22 Aralık 2014

Bir Büyük(!) Devlet Adamı...

Muhalifleri hapishanelere doldurdu, kimini ortadan kaybetti, hatta kimini akıl hastanesine kapattırdı.

İnsan hakları diye bir şeye aldırmıyordu, uluslararası kuruluşlar tarafından hep eleştirildi.  

Operayı, baleyi “gereksiz” bulup, “milli kültüre yabancı, uygun değil” diye yasakladı: “Bale bizim kanımızda yok. Baleden anlamıyorum, ne işime yarar ki?”

Televizyonlarda, düğünlerde, konserlerde, her türlü etkinlikte “playback” yapmayı, yani sanatçıların önceden kaydedilmiş eserleri söylüyormuş gibi yapmasını yasakladı. Çünkü bu durum gerçek kültüre, milletin müzikal değerlerine zarar veriyordu: “Maalesef televizyonlarda sesi çıkmayan yaşlı şarkıcıların eski şarkılarını söylerken dudaklarını oynattıklarını, şarkı söyler gibi yaptıklarını görüyoruz. Playback yapıp yeteneklerinizi öldürmeyin… yeni kültürümüzü yaratın.”

Geçirdiği bir kalp ameliyatından sonra sigarayı bıraktı, hemen ardından da tüm ülkede sigaraya karşı amansız bir savaş başlattı. 

Çoğu zaman boş kalsa da yaklaşık 10.000 kişi alabilen, dünyanın en büyük kubbeli camisi sayılan, 91 metrelik minareleri olan, Orta Asya'nın en büyük camisini inşa ettirdi. Yaklaşık 100 milyon dolara…

Ülkenin sıcak olmasına falan bakmadan buzdan bir saray yaptırmaya karar verdi: “Şöyle buzdan bir saray yapsak, içine 1.000 kişi sığsa. Böylece çocuklarımız kayak yapmayı öğrenir. İçine de kafeler, lokantalar kurarız.”

İhalelerden pay aldığı, yurt dışındaki bankalarda milyonlarca dolarlık bir serveti olduğu söyleniyordu.  

Birçok defa ülkesine demokrasi getireceğini, demokrasi yolundan geri dönüş olmayacağını söylerken “Ebedi Cumhurbaşkanı” seçildi; her seferinde baskı biraz daha arttı, örneğin internet erişimine sıkı kontrol uygulandı, internet kafeler yasaklandı…

***

Tüm bu icraatlar, projeler, laflar size birilerini hatırlattı mı bilemem ama ben Saparmurat Atayeviç Niyazov’dan söz ediyorum. Adından hemen çıkaramayanlar, kendi kendine verdiği ve dünyanın onu bildiği ismi söyleyince hemen tanıyacaktır: "Türkmenbaşı". Yazının konusunun Türkmenbaşı olmasının nedeni ölüm yıldönümü vesilesiyle bu büyük(!) devlet adamını tekrar anmak. Zira 21 Aralık 2006’da ölünceye kadar Türkmenistan’ın "milli irade"sini tek başına temsil ederken; her yerde, her şeyde ismi varken (hatta bir meteorda bile) şimdilerde usul usul tarihten siliniyor gibi gözüküyor!


Niyazov’dan sonraki cumhurbaşkanı Kurbankulu Berdimuhammedov, ki Türkmenbaşı’nın en yakınındaki isimlerden biriydi, göreve geldiğinden beri eski devlet başkanının izlerinin ortadan kalktığı biliniyor. Mesela Niyazov’un kafasına göre değiştirdiği takvimdeki ayların ve günlerin isimleri (Ocak ayına lakabı "Türkmenbaşı" ismini vermişti. Sadece Nisan ayı değil, “ekmek” kelimesi de annesinin ismini almıştı) (link) eski haline çevrildi; adeta ülkenin anayasası haline gelen, Kuran’dan sonra ikinci kutsal kitap muamelesi gören, üç kez okuyanın direkt cennete gideceği söylenen yazdığı kitap Ruhname’nin okullarda zorunlu olarak okutulmasına son verildi (link); eğitim sistemi tekrar düzenlendi (link); altındaki oynar kaidesi sayesinde sürekli güneşe bakan, altın kaplı heykeli kaldırıldı (link) vesaire vesaire…  (Tabii bu arada Berdimuhammedov’un yani "Arkadağ"ın (link) indirdiği Niyazov resimlerinin yerine kendisininkileri astırdığını eklemeden geçmeyelim.) (link)

***

Niyazov, 1985’te Türkmen Komünist Partisi başına geçip lideri olduğu Türkmenistan’ı 2006’ya kadar tek başına yönetti. Orta Asya’daki (ve aslında dünyadaki) en kapalı, en baskıcı rejimlerden birini kurdu. İlmek ilmek ördüğü "lider kültü" kendisini ülkesinin mutlak hâkimi yaptı. Hatta bir ara başbakanlık sözcüsünün "Bence O üçüncü milenyumda Türkmen halkına gönderilmiş bir peygamber. İlahi güçlere sahip olduğu konusunda hiçbir kuşku duymuyorum" laflarıyla peygamber bile ilan edildi! (link)

Ne var ki, ölümünden sonra “deli bir diktatördü”, “Niyazov’un çılgınlıkları”, “Türkmenbaşı’nın komiklikleri” diye anılmaktan öte pek bir iz bırakamamış durumda tarihe. Oysa ülkesine zararı muhtelif saçmalıklarının katbekat üstünde oldu: Demokrasi, insan hakları bakımından sakatlanmış, çağdaş dünyanın epey gerisine düşmüş bir ülke bıraktı geride.

Dünya tarihi biraz da böyle değil midir ama? Mutlak gücün peşinden sürüklenirken kendi megalomanilerinin içinde kaybolanlar çılgın projeleriyle tarihin çöp sepetini boylayıp giderler. Olansa hep geride kalanlara olur. Zira bu tip insanların toplumlarında yarattıkları yarılmalar, kopuşlar, yıkımlar öyle bir iki günde tamir edilemeyecek kadar derin olur. Niyazov’un ölümünden hemen sonra bir Türkmen gazetecinin dedikleri bu yüzden çok önemli: “Problem her şeyi mahvetmiş, harap etmiş olması. Etrafındaki her şeyi ve herkesi berbat etti, bozdu. Tıpkı tepedekiler gibi sıradan insanlar da artık hiç ama hiç kimseye güvenmiyorlar.” (link) Tam da bu yüzden –halihazırdaki maçlar yanında– "sonraki maçlara" da iyi hazırlanmak şart. Yoksa işte Niyazov dün vardı, bugün yok...



Not: Niyazov’un icraatlarına birçok yerden rahatlıkla ulaşmak mümkün. Yine de bu yazıda da kullandığım kimi internet sitelerinin linklerini topluca vereyim. Vaktiniz olup bakarsanız, hem bu yazıda yer vermediğim icraatlarını öğrenir hem de bu büyük devlet adamını daha yakından tanımış olursunuz. Hatta belki biraz eğlenirsiniz de, tabii ülkenin insanlarının yaşadıklarını da unutmadan:   

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5652945&tarih=2006-12-21
http://www.milliyet.com.tr/2006/12/21/son/sondun04.asp
http://www.theguardian.com/world/2006/dec/21/1
http://caravanistan.com/places/kipchak-mosque-ashgabat/
http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/4177622.stm
https://www.neweurasia.net/culture-and-history/the-return-of-opera-theatre/
http://www.commersant.com/p620638/Turkmenbashi_Votes_Against_Himself/
http://www.badassoftheweek.com/niyazov.html
http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/6199021.stm
http://www.zeit.de/2007/01/_Allmaechtiger_
http://www.funtrivia.com/en/subtopics/Turkmenbashi-Crazy-Dictator-of-Absurdistan-280411.html
http://www.youtube.com/watch?v=KNJS2-Zv-Tc 

 ps: Birikim-Haftalık, 20.12.2014 

12 Aralık 2014

8 bavulla Polonya'ya, 11 bavulla Bologna'ya...

takip edebildiğimiz kadarıyla Prandelli, Galatasaray'dan ayrıldıktan sonra memleketine hemen dönmedi; uzunca sayılabilecek bir süre İstanbul'da kalmaya devam etti. yeni değil, hem İtalya'daki takımımız Fiorentina'dan hem milli takımdan takip ediyorum Prandelli'yi; insanlığını da, teknik direktörlüğünü de beğendiğim bir sır değil. dolayısıyla kendisiyle ilgili bir tür algıda seçicilik yaşadığım doğrudur.

