02 Temmuz 2010

onu seviyoruz

bu yazıyı Trabzonspor dergisinin son sayısı için yazmıştım. şöyle bir diyaloğunu görünce yazıyı buraya koymaya da karar verdim:

"muhabir vuvuzelayı gösterip hocam hiçbi şey yok içinde dedi... Şenol Güneş: 'Olmaz mı? Bağımsızlık var özgürlük var onun için çalıyorlar...'

Şenol Güneş'i seviyoruz işte, nedensiz de değil...

----
ONU SEVİYORUZ…

Trabzonspor, Fenerbahçe’yi 3-1 yenerek Türkiye Kupası’nı sekizinci defa müzesine götürürken gollerden birinden sonra Şenol Güneş’in sevinci dikkatinizi çekti mi?: Dünya Kupası günlerinden de hatırlıyoruz; kollarını havaya kaldırıp, adeta bir çocuk gibi yerinde zıplaması alameti farikalarındandır zaten. O sevincin içinde onu neden sevdiğimize dair bir sürü anlam da yüklü aslında...

Şenol Güneş, bu toprakların yetiştirdiği en büyük kalecilerden birisi, burası tartışılmaz. Trabzonspor’un “fırtına” olduğu dönemlerde altı şampiyonluk yaşayan takımın kaptanlığını yapması bir yana, 1978-79 sezonunda üst üste on iki maç gol yemeyerek halen kırılamayan lig rekorunu kırmıştı (Güneş’in rekoru dakika olarak 1.112 dakikaya denk düşüyor!). Teknik direktörlük kariyeri ise, ulaştığı başarılara bakınca kendisinin yanına yaklaşamayacak isimler tarafından hep tartışıldı. Şenol Hoca bunlarla muhatap olmadan sadece “işini yapmaya çalışan adam” modelinin de güzide bir örneğidir. Şahsen, Kore macerasının biraz da bundan kaynaklandığını düşünenlerdenim. İçinde debelenip durduğunuz şeyi manasız bir bataklık haline getirenlerden kaçma arzusu hepimizde biraz yok mu?

Nitekim benzer bir yolculuğu vakti zamanında, Arsenal öncesi Monaco’dan Japonya’ya giden Arsene Wenger de yapmıştı. Wenger’in Uzakdoğu deneyimi için söyledikleri şöyle: “Japonya deneyiminin bana epey yardımı oldu. Her şeyden önce baskıdan biraz kurtuluyorsunuz. Avrupa’da Japonya’ya göre çok daha agresif bir ortam var. Onlar olmadan yaşamayacağınıza inandığınız şeylerle araya mesafe koymak da yararlı oldu. Uzaklık, hayatınızda iyi bir ara sağlıyor. Bu, her şeyden biraz uzaklaşıp sonra geri dönmek gibi bir şey. Oradaki tekniği kopyalamaktan daha önemlisinin kendi deneyiminiz olduğuna inanıyorum. Japonlarda, içsel olarak her şeyi iyi yapma arzusu var, ki bu büyük bir güç. Avrupa’dan dışarı çıktığınızda, bazen başka bir dünyada olduğunuzu hissediyorsunuz. Dolayısıyla düşündüğünüz şeyle araya mesafe koymak hayati.”

Şenol Hoca da farklı bir şey söylemiyor aslında: “Gurbette olduğunuz için ailenizi, yakın dostlarınızı hatta bazen buradaki sıkıntıları bile özlüyorsunuz. Burada yolda yürürken mesela bir gerginlik hissediyorsunuz. Orada futbolda bizim kadar fanatizm yok. Sahaya çıkıyorsunuz, maçınızı yapıyorsunuz o kadar. Huzursuzluk yok. Dolayısıyla mutluydum orada. Kore’ye gitmekle hem dinlendim hem de çalıştım.”

İşte bu “dinlenirken çalışma” halinin, memleketteki arı kovanından kaçıp Kore’ye gitmesinin kendisine gayet iyi geldiğini açıkça gördük takımın başına tekrar geçtiğinden beri: Uzakdoğu macerası Şenol Hoca için, “akil adam” rolü yapmadan, tam da memlekette en çok ihtiyacımız şey olan “akil adam” sıfatının içini daha da doldurmasına vesile olmuş gibi gözüküyor. Maçlardan önce-sonra yaptığı açıklamalar, oyuncularıyla, taraftarlarla kurduğu ilişki, toplumsal hayata duyarlılığı hepsi bir puzzle’ın parçaları gibi yerli yerine oturuyor artık. Ve biliyoruz ki, Türkiye’de futbol kültürü bir yerlere gelecekse bunda Jack London’ın “Martin Eden”ını pek seven, Kazım Koyuncu’nun cenazesinde yer alan, Hrant Dink’in ailesine taziye ziyareti yapan, rakiplerine kin-öfke-intikam duygusu biriktirmeyen Şenol Hoca’nın çok önemli payı olacak.

Hasılı, tekrar edelim, Şenol Hoca’nın belki de gözlerden kaçan sevincinin içinde onu neden sevdiğimize dair bir sürü anlam yüklü. Onu kendilerine benzetmeye çalışanlara inat çocuksu sevincini muhafaza etmesi, hayata karşı duruşunu sürdürmesi, düne değil bugüne bakması,aslında bir öğretmen olmasına rağmen “ders almam, ders veririm” noktasına asla gelmemesi, ihtirasın uçurumlarına yuvarlanmadan durabilmesi onu “başka türlü bir adam” yapmıyor mu?

Onu seviyoruz… Tekniği, taktiği, karizmayı, içi boş hamaseti, kazanılan başarıları, kaybedilen maçları her şeyi bir yana koyalım. Onu seviyoruz… Bu kadar basit. Bu kadar yalın. Çünkü futbolumuzun, futbol kültürümüzün onda gördüğümüz “sahiciliğe” ihtiyacı var.

Bu kadar basit. Bu kadar yalın aslında…

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...