, şarkının sözleri yusuf hayaloğlu'nun, müzik ahmet kaya. özel bir ilgim olduğu söylenemez hayaloğlu'na ama işte öldü ya, bu da bir nevi o yeşil mitsubishi galant'a, o küçükken geçtiğimiz yollara saygı duruşu olsun.


    24 Şubat 2009

    "and the winner is..."


    radyobemba benim için bittiğinden beri "haftanın filmleri" diye de bir seriye başlayayım diyorum bir türlü girişemiyorum. bari şu oscar'ı vesile edip, ayağımı suya sokayım belki o seriye de başlarız.

    en iyi filmden başlayalım tabii. soru basit: slumdog millionaire sahiden bu kadar çok oscar alacak kapasitede bir film midir? cevap veriyorum: hayır. çok iyi bir fikir evet, fakat işlemesi o kadar da iyi değil. yani şu bu kanalda eğlencelik niyetine seyrettiğimiz filmlerden çok mu farkı var, karşısında milk ya da reader dururken? saçma bir aşk muhabbeti üzerine oryantalist soslar.

    kadına erkeğe sözümüz yok: winslet da penn de sevdiğimiz, beğendiğimiz ablalar abiler. yardımcı kadına da bi şey demeyeyim cruz ablayı seyretmedik. ama yardımcı erkek için çok net şekilde "benim jokerim jack nicholson'dan başkası olamaz" derim ("sen hiç donuk ay ışığında şeytanla raksettin mi?" deyişi ilk duyduğum andan itibaren ). ölüye saygı başka bir şey ama philip seymour abinin hakkını yemeyin ulen. yönetmen de milk'le van sant'ın hakkıdır zaten bence.

    10 Şubat 2009

    las meninas


    resimden anlamam; çizemem, o zaten ayrı ama böyle bir resme uzun uzun bakıp iç geçirenlere karşı imrenmeyle "ya bi gidin" demek noktaları arasında bir yerde dururum. resimden anlamam ama evet, benim de güzel dediğim, etraflıca baktığım bir sürü tablo var. misal monet'yi pek severim. caravaggio'yu, dürer'i, bruegel'i, klimt'i...

    fakat, en azından şimdiye kadar, hiçbir resim karşısında bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi. "çaresiz" kelimesini seçmem boşa değil; zira ilk gördüğümde "ulan bu resimde bi acayiplik var ama nedir?" diye az düşündüm, başka işlerle uğraştım tekrar resme döndüm, bu sefer uzun düşündüm, başka işlerle uğraşıp tekrar resme döndüm, bu sefer tam düşündüm, sağa sola da baktım gördüm ki sahiden de bir başyapıtmış kendisi (uzun uzun nedenlerini yazacak değilim, girin netten bakın). bir türlü algılayamamanın yarattığı "leziz" bir çaresizlikten söz ediyorum yani. insanın bir türlü içinden çıkaramadığı acayip bir duygudan. güzel bir şeyden.

    velazquez, neredeyse 350 yıl önce ölmüş, "las meninas"ı yapalı da neredeyse bir o kadar. ama işte onca zaman sonra, bir kişiye bile böyle "çaresiz" hissettirebiliyor. "sanatın gücü" gibi bir klişeye bağlamak istemezdim mevzuyu ama bazen tam da klişeden başka söyleyecek laf kalmadığından kıymet daha da artabilir.

    03 Şubat 2009

    van minut, ekscüz mi...


    "romantik isyankar" eline kronometreyi almış, gerekli ölçümleri yapmış ama daha esaslı bir şeye de temas etmiş: bizim kofti kahramanın kahramanlığını en azından o ilk anda sadece bizim anladığımızı söylüyor.

    cinsiyetçilik tartışmasını bir kenara koyalım, adına "delikanlılık" denilen şeye anlam biçenlerdenim ben şahsen. hatta bunun bir hayat tarzı, dünya görüşü olduğunu da iddia edebilirim. fakat başka bir sürü şeyde olduğu gibi bunda da asıl olan, senin o kalıba girmenden ziyade, onun bir kalıp olarak senin üstüne oturup oturmamasıdır. bunu da ancak hayattaki hal ve gidişin belirler zaten. sonuna kadar kovalanan artistliklere manalı da olsa manasız da gönlümüz açık ama artistlik yapıp ondan sonra "benim sözüm moderatöreydi" falan demeyeceksin tabii. ya da ne bileyim, "gazze'de çocuklar ölüyor" diye feryat ederken kendi memleketinin boşaltılan, yakılan köylerinde ölen çocukları, daha 12 yaşındayken vücutlarına 13 kurşun giren çocukları unutmayacaksın. yoksa zaten üzerinde anca anca delikanlı olmayı çok arzulayan lümpen bir mahalle bıçkınına yakışacak kadar duran artistlik de delikanlılık da silinir gider.