hal böyleyken "Prandelli Türkiye'den ayrılıyor" haberleriyle tabii ki özel olarak ilgilendim. twitter'dan gördüğüm ilk haberde "ülkesi yerine Polonya'ya gitti" diyordu. "Polonya mı?" dedim haliyle, "ne alaka?" ama  olabilir tabii, neden olmasın... sonra üç dört yerde daha Prandelli-Polonya haberini gördüm; hatta koskoca haber kanalı CNNTürk haberin başlığı bile yapmıştı: "Prandelli 8 bavulla İstanbul'dan Polonya'ya gitti!." kendileri de biraz acayip bulmuş durumu herhalde ki, başlığın sonuna bir ünlem koymuşlardı.

derken, başka bir yerde "İtalyan teknik adam, 8 bavulla ülkesinin Bologna şehrine uçtu" haberini görünce kontrol etme ihtiyacı hissettim tabii: gerçekten de bazı haber siteleri ve kanallar da Prandelli'nin Bologna'ya gittiğini yazıyor, söylüyordu!


 
ben şahsen duruma ayıldığımı düşünüyorum; yazdığım senaryo şu:

adam gerçekten Bologna'ya gidiyordu fakat "ne alaka" demeyen bir muhabir, -hatta kötü niyetli olayım mı?- belki de Bologna diye bir kentin varlığından haberi olmayan bir muhabir, Bologna'yı Polonya anlayıp "haaa, Polonya demek" diyerek oturup haberi yazıyor. bu haberi karşısında bulan editör, spor müdürü, site sorumlusu artık kimse, "ne alaka" demiyor, "yayınla gitsin" diyor. artık bir sürü internet sitesi, haber kanalı, gazete kopyala-yapıştır habercilik yaptığı için de Prandelli, Bologna yerine Polonya'ya gidiyor. hadi selametle!

(bir de Prandelli giderken 8 bavulu mu vardı, 11 bavulu mu vardı meselesi var: Polonya'ya giderken 8, Bologna'ya giderken 11 bavulu varmış! "Polonya'ya 8 bavulla gitti" ve "Bologna'ya 11 bavulla gitti"  haberlerinin aynı sitede/gazetede çıkmasına ne denebilir, bilemiyorum tabii artık ben ama anlaşılan "3 el çantası"nı da bavul sayanlar 11, onları saymayanlar 8 diyor!)
  
spor medyasının hali işte bu; memleket medyasının genel halini zaten biliyoruz, şüphesiz ondan başka bir yerde değil. üstelik bu, belki de basit bir örnek sayılır. ve fakat işini doğru dürüst yapmamanın, habere ve okura saygı duymamanın, hatta nispeten cehaletin açık bir örneğidir.

durumun vehameti bu ve benzeri hataların tek bir haber sitesiyle, gazeteyle kalmamasında. zira bu örnekte gördüğümüz gibi, kopyala-yapıştırcılığı şiar edinmiş bir sürü yer aynı hatayı tekrarlayarak haberin tamamen yanlış olmasına vesile oluyor ne yazık ki.

uzun lafın kısası, hemen her durumda doğru haberin ne olduğunu anlamak için çoğu zaman ciddi biçimde çabalamak gerekiyor memleketimizde, bunu akıldan hiç çıkarmamak gerek....
  
her ihtimale karşı not: Prandelli, gerçekten Polonya'ya da gitmiş olabilir. ama o zaman da Bologna nereden çıktı?

08 Aralık 2014

Prandelli ve Büyük Resme (ya da Hukuka) Bakmak

Bu, bir futbol yazısı sayılmaz ama futbolla ilginiz yoksa bile bir zamandır Galatasaray’ın geçtiğimiz günlerde işine son verdiği İtalyan teknik direktör Cesare Prandelli’nin tazminatı var mı yok mu, Galatasaray’dan ne kadar para alacak meselesinin çokça konuşulduğunu görmüşsünüzdür, duymuşsunuzdur. Adeta milletçe Prandelli’ye karşı Galatasaray’ın yanında kenetlendik. Çünkü adam hem başarısız olmuştu  (güya) hem de kovulduğu için para (yani sözleşmesinde yer alan alacaklarını) istiyordu. “Ayıp”tı, “yuh”tu, “yazık”tı, “çüş”tü: “Prandelli işi yokuşa sürüyor”dan (link), “Utanmasa tapuyu isteyecek”e (link) uzanan bir yelpazede İtalyan’ın ne kadar paragöz olduğunu iyice sindirdik içimize! 

Sorular çok ama basit aslında: Sadece hakkını arayan biri için böyle ileri geri konuşabilmek hakkını nereden alıyor insanlar, “utanmasa”lı falan başlıklar atabilmek gücünü nereden alıyor bu medya? Herhangi bir şirketin bir çalışanıyla girdiği hukuki olduğu çok açık bir anlaşmazlıkta hukukun yanında saf tutmak neden bu kadar zor oluyor? Futbol örneğinden devam edecek olursak, Prandelli haksız, paragöz, peki. Ama Del Bosque’sinden Tigana’sına, Aragones’inden Gerets’ine hepsi mi öyleydi? Bu yabancılar hep mi sadece para peşinde? Peki yabancılara karşı girişilen dayanışma duygusu bir Türkiyeli teknik direktör, futbolcu kovulunca, onu bırakın, zaten alması gereken alacaklarını alamayınca neden gösterilmiyor? Türkiyeliler hukuk diye bir şeyin bu memlekette pek geçerliliği kalmadığını artık iyice biliyor zaten diye mi, yoksa adını koyalım, açıkça bir yabancı düşmanlığının yansıması mı bunlar? Neden evlerine ekmek götüremeyecek durumdaki futbol emekçileri için (Türkiye'de alacaklarını alamayan onlarca futbolcu, teknik adam olduğunu biliyoruz) “Bilmem ne kulübü utanmasa bedava oynayın, çalıştırın diyecek” başlığı atılmıyor mesela?

Bu, bir futbol yazısı sayılmaz. O yüzden memleket futbolunun içinde bulunduğu bataktan söz etmeyelim. Ve lakin memleketin içinde bulunduğu genel ahlâki yozlaşmadan, çürümeden, hukuksuzluktan söz edebiliriz. Tam da bu yüzden madencilerin ölümü, inşaat işçilerinin ölümü, işçilerin, çocukların ölümü çok da dert edilmiyor sanki. Zira ülkemizi kalkındırma yolunda şirketlerimizi, kulüplerimizi, inşaat sektörümüzü, hükümetimizi hukukla bağlayacak değiliz elbette! Cumhurbaşkanımız “adalet istiyorum, adalet” diye bağırıp hukuksuz Galataport ihalesinin durdurulmasını kast ederken mesela ya da esnaf, gerektiğinde adaleti sağlayan hâkim olarak görülürken örneğin (link) veya başbakanın başdanışmanı hukukun sınırlarının dışına çıkılmasını “meşru” görürken örneğin (link), hep ülkemizin çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşması için uğraşmıyorlar mı?!

Bu, bir futbol yazısı sayılmaz. Ama en basit hukuki örnek üzerinden gidecek olursak Prandelli’nin, Galatasaray’la iş akdi imzaladığını; sözleşmeyi yaparken şartların konuşulduğunu; bunların üzerine karşılıklı anlaşıldığını; ilgili maddelerde fesih halinde neler olacağının düzenlendiğinin varsayıldığını tahmin edebiliriz. Galatasaraylı yöneticilerin bunları çok iyi bildiğini de kabul edebiliriz ki, Prandelli’yi gönderme baskıları başladığında “Ooo, sözleşmeyi bir görseniz” minvalli açıklamalar yaptılar (link). Peki tüm bunlara rağmen bunca yaygara neden? Daha önceki örneklerde gördüğümüz gibi, elindeki sözleşmeye dayanarak hakkını arayan bir yabancının hakkını illa ki FIFA gibi dışarıdan bir kurumun vermesi mi gerekiyor? Neden, "Bu sözleşmeler imzalanırken aklınız neredeydi, böyle sözleşmeler imzalayanlar cezasını da sonuna kadar çekmeli" demektense bir tür yabancı düşmanlığıyla bezeli laflar ediliyor? Neden işler hukuka bırakılmıyor da "biz-onlar" karşıtlığına sapılıyor, takımın başına yeni gelen Türkiyeli teknik direktörün hiç para konuşmadığına dair içi boş laflar üretiliyor? (link)


Bu, bir futbol yazısı sayılmaz. Ama Türkiye’de sadece hakkını arayanlara karşı (hele de yabancıysalar) bakışın bir yansımasını ele almaya çalışan, hukuktansa hamasetin nasıl geçer akçe olduğunu anlatmaya çalışan bir yazı sayılabilir. “Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler… Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakmak bir seçme edimidir…” der John Berger, Görme Biçimleri’nde. Her zaman da böyledir bu. Prandelli-Galatasaray meselesine işte biraz da böyle bakmayı deneyemez miyiz? Ben şahsen her durumda boş zamanında hayat arkadaşıyla İstanbul Modern’i gezen, oradaki tablolara bakarak hayatına bir anlam katmaya çalışan bir emekçinin yanında duracağımı biliyorum…

ps: Birikim-Haftalık, 06.12.2014

25 Kasım 2014

Kitabi: 06.XI.2013 - 06.XI.2014

    ------------------------------------------------------

* Moliere Efendi 
* Kitapları Fazla Seven Adam
* Yalnız Seni Arıyorum-Nahit Hanım'a Mektuplar
* Sıfırdan Başlamak
* Belki Bir Gün Uçarız

Çikolatanın tadını bilmeyenler...

“Çikolata stokları bitebilir, çikolata kıtlığı yolda” haberlerini görmüş olmalısınız: Kakao üretimi talebi karşılamaya yetmiyormuş, 2020'den itibaren üretim açığı giderek artacakmış (link). En büyük kakao üreticileri Fildişi Sahili ve Gana başta olmak üzere Batı Afrika'da görülen kuraklık; özellikle Çin ve Hindistan’da giderek artan talep; Ebola salgını; kakao ağaçlarında görülen hastalıklar başlıca sebepler arasında sayılıyor. Hatta bazı uzmanlar, kakaonun yerine geçebilecek nebati yağların veya muhtelif kimyasalların kullanılmaya başlayabileceğini söylüyorlar. Çok dertliyiz, çikolatamız bitiyor…
Çikolata bitmesin tabii, insanlığın mutluluk kaynaklarından biri olduğu söylenir. Fakat çikolata kalmayacak diye dertlenirken dünyada çikolatanın tadını bilmeyenler olduğunu, bunların önemli bir kısmının bizzat kakao üreticileri arasında olduğunu da düşünelim mi?
Kanadalı araştırmacı gazeteci Carol Off’un Acı Çikolata isimli kitabı 2008’de yayımlanmıştı (link). Genelde her nefis kitabın başına geleni yaşadı, hak ettiği ilgiyi görmedi. Oysa Off, çikolatanın sosyal tarihini anlatıyor; çikolata pazarının görünmeyenlerini çarpıcı bir gerçeklikle aktarıyordu. Önde gelen kakao üreticisi ülkelerde yaptığı söyleşilerle; sektörün lider şirketlerinin ne pahasına olursa olsun çıkarlarını korumak için yapıp ettiklerini sergilemesiyle; hayallerindeki bisiklete ulaşmak için kakao tarlalarında köle durumuna düşen çocukları anlatmasıyla; insan kaçakçılığına ve gerçekleri yazdıkları için ortadan kaldırılan gazetecilere değinmesiyle usta işi bir çalışmaydı.
Off’un kitabında Fildişi Sahili’nde daha önce hiç çikolata görmemiş kakao üreticisi bir köyde yaşayanlarla yaptığı bir görüşme de yer alıyordu. Mealen aktarayım:
- Burada topladığınız kakaoları ne yaparsınız?
- Bilmem ne limanına göndeririz, oradan da Amerika’ya, Avrupa’ya gidiyormuş.
- E, onlar ne yapıyormuş ki kakaoyla?
- Bilmiyoruz ki.
- Çikolata yapıyorlar. Peki hiç çikolata yiyen var mı aranızda?
Sadece birisi, köyden bir çıktığında tatmış: “Güzeldi.”
Off, izaha devam ediyor: “Sizin gönderdiğiniz kakaolardan yapılan çikolatalar, bizim oralarda 500 Batı Afrika frankına (1 Kanada doları ediyormuş yaklaşık) satılıyor.”
Bunu duyan köylüler şaşırıp kalıyor tabii: “O para bizim burada bir çocuğun üç günlük yevmiyesi. O kadar para verilip kakaodan yapılmış şey alınır mı yahu? O paraya tavuk falan alırız biz!”
Off’un söyleşisinin benzerinin 2014’te yapılmışı da gösteriyor ki, aradan geçen onca zamanda değişen hiçbir şey yok: Hollanda’dan bir haberci Fildişi Sahili’ne gidip, onlarca yıldır kakao üreten ama çikolatanın ne olduğunu bilmeyen, kakaoyla ne yapıldığını bilmeyen bir adama ilk kez çikolatayı tattırıyor (link). Adamın surat ifadesi… Sonra o adam, çikolatayı arkadaşlarına götürüyor onların da tatması için. “Mmm, tatlıymış”… Onların surat ifadesi… (link) “Beyazlar işte bu yüzden o kadar sağlıklı!...” Bir paket çikolata 2 euroyken, çikolatayı ilk kez tadan Alfonse  günde 7 euro kazanıyor. Ne var ki, bu 7 euroyla ailesinden 15 kişinin ve 4 işçinin geçimini sağlamakla yükümlü!

Fildişi Sahili ve Gana, kakao üretiminin yaklaşık %70’ini karşılıyor. Ortalama bir kakao işçisi günde 1-2 dolar gibi ücretlerle hayatını idame ettirmeye çalışıyor.  Batı Afrika’da 2 milyona yakın çocuğun son derece güç ve sağlıksız koşullarda kakao tarlalarında çalıştırıldığı rapor ediliyor: Sabah 6’da çalışmaya başlayıp ağaçlara tırmanıyorlar, ellerindeki “machete”lerle kakaoyu dalından kesiyorlar -tabii kendilerini kesmezlerse-, boylarını aşan çuvalları taşımak zorunda kalıyorlar, dayağa ve şiddete maruz kalıyorlar, insan kaçakçılarının kurbanı oluyorlar, birçoğu okula gitmiyor ve tabii çikolatanın tadını bilmiyorlar! “Bu dünya, belki de bir başka gezegenin cehennemidir” diyordu Huxley. Haksız değil herhalde…
İnsanlığın genel olarak “geçiştirmeye” meyilli olduğunu biliyoruz; bir sorun, konu üzerinde düşünmedikçe her şey güllük gülistanlık geliyor işte. Çikolatamız bitmesin, kimsecikler üzülmesin tabii ama o parlak çikolata paketlerini açarken arada sırada da olsa bunları da düşünmek gerek herhalde.

Zalim tarih

Mizah sitesi Zaytung haberi pek güzel verdi aslında: "Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin: ‘Üstüne basarak söylüyorum, bunlar çok önemli mozaikler...’"
Dünyanın en büyük mozaik müzesi olan Zeugma antik kentinde üç yeni mozaik ortaya çıkartılıyor, mozaikler kazı yetkilileri ve Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin’in katıldığı bir basın toplantısı ile tanıtılıyor, başta Şahin olmak üzere herkes yaklaşık 2000 yıllık olduğu söylenen mozaiklerin üstünde geziniyor...
Gelen tepkiler üzerine önce Şahin’i mozaiklerin üstüne çıkaran kazı başkanı profesör yaptıklarının mozaiklere zarar vermeyeceğini açıkladı, sonra da  Fatma Şahin "Bana ‘Bir şey olmaz’ dediler, ‘Daha yakından tanıtırız’ dediler, ben de çıktım" mealinde bir savunma yaptı.
Tüm bu hikâye fazla göz önünde gerçekleştiğinden epey dikkat çekti, üzerine konuşuldu. Oysa biraz hafızayla, olmadı çok hızlı bir internet taramasıyla bunun gibi onlarca örneği bir anda yığmak mümkün:

"Ankara’da Roma Sütunlarına Asfalt Kaplama!" (link), "Ermenek’te Kaya Mezarlarına İş Makinası İle Daldılar!" (link), "Restorasyona alınan 1000 yıllık Tekfur Sarayı’na ahşap pencere, alüminyum korkuluklar eklendi. Klima, merdiven ve çatı yapılarak kapalı bir mekâna dönüştürüldü. Uzmanlar Ortaçağ’dan kalan bir yapıya yapılan müdahaleleri ‘felaket’ olarak nitelendirdi" (link), 14. Louis masasında kahvaltı yaptığı iddia edilen, 3. Selim tahtını lojmana taşıtan Topkapı Sarayı müdürü (link), "Halime Hatun Kümbeti'nin önüne yurt yaptılar" (link), "1200 yıllık Urfa Kalesi'nde yağmurdan çöken kısım restore edildi ve ortaya 'bembeyaz bir duvar' çıktı" (link),  dönemin Çevre ve Orman Bakanı’nın "[Allianoi] Roma'dan kaldığına göre, yıllardır demek ki toprak altında. Birkaç yüzyıl daha kalmasının bize göre bir mahsuru yok” açıklaması (link), "Çanakkale’deki Apollon Tapınağı’nın köküne beyaz çimento ve mermer tozu" (link), "Yaklaşık 20 yıl arayla yapılan Foça Kalesi restorasyonları görenleri hayrete düşürüyor" (link), "putperest ve Hıristiyan kavimlerin enkazları" restore ediliyor (link), "Arkeoloji müzesinde sünnet tartışması" (link), dönemin başbakanının "Üç beş çanak çömlek Marmaray’ı dört yıl geciktirdi. Yazık değil mi?" açıklaması (link)...   
Daha fazla uzatmaya gerek yok, sonuçta "yeni Türkiye"ye yakışır, etkileyici bir tarih aşkıyla karşı karşıya olduğumuz aşikâr! 
Aslında açıkça bir zihniyet dünyasının yansımaları bunların hepsi. Çünkü yeni Türkiye’de insan haklarından hukuka, kültürden sanata, doğadan tarihe üzerine basılıp geçilmeyecek neredeyse hiçbir şey yok. Çünkü yeni Türkiye’de tarih bilinci, kültür bilinci hamasi bir 1071 güzellemesinden, içi boş bir "cihan imparatorluğu" vurgusundan öte bir şey değil. Çünkü yeni Türkiye kendini inşa ederken kendisinin benimsemediği her şeyden nefret eden, tek doğrunun kendi bildiği olduğunda inat eden, ileriyi geriyi hiç düşünmeyen isyankâr ergen refleksinin ötesine bir türlü geçemiyor. Çünkü yeni Türkiye’de 1000 odalı kaçak yapılarla tarihin yeniden yazıldığı sanılıyor...  
Tarih, ona bakmayı bilirseniz, epey şey anlatır ve ne yazık ki (ya da ne iyi ki) epey zalimdir; bir gün gelir, insanlar unutabilir olan biten her şeyi ama o asla unutmaz; yapılanı da yapılmayanı da. 520’li yıllarda inşa edilen Aziz Polieuktos Kilisesi, Ayasofya'dan önce İstanbul’un belki de en büyük bazilikası sayılıyordu. Bugün İstanbul-Saraçhane’de bir tür açık hava tuvaleti. Hem tarihin içine rahat rahat etmek isteyenlere duyurmuş olalım hem de "şüphesiz herkesin kendi meşrebince bundan çıkarılacak dersi vardır" diyelim...

17 Ağustos 2014

İbrahim Aras'ı dert etmek

Bundan tam altmış gün önce, iki ay yapar, Adana’da bir eylem sırasında 15 yaşında bir çocuk öldürüldü. İbrahim Aras’ın bir kaldırımın üstüne yığılıp kalmış, hafifçe yana yatmış vücudu kafasını taşıyorla taşımıyor arası bir şeydi, zira İbrahim’in kafatası parçalanmıştı. Emniyet önce İbrahim’in elinde bomba olduğunu, polise atmak isterken elinde patladığı için hayatını kaybettiği açıkladı ama ne otopsi raporu ne de 15 yaşındaki İbrahim’in yavaş yavaş büyümekte olan elleri öyle söylüyordu.

İbrahim’in kafasını polisin attığı bir gaz fişeğinin dağıttığı belli gibi ama tam olarak neler olup bittiğini bir türlü öğrenemiyoruz. Zira iki aydır, altmış gün yapar, İbrahim Aras cinayetiyle ilgili doğru dürüst tek bir adım atılmış değil. Ailesi, savcılığın ve emniyetin etkin bir soruşturma yapmadığından yakınıyor, olay yerinde ve civarda onlarca kamera olmasına rağmen nasıl olup da olayın aydınlatılamadığına isyan ediyor. Yetkili hiç kimsenin kapılarını çalmadığını söylüyorlar: "Benim çocuğumu katledenlerde en ufak bir vicdan ve merhamet olsaydı bunu yapmazlardı. Böyle bir katliam tarihte görülmemiş. Çocuğumun kafası paramparça olmuş, kafatası etrafa dağılmış ve beyni bir apartmanın ikinci katına kadar sıçramış. Bu vahşeti yapanları en kısa zamanda adalete teslim edilmesini istiyorum."  


İnsanın içinin kaldıramayacağı fotoğraflarda kaldırımın üstünde öylece kıvrılmış yatan bir çocuk var. Halihazırda Adana’da Küçükoba Mezarlığı’na gömülü olduğuna bakmayın; altmış gündür, iki ay yapar, o kaldırımın üstünde öylece yatıp duruyor aslında. Çünkü o 15 yaşındaki çocuğun kafasını parçaladılar. Çocuğun. Kafasını. Parçaladılar....  
***
On yıl önce, 21 Kasım 2004'te "güvenlik güçleri" Uğur Kaymaz'ı, 12 yaşındaki bir çocuğu, çoğu sırtından giren kurşunlarla -yukarıdan aşağıya doğru, düzgün bir biçimde sıralanmışlardı- öldürmüşlerdi. Uğur’un ölümü için "dönüm noktası" falan denmişti ama neticede öyle olmadığını hep birlikte gördük.

Çünkü bu topraklar kendi çocuklarına, gençlerine acımasızlığın ciltlerce kitabını yazmış durumda. Çünkü bu topraklarda her zaman insandan, çocuktan, gençten daha önemli şeyler var. Çünkü çok geriye gitmeye gerek yok Berkin Elvan var, Ali İsmail Korkmaz var, İbrahim Aras var, var da var... Bunları biliyor olmanın verdiği ıstırap bile "yeni Türkiye" hikâyesine inanmayı o kadar imkânsız kılıyor ki... 
***
İbrahim’in annesi Servet Aras, "Bu dünyada olmasa da öbür dünyada iki elim yakalarında olacak. Onlardan çok şey istemiyorum. Sadece o canilerin yakalanmasını istiyorum. Oğlumu toprağa verirken bile göremedim, bu benim içime dert oldu. Bu kederle daha fazla yaşayamam. Onun için tek isteğim oğlumun katillerinin yakalanmasıdır" diyor.

Öbür dünya var mı bilmiyorum ama çocuklarımızın, gençlerimizin katillerine karşı kayıtsızlık içinde bir toplum olduğumuzu biliyorum. Çünkü altmış gündür, iki ay yapar, gerek yazılı-görsel medyada gerek sosyal medyada İbrahim Aras için yükseltilen ses o kadar az ki... Çünkü sadece "yetkililerin" değil, genel olarak ülkenin, o kaldırımın üstünde yatıp duran İbrahim’e yeteri kadar sahip çıkmadığını düşünüyorum. Nedenini bulamıyorum? Kayıtsızlık, alışmışlık, yılgınlık, bilmediğimiz başka şeyler... Tam bir cevabım yok. Fakat İbrahim Aras’ın, 15 yaşındaki bir çocuğun sokak ortasında kafasının parçalanması sadece annesine değil bize de dert olmayacaksa cumhurbaşkanlığı seçimi de, başbakanın kim olacağı da, o efsane klişeyle CHP’de suların durulmamasının da, Demirtaş’ın umut olmasının da hepsinin hikâye olduğunu düşünüyorum.
***
Anlatılanlara, yazılıp çizilenlere, "başka Türkiye mümkün"lere, umutlara, şuna buna aldırmayın; 15 yaşında kafası parçalanarak öldürülmüş bir çocuğu kimin öldürdüğü ortaya  çıkmadan, bulunmadan gerçekten "yeni Türkiye" diye bir şey asla olmayacak. Zira katilleri bulununcaya kadar, büyümekte olan elleri ve üzerinde Ümit Karan formasıyla o kaldırımda hafifçe yana kaykılmış biçimde yatmaya mahkûm edilen İbrahim Aras değil, Türkiye’nin bizzat kendisi....  Bu da "yeni Türkiye"ye olmasa da bizim içimize dert olsun, hiç kurtulamayacağımız bir azap olsun... 