    haaa, tabii mevzu şu, memleketimiz artık delikanlılığın başka türde kodlandığı bir yerdir, memleketimiz artık at izinin it izine karıştığı bir yerdir. tam o yüzden işte koyun-keçi-abdurrahman çelebi denkleminin gayet geçerli olduğu bir yerdir; o da ayrı...

    şükür, eso'nun meşhur sözü hep kulağımda büyüdüm ben: "kıçına güvenmiyorsan borazancı olmayacaksın." en azından artistliğimin kaynağını, kıçımın ölçüsünü biliyorum. allah olmayana da versin tabii...

    26 Ocak 2009

    hayırlı cuma

    pazartesi sendromu denilen şeyle işim olmaz, demiştim. ters açıdan bakınca bir de "cuma manyaklığı" var tabii: "ayyy, cuma geldi, hafta sonu başlıyor, tatil, coşalım, eğlenelim..."

    ben bunu esasen İstanbul'da gördüm, bizim Angara'da böyle şeyler bilmezdim. bilmezdim derken, şükür, "öğrendim, ben de cuma manyağıyım" demiyorum. zaten koşturmayı sevmem, parti insanı değilim, özel özel "canlı müzik dinlemek" denilen şeyden nasıl bir zevk alınacağına dair pek fikrim yok (netekim konser de sevmem: maksat iyi müzik dinlemekse vatandaş onun kendince ennn iyi halini albümünde zaten yapmış, konserde yapacağı ekstra şey gitar solosunu uzatmak, üç-beş ses oyunu yapmak başka ne olacak. heee ama deniyorsa ki, "nasıl şarkı söylediğini görmeye gidiyoruz" ona eyvallah.)...

    "biz meyhane insanı olalı çok olmuş" tespitini yapalı epey oluyor. zira söz dinlemek isterim ben karşımdakinden. sesi sonuna kadar açık müzikle, sallanıp durmak pek gitmez bana. fakat tabii meyhanede de fasılı, vatandaşın kafasının üstünde gezinip duran klarnetçileri, darbukacıları, kemancıları hiç sevmem, dövesim gelir. (bir de hayatta en anlaşamadığım meslek grubu garsonlardır. çoğu zaman onları da dövesim gelir.)

    ama başka bir şekilde evet, cuma manyağı oldum: bitmesin o cumalar, cumartesiler, seyredilen filmler, yenilen abur cuburlar, şunlar bunlar isteyen bir kişiyim artık. hiçbir şikayetim yok...

    20 Ocak 2009

    la luz




    sana büyü yapılmış olmasından korkmayacaksın. zira büyünün tutması için itikat şarttır. büyü tuttuysa, itikadın var demektir ki ferah ferah "acayibül ala" diyebilirsin.

    05 Ocak 2009

    bin o uçağa-1


    hazzetmediğim bir sürü insan var hayatta. normal olarak. yalan yok, bir zamandır bunların mümkünse topluca bir uçak kazasında falan ortadan kaybolmasını da diliyorum. hiç öyle insani duygulara falan sahip değilim. o listeyi sonra açıklarım ama o uçakta mutlaka olsun dediğim adamlardan birisi hakkı devrim.

    bu adam nasıl oldu bir anda bir medya gurusu haline geldi birisi bana izah etsin. televizyonda konuştukça hohoho, hihihi gülenler "tonton dede"lerinin sıcaklığında, hoş sohbetinde eğlenirken bunu düşünmüyorlar elbette ama bilhassa yazılarında gündelik hayattaki faşizmi yeniden yeniden üretip duruyor bu herif. işte birtakım eblehler de "aman güzel türkçemizin bekçisi", "aman ne tatlı bir ihtiyar" diye övüp duruyorlar kendisini.