02 Temmuz 2014

Silinmez bir yara izi

"Mütecaviz kitle çabucak ulaşılabilecek bir hedefe dayanır. Hedef bilinir, açıkça tanımlanmıştır ve üstelik yakındır da. Bu kitle öldürmeye çıkmıştır ve kimi öldürmek istediğini bilir... Hedefin beyan edilmesi, yok edilecek olanın kim olduğunun duyulması kitleyi oluşturmaya yeter... Mütecaviz kitlenin hızla büyümesinin önemli bir nedeni, hiçbir riskin bulunmamasıdır. Risk yoktur, çünkü kitlenin sınırsız bir üstünlüğü vardır. Kurban, kitleyi oluşturana hiçbir şey yapamaz..." 

Hedef biliniyordu, açıkça tanımlanmıştı: Kâfirler! Üstelik yakındaydılar da: Madımak Oteli şehrin göbeğindeydi neredeyse. Öldürmeye çıkılmıştı ve öldürülmek istenen de biliniyordu: "Büyük şeytan" Aziz Nesin ve Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılan diğer "şeytanlar"! Hedefin beyan edilmesi, yok edilecek olanın kim olduğunun duyulması kitleyi oluşturmaya yetmişti gerçekten de: Yüzde 99'u(!) Müslüman olan bir ülkede ateist olduğunu her durumda açık seçik beyan ettiği için zaten çokça tepki toplayan Aziz Nesin'in şenlikte yaptığı konuşma sadece göstermelik sebep oldu. O konuşma olmasa da karar zaten çoktan verilmişti, "şeytan taşlanmalıydı". 


Sonrası... "Risk duygusundan uzak kitlenin sınırsız üstünlüğü": 2 Temmuz 1993'de cuma namazından çıkan gruplar bir araya gelerek "Sivas dinsiz Aziz'e mezar olacak" gibi sloganlar atarak gitgide kalabalıklaştı, şenlik katılımcılarının kaldığı Madımak Oteli'nin önüne geldiler. Akşam saatlerine doğru kitle daha da büyüdü. İçeridekiler, "kurbanlar" savunmasızdı ve "kitleyi oluşturana hiçbir şey yapamaz"lardı. Derken otel ateşe verildi. Aziz Nesin de dahil olmak üzere bazı katılımcılar güçlükle otelden çıkarılırken, ikisi gösterici, ikisi otel görevlisi 37 kişi yanarak ya da dumandan boğularak can verdi. 


 *** 

"Ateş hakkında söylenebilecek ilk şey, her zaman ve her yerde aynı olduğudur. Ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, nerede başlarsa başlasın ve ne kadar uzun ya da kısa sürerse sürsün, imgelemimizde her zaman, belirli bir (yangın) olayından bağımsız olarak bir aynılık taşır. Ateş imgesi kesin bir biçimde işaretlenmiş, silinmez ve bariz bir yara izi gibidir..." 

Ateş her yerde aynı ateş, Solingen'de ya da Sivas'ta. Ve tam da Elias Canetti'nin yine "Kitle ve İktidar" kitabında anlattığı gibi; gönlümüzde, dimağımızda "silinmez, bariz bir yara izi" şimdi 2 Temmuz. Unutmak mümkün mü? 



"... Cehenneme yer veren dinlerde... Bir kitle simgesi olan ateşle kolektif öldürme, dışlama fikriyle yani cehenneme yollamayla ve şeytanı düşmanlara teslim etmeyle ilintilendirilir. Cehennemin alevleri yeryüzüne ulaşır ve bu cezayı hak etmiş olan sapkını içine alır..." 


Dışlanan, sapkın; bizden olmayandır. Bu kadar açık. En çok da sanatçıların, aydınların, düşünürlerin kaderidir sapkın olarak görülmek. Çünkü onlar, "kitleden" değildir. Yeryüzü cennetine, gökyüzü cehenneminden daha çok inandıklarından belki de korkusuzdurlar; çalıp söylerken, yazarken, çizerken, konuşurken. Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin, Asım Bezirci, Metin Altıok, Behçet Aysan, Asaf Koçak... 


 *** 

"Bütün yok etme araçlarının en etkileyicisi ateştir. Çok uzaktan görülebilir ve daha da çok insanı kendine çeker. Geri dönüşsüz bir biçimde yok eder; ateşten sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Bir şeyi ateşe veren kitle kendisini karşı konulamaz hisseder; ateş yayıldığı sürece herkes kitleye katılacaktır ve ona düşman olan her şey yok edilecektir..." 

Herkes "seyrediyorken" Madımak'ı ateşe verenler de kendilerini karşı konulmaz hissetmiştir değil mi, "geri dönüşsüz biçimde" yok ederken? 


"Ateşten sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz" kısmına gelince; "hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin çokça değiştiği" bir coğrafyada orası çokça şüpheli!.. 

  ***

Bitirirken yine Canetti'ye son kez başvuralım: "Bir şeyde ne kadar hayat varsa, o şey ateş karşısında o kadar dirençsizdir; yalnızca mineraller, bütün maddeler içinde yaşamdan en yoksun olanı onunla başa çıkabilir...".  

Koray Kaya, 12; Asuman Sivri 16, Özlem Şahin 17, Ahmet Özyurt 21, Murat Gündüz 22, Carina Cuanna 23 (Hollandalı), Erdal Ayrancı 35... (isimler böyle böyle uzar, acımasızca!) yaşındaydı 10 yıl önce, 2 Temmuz '93'te. Hayat doluydular!... 
 

 -----------------------------------------------------------------------

ps: 29.06.2003'te Radikal İki'ye yazmışım. Canetti'nin "Kitle ve İktidar"ındaki "ateş-yangın" kısmıyla paralel bir gidişatı vardır yazının; o şekilde okuyunca olan biten daha da acı verici oluyor...

19 Haziran 2014

"devlet dersinde öldürülmüş" bir çocuk daha

"güvenlik güçleri", 21 Kasım 2004'te Uğur Kaymaz'ı, 12 yaşındaki bir çocuğu, çoğu sırtından giren kurşunlarla -yukarıdan aşağıya doğru, düzgün bir biçimde sıralanmışlardı- öldürdüklerinde, bundan 10 yıl önce yani, içimde bir telin koptuğunu hissetmiştim. çocukların öldürülmesi Türkiye'de bilmediğimiz bir şey olduğundan değil, bu devletin, bu toprakların hep böyle olduğunu bilmekten, hep böyle olacağını bilmekten kaynaklanan öfke, isyan, nefret, kızgınlık, "küçük burjuva tepkisi" adına her ne denirse... 

halihazırda Kızıltepe Atatürk Mahallesi’nde bulunan mezarlıkta yatan Uğur'un öldürülmesinden sonra uzun zaman kendime gelemedim: her şey manasız gelmeye başladı. o zamanlar Birgün'e yazıyordum. adını aldığı Uğur Tütüneker'le Uğur'un hikayesini paralelleştirip bir şeyler yazmıştım. o yazı şöyle bitiyordu

Güldal Kızıldemir’in, Pazar ve Pazartesi günü çıkan Uğur haberlerinden beri, onları okuduğumdan beri bir sürü şey manasız geliyor. Yazı yazmak, futbol, umuda sahip olmak… Manalı gelen ender bir iki şeyden en baskını öfke. En çok da şuna öfkem sanırım: Uğur Kaymaz’ın adı unutulup gidecek! Hiç kandırmayalım kendimizi. Burası Türkiye çünkü. Bunu çok daha net öğretti bana bu olay. 16 yıl önce iki gol atan Uğur Tütüneker, tarihe düşülmüş bir kayıt olarak orada duracak. Bir dönüm noktası sayılır çünkü. Dursun, ne güzel. Ama toplamda o yaşa ulaşamamış Uğur, “bir infaz daha” olarak anılacak. Bir zaman sonra, yine bir avuç insandan başka kimse adını anmaz olacak. Tersi olur mu dersiniz? Hiç kandırmayalım kendimizi; burası bir dönüm noktası falan kabul edilmez. Burası Türkiye çünkü…

sonra aradan yıllar geçti, 10 yıl. başka bir sürü çocuklar, gençler, kadınlar, adamlar bu devletin ellerinde can verdi. çünkü bizim gerçekten burnu neredeyse hiç sürtülmediği için hesapsızlığa alışmış, aşağılık, kendini beğenmiş, riyakâr, kendinden hiç utanç duymayan, vasata razı gelen, bizzat kendinden başka her şeyin değersiz olduğunu düşünen bir devlet geleneğimiz var. bunu çoklukla bu topraklarının insanlarının bizzat beslediği de doğru üstelik. 

***

polis, 15 Haziran'da Adana'da 15 yaşında bir çocuğa -üzerinde Galatasaray forması varmış, sırtında Ümit Karan yazıyormuş- kafasına yakın mesafeden ses bombası ya da gaz bombası atıyor. İbrahim Aras'ın kafası parçalanıyor. çocuğun. kafası. parçalanıyor. tabii hemen sonrasında "terörist" oluyor, "güvenlik güçlerine bomba atmak isterken elinde patladı" oluyor... halbuki:


İbrahim Aras ile ilgili hazırlanan olay yeri tespit ve ölü muayene tutanağında müdahil avukat olarak imzası bulunan avukat Vedat Özkan, ceset üzerinde bomba izine rastlanamadığına dikkat çekerek, şunları söyledi:  "Ön otopsi raporunda ölümün çok açık şekilde yakın mesafeden atılan sis bombası sonucu meydana geldiği yazılıyor. Cenazenin yanında 45 santimetre uzaklığında sis bombasının parçasının bulunduğu, cesette iddia edildiği gibi herhangi bir patlayıcı maddeye ilişkin hiçbir bulgu yok. Tüm bulgu, yakın mesafeden atılan sis bombasının kafatasını parçalamasından ibaret olduğu ön otopsi raporunda açıkça ortada. Bu nedenle çıkan yanlış haberlerin düzelmesi gerekiyor. Ben bizzat katıldım otopsiye. 3 saat sürdü. Otopside ceset tamamen sapa sağlam, kafa kısmı tamamen uçmuş, yakın mesafeden atılan sis bombasının, tüfekle atılan ses bombasının neden olduğu doktor mütalaasında açıkça ortaya konuluyor. Patlayıcıya ilişkin hiçbir iz ve emare cesette yok.

***

İbrahim'in öldürülmesinden sonra içimde yine bir tel koptu. kendime bile doğru dürüst tarif edemediğim bir şeyler: bu devletin, bu toprakların hep böyle olduğunu bilmekten, hep böyle olacağını bilmekten kaynaklanan öfke, isyan, nefret, kızgınlık, küçük düşürülme, "küçük burjuva tepkisi" adına her ne denirse... 

15 yaşında bir çocuğun kafasını parçaladılar ve ben bir kez daha iyice anladım ki, ölen öldüğüyle kalıyor bu memlekette. devlet geleneği zaten berbat ama bu toprağın insanın genlerinde de (sözüm kimseye değil, bunlar en çok bende var belki de) aşırı zalimlik, bir o kadar ince riyakârlık, yüksek ölçüde korkaklık, bolca sözde duyarlılık var. İbrahim'in kafası parçalandı, bir kaldırımın üstünde öylece düşüp kaldı ve sonra... hayat akmaya devam ediyor... 

***

Uğur'un öldürülmesinden sonra çokça "dönüm noktası" falan denmişti, ben hiç inanmamış, "Uğur, 'bir infaz daha' olarak anılacak. Bir zaman sonra, yine bir avuç insandan başka kimse adını anmaz olacak. Tersi olur mu dersiniz? Hiç kandırmayalım kendimizi; burası bir dönüm noktası falan kabul edilmez. Burası Türkiye çünkü…" demiştim. 

işte 10 yıl sonra bu sefer İbrahim için aynı şeyleri diyor olmak, kendine sürekli dönüm noktaları yaratmaya çalışan ama bir türlü beceremeyen ve beceremeyeceği aşikâr bir ülkede yaşıyor olduğunu bilmek sanırım en fenası. 

halihazırda Küçükoba Mezarlığı'nda yatan İbrahim'in öldürülmesinden sonra her şey yine manasız gelmeye başladı bana. her durumda şunu biliyorum ama: İbrahim, benim kişisel tarihimde bir derin bir çentik olarak duracak, asla unutmayacağım.  

heyhat, memleket tarihinde, “bir infaz daha” olarak anılacak. bir zaman sonra, yine bir avuç insandan başka kimse adını anmaz olacak. tersi olur mu dersiniz? hiç kandırmayalım kendimizi; burası bir dönüm noktası falan kabul edilmez. burası Türkiye çünkü… ne yazık ki... 

26 Mayıs 2014

Marcos olmak...

haber dün geceden beri dönüp duruyor:

"Zapatista lideri artık yok: 'Subcomandante Marcos'un varlığı son bulmuştur' 
Meksika'daki Zapatistaların gizemli önderi Marcos, bir veda mektubu yayınlayarak görevlerini bıraktığını duyurdu."

bir zamandır ciddi hasta olduğuna dair haberler de dolanıyordu ortalıkta (gerçi veda metninde yalanlıyor) ama Marcos'u bilen bilir, iki gün sonra başka bir isimle sahalara geri dönerse de şaşırtıcı olmaz. zaten o kar maskesinin "sembolik" değeri aslında herkesin Marcos olması ve kimsenin Marcos olmamasıydı...


her durumda 1 Ocak 1994'ten beri Zapatistaların yapıp ettikleri az buz iş değil; "iktidar olmadan dünyayı değiştirmek" kavramının bizzat kendisi olmuş bir hareketten ve onun -lider demeyelim, Marcos itiraz eder- "sözcüsünden" söz ediyoruz...

her durumda Marcos olmak hem kolay hem çok zor.... 

her durumda Marcos iyi ki olmuş...

Marcos, San Fransisco’da bir eşcinsel, Güney Afrika’da bir zenci, Avrupa'da bir Asyalı, San Ysidro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya’da bir Yahudi, Polonya'da bir Çingene, Türkiye'de bir Kürt, Quebec'te bir Mohawk, Bosna'da bir barışçı, gece saat 10'da metroda yalnız bir kadın, topraksız bir köylü, varoşlarda bir çete üyesi, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve tabii ki dağlarda bir Zapatista'dır...


not 1- haberin İngilizcesi
not 2- alıntının bir sürü farklı versiyonu var nette, ben şuradan aldım: https://www.greenleft.org.au/node/16118
not 3- "umut da ekilebilir ve ürünü alınabilir"
not 4- Türkiye'de Marcos olmayı, o kadar "görünmez" olmayı tercih edecek birileri var mıdır?
not 5- Don Durito'nun selamı...
not 6- bileklikleri ayrıca güzel
not 7- ben bloga yazıyı yolladım, Marcos'un aslında hiçbir yere gitmediği, sadece adını değiştirdiğine dair haberler de gelmeye başladı
not 8- öngörülü bir insanım



06 Mayıs 2014

mare nostrum

"... ölü mü denir / ölü mü denir şimdi onlara"
edip cansever


Deniz Gezmiş 6 Mayıs 1972'de idam edildi. 25 yaşındaydı.
Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972'de idam edildi. 25 yaşındaydı.
Yusuf Aslan 6 Mayıs 1972'de idam edildi. 23 yaşındaydı.


06 Mart 2014

doğru haberin peşinde olmak...