    ben bunları çok zamandır düşünürdüm zaten de, geçen radikal'e yazdığı yazı tam demek istediğime denk düştü.

    kürtçe trt hikayesinden bahsediyor, ne kadar memnun olduğundan söz ediyor falan filan. sonra bir eski anısını anlatıyor:

    "....Çünkü efendim, davet sahibi Kürt köyünde Türkçe bilen, yani muhtarlığa aday olabilecek bir Allahın kulu yokmuş.
    Hocam, ki o da Kürt kökenli ve ünlü bir ailenin evladıydı, sordu bana o zaman:
    – Sence Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt politikası nedir?
    – Asimilasyon değil mi Hocam, dedim?
    – Anlamını da söyle o zaman!
    – Asimilasyon! Yani «Kendine benzetme, bir tutma, sindirme, kendi içinde eritme, özümseme, kendine mal etme...» değil mi Hocam?
    – Tamam! Bir sualim de şu sana: ahalisi arasında Türkçe de bilir tek fert bulunmayan köyler olduğuna göre, Cumhuriyet’in 40’ıncı yılında asimilasyon politikası hedefine ulaşmıştır, diyebilir miyiz?
    – Diyemeyiz Hocam, dedim utanarak, üzülerek.
    Onunki de öfke değil, bir teessüfün ifadesiydi zaten.
    Cumhuriyet’in 40’ıncı yılında hoca-talebe birlikte dert edindiğimiz hatadan kurtuluşun ilk adımını, o günden bir 46 yıl daha sonra nihayet attık, diye seviniyorum. Bunu bana çok görmeyin!..."

    tonton faşist, kürtleri asimile edemediğine 40 yıldır üzülürmüş, utanırmış yani! altına da "Ve Dil Yâresi köşemde artık «Kürtçe dostları» başlığını da kullanabilir miyim, diye düşündüm. Bunun için bana, Türkçe’yi de, Kürtçe’yi de iyi bilen bir gönüllü yardımcı lazım." diyerek ama "ayyy ne kadar demokrat bir adam yaaa" da dedirtiyor bize. (o linke tıklayın, yorumlara bakın hele)

    ulan diyorum, ben mi yanlış değerlendiriyorum bir sürü hikayeyi ama biliyorum ki gündelik hayatta böyle çaktırmadan yapılan faşizm her bakımdan en tehlikelisidir aslında. zira kurda kuzu teslim etmekten farkı yoktur.

    hasılı o uçakta hakkı devrim mutlaka olmalıdır, yanında okan bayülgen'le birlikte tabii...

    hesap kitap


    2008 hesap defterini açalım:

    çalışmaklar, az uyumaklar, kendime pek dikkat etmemekler, yazmaklar baki. büyük iş Antalya'da Spor ve Antalyaspor projesi tabii; fena bir şey yapmadık, en azından altından kalktık. ferah ferah diyebilirim ki, daha iyisi yapılana kadar en iyisi budur. omuzdaki bursit ve dahi tendinit meselesi ("omuzum ağrıyor" yerine böyle deyince daha karizmatik oluyor!) durup duruyor ki sanırım artık onunla yaşamayı da öğrendim. bir zamanlar övündüğümüz, "ben sigara içmem gitanes içerim, cigar içerim, puro içerim"cilik bitti, bildiğin sigara içiyorum artık. biraz daha fazla su içiyorum ama evet.

    bir zamandır kaybettiğim bir şeyi becerebilme, bir şeye yoğunlaşabilme hissiyatını yeniden kazanır gibi oldum; daha önce hiçbir ilişkim olmayan, ilişkim olacağı aklımdan bile geçmeyen bir dil üzerinden hem de: arnavutça konuşuyorum demek saçma tabii de en azından bazı kelimeleri anlayabiliyorum. mesudum.

    maneviyat; bir takım yalpalamalara rağmen sağlam, şükür.

    2009'dan hayalim, umudum falan yok. haybeye saçmalamaya gerek yok.

    2008 hedefi, "daha iyi bir adam olmayı becerebilmek"i becerebildiğimiz şüpheli. öyleyse bu seneye de koymakta beis yoktur (hoş, bunu becerdiğimi nasıl anlayacaksam. sabit hedef haline getirmek en iyisi herhalde). loto hedefi de dursun, ki 2008'de bir kere 4 bulduğumuzu da eklemek isterim.
    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...