Radikal'de bir haber: "Konya'da 10 gazete aynı başlıkla çıktı: Millet oyunu sandıkta bozacak".
(http://www.radikal.com.tr/politika/10_gazetede_ayni_manset_millet_oyunu_sandikta_bozacak-1179853)
 

haber kafama hiç yatmıyor. böyle bir şey olmayacağından değil. zira bu zamanda böyle şeyleri çok gördük (ki en acayip örneklerinden biri budur elbette: https://twitter.com/kafcamus/status/430802397162512384).  



fakat Konya gazetelerinde fontlar, sayfa düzenleri hep aynı! yani bu kadar da sahiden olmaz artık. hal böyleyken, "araştırmacı gasteci" olduğum için, "bu haber gerçekten doğru mu" dediğim için  o gazetelerin bazılarının internet sitelerine bakıyorum. öyle bir şey yok. bu sırada haber sosyal medyada yaygınlaşıyor. herkes AKP taşlamasında...

işin peşini bırakmıyorum, kurcalıyorum ve neticede anlaşılıyor ki, AKP gazetelere "giydirme ilan" vermiş. yani ana gazetenin üzerine geçirilen, sanki gazetenin parçasıymış gibi duran ilanlar.
bu giydirme ilan usulünün anaakım medyada da yaygın olduğunu biliyoruz. özellikle hafta sonu eklerinde karşımıza çıkar.

el netice, söz konusu gazetelerin ilk iki-son iki sayfaları hep aynı olmasının sebebi AKP'nin ilan vermiş olması! nitekim üçüncü sayfalardan sonra gerçek gazete başlıyor. (şunlara bakınca ne demek istediğim daha net anlaşılacak. bu Pusula Haber: http://www.pusulahaber.com.tr/e_gazette.php?dateDay=05&dateMonth=03&dateYear=2014 bu da Hakimiyet: http://78.187.169.33/arsiv/hakimiyet_egazete/5/3/2014.html

haberi paylaşanlara durumu izah etmeye çalışıyorum ama nafile tabii. zira Radikal haberi tutmaya, düzelti yapmamaya; sosyal medya da paylaşmaya devam ediyor... bir sürü yorum, tepki haliyle...

dezenformasyona alet olmamak gerekliliğini bir yana bıraktım, ben haberin doğruluğundan şüpheye düştüm, bakındım, anladım durumu basit bir internet yoklamasıyla. heyhat, Radikal gazetecilik yapıyor ama "lan fontlar bile aynı bu nasıl oluyor?" diye sormuyor. sahiden ayıptır...

memleketin hali boktan. medyanın hali daha da boktan. eyvallah. ama birilerini taşlayacaksan bile doğru taşı atmak mühimdir... başkalarının tıynetsizliklerini eleştirirken arada değil, sık sık kendini de yoklamak farzdır. yoksa zaten o başkalarından pek bir farkın kalmaz...

03 Mart 2014

"Terziler Geldiler..."

Ali Tekintüre, Ali Osman Erbaşı, Mustafa Sayan, Uğur Bayar... Bu isimlerden hangilerini biliyorsunuz? Biliyor musunuz? Müslüm Akbaş’ın kim olduğunu da bilmiyor olabilirdiniz ama artık biliyorsunuzdur, değil mi?
 
“Müslüm Baba şarkıları dediğimiz zaman en başta Ali Tekintüre, Ali Osman Erbaşı, Mustafa Sayan, Uğur Bayar gibi besteci üstatlar gelir. Neden artık bu bestecilerimizin şarkıları okunmuyor? Biz bu bestecilerin şarkılarıyla Müslümcü olduk. Son yıllarda her yeni albümle umutlanıyoruz, yeni şarkılarını dinledikçe hayallerimizi bir sonraki albüme erteliyoruz; belki yine Müslümce şarkılar okur diye. Sonuna kadar Baba’ya destek olacağız, tarzımızdan uzaklaşmış olsa da. Ama artık dayanamıyoruz. Müslüm Baba rock şarkıcısı değil. Arabeskin ve bizim babamızdır.”
 
“Baba”nın artık “dönüşümünü” tamamladığı söylenebilecek 2006 yılında Aktüel’e konuşan bir hayranı demiş bunu böyle. Aşklarını kanla ispatı seçen sevda sahiplerinin (“jiletçiler” olarak mı okudunuz?); aşk değil hoşlanma arayanlara, kanı yadırgayanlara kaybettikleri bir meydan muharebesinden boynu bükük çıkanların sözleri… Babasını “bir gün dönecek umuduyla” gurbete gönderip, ondan kalan fotoğraflarla avunan boynu büküklerin sözleri… “Ama artık dayanamıyoruz… bizim babamızdır…”
 
* * *
 
Evvela, genelde gözden kaçırılan ama kilit bir husus: Müslüm Gürses, bir besteci ya da söz yazarı değil, “yorumcu”ydu (Onca şarkısının içinde “kendisinin” olan üçü-beşi geçmez). Bu, şunun için önemli: Gürses, kendisinin hayata bakışını doğrudan anlatmıyordu ama bir hissiyatın sözcülüğünü yapıyordu: “Eskiden dedeler varmış, önce çilehaneye girer çile çeker, unvanlarını sonra alırlarmış. Biz de bu hayatın acısını çekmek için geldik, çekeceğiz.” Zalim dünyaya karşı, gamlı, kederli, çileli dünyaya karşı “yırtma” umudu dahi taşımayanların içli bir seslenmesi… Mırıltısı kendi içinde derinleşen o sesin gümbür gümbürlüğünü duymak için yerin altına kulak kabartmak da gerekiyor tabii…
 
Gürses’in yolunu başkalaştıran işte tam da o söz ettiğimiz yorumcu vasfı oldu aslında. Yoksa kimse “Baba”yı kandırıp kötü emellerine alet etmiş falan değil. O, bilerek isteyerek severek girdi o başka yola. Kendisi açık seçik söylüyordu zaten: “Arabesk sanıldığı gibi basit bir tarz değil. Ancak cevherin varsa okursun. Sanatçı olarak caz da okursun, pop da okursun yeteneğin varsa… Bunlar bende var çok şükür. Yani bir sanat müziği şarkısı okusam rahatsızlık duymazsınız.” Baba, bunları ve daha fazlasını hep yaptı. Hasılı, davayı satmamıştı; davası belki de başından beri farklıydı…



Foto: ELİF KEY
 
 
Gürses’in yaşadığı dönüşümü, yorumculuğuna sınıf atlatma, başka şeyler söyleme hatta belki biraz da para kazanma arzusunu görmek başka, onun için “sosyete şarkıcısı” oldu demek başka. Gürses’i “Paramparça”yla tanıyanları, sevenleri, hatta onun ötesinde bilmeyenleri yargılamak da kimsenin haddine değil. Ve fakat elbette “Sabret”, “Seni Sevmek İçin Ölmek mi Lazım”, “Esrarlı Gözler” Müslüm’ünü sevenlerin onunla kurdukları ilişkiyi anlamamakta ısrar edenlerin vakti zamanında hadlerini çokça aştıklarını da akılda tutalım. Müslümcülere yıllarca “üçüncü sınıf” insan gözüyle bakıldığını akılda tutalım. O pis kokulu, sağlarını sollarını jiletleyen, kafalarına “Müslüm Baba” yazılı bantlar takan, “eciş bücüş”(!) insanlara Baba’nın evlatları olarak bile hiç sempati duyulmadığını akılda tutalım. Bunları unutmamak hiç bilmediği, tanımadığı bir muhitte Baba’sının cenazesine gelmiş, cami adabı falan takmadan bulabildiği bir yükseltiye tırmanıp sevgisini göstermek isteyen o adamın farkına vardığımızı, asla onun gibi yaşayamayacak olsak da acısını paylaştığımızı göstermenin bir yoludur belki.
 
Sözün özü pavyondaki değil bar taburesi üstündeki Baba’yı sevenlerle, Nişantaşı’ndan kalkan cenazede “Sosyete uyuma Müslüm Baba geçiyor” diye bağırıp “taşkınlık”(!) yapan Müslümcüler arasındaki gerilim memleketin bizzat içinde yuvarlanıp durduğu bir gerilim aslında. Birbirine yabancılaşmış insanı tahminimizden çok daha fazla olan bir memleketin gerilimi.
 
***
 
Müslüm Gürses, müzikte değil terzilik çıraklığında sebat etseydi Müslüm Baba değil Terzi Müslüm olacaktı muhtemelen. Muhtemelen işini iyi yapan, sevilen bir terzi de olurdu. Belki kendi söküğünü dikemezdi ama aldığı işin hakkını verirdi; ister basit bir fermuar değiştirme olsun ister afili bir takım elbise olsun… Ve muhtemelen bilseydi, tanısaydı Turgut Uyar’ı da sever, anlar, “Güzel söylemiş heeee” derdi… 
 
“terziler geldiler.
kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı.
sonra sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...
yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
o çelenk on bin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkemediler
bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi…”
 
-----------------------------------
bu yazıyı 06.03.2013'te Birikim Güncel'e yazmışım. Müslüm Baba'nın cenazesinden hemen sonra... 

16 Şubat 2014

"benim meselem" Şekerspor...

Şekerspor on yıllardır kullandığı, Ankara Şeker Fabrikaları içinde yer alan tesislerinden atıldı! sebep, Türk Şeker'e olan kira borcu üzerine yapılan icra takibi. başkan diyor ki: 
"Kira bedelinin 3 bin liradan 40 bin liraya çıkarılmasının ardından kira ödememeye karar verdik. Çünkü bu konu kira artış konusunu adli mercilere taşıdık. Bunun üzerine karşı taraf bize tahliye davası açtı ve daha çabuk sonuçlandırdı ve kapının önüne koydular..."
Türk Şeker işçilerden para kesiyormuş ama kulübe 1 kuruş vermiyormuş falan filan...  epeyce laf salatası... Şeker Fabrikaları Genel Müdür Vekili meseleyi ortaya net koyuyor aslında:
"Kulüp bizim kiracımız. Alacaklarımız nedeniyle mahkeme bizi haklı buldu. Amatör branşlarımızdan oluşan kulübümüzün başkanlığını ben yapıyorum. Biz 87 yıllık bir kuruluş olarak amatör spor ruhuna her zaman inandık, destek olduk. Bu futbol kulübünün hakları, aracı bir firma tarafından daha önce bu şahıslara satılmış. Bizim tesislerimizi kullanıyorlar. Bir süredir alacaklarımızı tahsis edemiyoruz. Kulübün futbolcuları bile kulüpten alacakları olduğunu söyleyerek bize geliyorlar ama bizim bir ilgimiz, bağımız yok. Konuyu mahkemeye taşıdık ve mahkeme bizi haklı buldu. Yasal süreci uygulamak durumundayız."
Şekerspor Futbol Kulübü'nün Türk Şeker'le hiçbir bağlantısı olmadığını söylüyor adam, ki haklı. nitekim 2004 Ağustosu'nda sezonun ilk maçı için Cebeci'ye gittiğimizde olan biten şuydu:
2004'ün Ağustos'uydu. Sezon açılıyordu. Cebeci'ye maç saatinden 15 dakika kadar önce vardık. Elimdeki torbada "Haydi Şeker" yazdığımız pankartı tutuyordum. Gişeye yaklaştık, kapalı! Laklak eden polislerden birisi "Şeker çıkmamış sahaya, maç yok" dedi. Protokol girişine gittik: "Sizin takım sahaya çıkmıyor. Gelen giden kimse yok". Şekerspor'un kapısına kilidi resmen vurduğu haberi bir hafta sonra gazetelere düştü zaten. Takımsız kalmıştım. Yalnız kalmıştım...
çünkü Şeker Fabrikaları özelleştirme sürecine girmişti! genel müdürlük bisiklet, güreş, basketbol gibi birçok alanda faaliyet gösteren (üstelik çok başarılı sporcular da yetiştiren) Şekerspor'un1 profesyonel futbol şubesini kapatmaya karar vermişti. sebep tabii ki paraydı, giderlerdi! epeyce bir zaman, o hafta ne yapmış diye takip edecek bir takımım olmadı. ama derken 2005-06 sezonu başında bir inşaat şirketi (K&C Grup) futbol şubesini Etimesgut Belediyesi'nin de işbirliğiyle (Ankara'yı bilmeyenlere not: Şeker Fabrikaları oradadır) satın aldı ve kulüp anonim şirket oldu.

K&C Grup takımı aldıktan sonra hissiyatımı anlatmıştım (yukarıdaki alıntı da o yazıdan zaten). ama o iş tabii ki orada kalmadı: yaptıkları "acayip" transferlerle takımı daha ziyade kendi reklamları için kullanan K&C Grup yöneticileri futbolu da pek iyi bildikleri iddiası güdünce, proje gümledi; kötü yönetilen takım haliyle ligde bir şeyler beceremeyip bir de mali kriz yaşamaya başlayınca takımı elden çıkardılar.

K&C takımı elden çıkardı ama "gelen gideni aratır" derler ya, Orhan Kapelman namlı bir işadamının (5 milyon 700 bin liraya) satın aldığı takımın çivisi hepten çıktı. Kapelman'ın futbol konusunda ne yaptığını bilmez biri olduğu sadece bu sene şimdiye kadar 5 teknik direktör değiştirmesinden belli. nitekim en sonunda oğlunu takımın başına getirdi, herhalde artık onu da kovacak değil!

tabii bu arada muhtelif belediyelerle destek için işbirliği yapılmasıyla takımın adına da olanlar oldu: Beypazarı, Akyurt (1 hafta kadar! çünkü anlaşma sağlanamadı), Çamlıdere Şekerspor olduk hep. "Ankara'da gezmedik ilçe bırakmadılar" diye alay konusu edildik! bu sezon başında artık hiçbir belediyeyle sponsorluk anlaşması yapılamayınca nihayet düz Şekerspor'a geri döndük2. işte şimdi de tesislerden atılma hikayesi... 

ben 1997'den beri, Cem Uzan'ın Adanaspor'una karşı o unutulmaz yükselme hikayesinden beri Şekersporluyum. gönlümde başka hiçbir başka takıma da yer yok. ve fakat itiraf edeyim, bu yönetim ve anlayış yüzünden takımdan soğudum; bakkal yönetir gibi takım yönetmeye kalktılar. kulübün içine ettiler resmen, şimdi de ağlıyorlar.

sağa sola yazan, başvuran alacağı ödenmemiş bir sürü futbolcunun halini bir yana bırakalım, "manchester city'nin altyapısı olduk" zırvalamasını bir kenara koyalım, hacı-hoca sevgilerini es geçelim, twitter üzerinden futbolcu pazarlamalarını görmezden gelelim... ulan hâlâ esasını benim vakti zamanında wikipedia'ya yazdığım3, K&C zamanında siteye konulduğu için bunların da oradan alıp kullanıp durdukları maddeyle anlatıyorlar kulübü4. mangalda kül bırakmayıp, "köklü takımız, futbolcu fabrikasıyız" diyen adamların kulüple, tarihiyle ilgileri, alakaları bu kadar işte... nereden baksan inanılmaz bir çapsızlık...

lafı daha fazla uzatmayayım, çok netim ben: kulubün kapısına kilit vursalar, takımı da gönlümüze bıraksalar çok daha hayırlı olacak...

çünkü biliyorum, bu takımın başına ne gelirse gelsin benim gönlümde pamuklara sarıp kolladığım Şekerspor'um hep orada duracak.

ve tabii şunun da çok farkındayım, 6 milyon liram olmadığı ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacağı için kadere okuduğum lanetler içimdeki yarayı büyütmekten başka işe yaramayacak...5


1. bahis elbette Ankara Şekerspor'dan. fakat genel müdürlük Ankara'da olduğu için teknik olarak "Ankara Şekerspor" lafı kullanılmaz, doğrudan "Şekerspor" denir. yoksa memlekette her şeker fabrikasının olduğu yerde bir Şekerspor vardır ki, onlar fabrikanın olduğu şehir neresiyse oranın adıyla anılırlar.
2. yaklaşık 1.5 sene önce (23 Haziran 2012) tarihli bu habere -içindeki saçma sapan hamasete değil tabii- dikkat! zira Türk Şeker'le aradaki kira uyuşmazlığının başladığı görülüyor. sorunu çözmek için o zamandan bu yana bir şey yapılmaması...!
3. o maddeyi de federasyonun dergisi TamSaha'ya yazdığım yazıdan doğrultmuştum.
4. yok Sergen'i yetiştirmişiz de, yok bilmem ne... bu zırvalık nereden kaynaklanıyor izah edeyim:  K&C de o zamanlar wikipedia'da yer alan (şimdi silinmiş ne akla hizmetse) "kulübe hizmet eden futbolcular" kısmını "yetiştirdiklerimiz" olarak almıştı. ama dikkat edilirse "yetiştirdiklerimiz" sayılrıken hep "Arap Güngör" derler, soyadını söylemezler. zira soyadı olan "Sürel"i yazmamıştım "Arap Güngör"ün!
5. Müslüm Gürses'ten "Benim Meselem"i tekrar tekrar dinleyerek yazdım bu yazıyı
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...