30 Nisan 2009
kitab-ül esrar
eski kitaplar sadece kendi yüklerini değil, kapağına, içine eli değmiş kim varsa onların yüklerini de sırtlanıyor. kaderlerinde yüklendikleri o koca ağırlıkla bir kenara atılmak olanların -belki hepsindeki değil ama çoğundaki- asalet şundan: üstlerine yapışan her toz zerresiyle daha da ağırlaşırken bir çift gözün, bir ince elin, kıllı, kalın bir parmağın ya da kafada çakacak bir anlık şimşeğin görüş mesafesine tekrar girebilmek için kendilerini yırtmazlar. zaten kitabı yırtan çoğu zaman bir başkasıdır, kitabı yırtan her zaman zamandır.
yeni kitabı kim sevmez ama bizzat eski kitapların hayatlarına, mazilerine, görüp geçirdiklerine göstermek gereken saygıdan onlara en azından iyi niyetle yaklaşmak, hiç değilse tozlarına üflemek iyi harekettir. alınan kitaba tarih atmak daha da şık; hem onlar hem kitabı alanlar unutmasın diye nereden gelip nereye gitmekte olduklarını.
23 Nisan 2009
iki uğur
Galatasaray-Neuchatel Xamax maçını hatırlar mısınız? Hani Galatasaray’ın İsviçre’de 3-0 kaybettiği, rövanşta, İstanbul’da 5-0 kazandığı maç. Ki o maçı; Galatasaray’ın sahiden “yapacağız” diye sahaya çıkmasıyla, maç esnasında ve sonrasında gelişen olaylarıyla, Levent Özçelik’in “ağlamak istiyorum”lu anlatımıyla, Türk futbolunun Avrupa’ya karşı ezikliğini atmaya başladığı maç olarak görmek, Türk futbolunda bir dönüm noktası olarak kabul etmek çok da yanlış olmasa gerek. O maçta üç golü Tanju’nun, iki golü de Uğur Tütüneker’in attığı da hatırlardadır. O zamana yetişemeyenlere dahi mutlaka anlatılmıştır Neuchatel maçı; Uğur’un, Tanju’nun golleri öyle ya da böyle televizyonlarda mutlaka görülmüştür.
***
Takım sevgisini göstermenin yollarından biridir doğan çocuğa, tuttuğunuz takımın bir oyuncusunun ismini vermek. Nice çocuk babalarının, dedelerinin, amcalarının, ağabeylerinin, hatta annelerinin bir futbolcuya olan sevgilerinden almıştır isimlerini. Nice Metin’ler, nice Can’lar, Tanju’lar, Feyyaz’lar, Ogün’ler, Hakan’lar. Uğur’lar da…
***
Uğur Tütüneker, orta saha da oynuyordu. 9 Kasım 1988’de Ali Sami Yen Stadyumu’nda iki gol atmıştı. Unutulmaz oldu. Adı çocuklara verildi. Halihazırda 2.lig A Kategorisi’nde mücadele eden İstanbul Büyükşehir Belediyespor’un teknik direktörü.
***
Uğur Kaymaz, adını Uğur Tütüneker’den almıştı. Amcası anlatıyor: “Babası koyu Fenerliydi. O yüzden Rıdvan koymak istedi adını. Biz koyu Galatasaraylıyız. Uğur olsun dedik. Babam dedi ki, ‘Uğur güzeldir. Hanemize uğur getirsin adıyla’”. Orta sahada oynuyordu. 21 Kasım 2004’te Dicle İlköğretim Okulu’nun bahçesinde hiç gol atamadı. İki direğin, yani muhtemelen iki taşın arasından geçirememiş topu. Ama çok güzel oynamıştı. Arkadaşı Fettan’la kutladı gol sevinçlerini. Dört gol yemişlerdi ama beş gol atmışlardı. Kazandılar maçı. Sonrası… Yok. Uğur sırtından vuruldu. Tamamı arkadan giren kurşunlar, yukarıdan aşağıya doğru, düzgün bir biçimde sıralanmıştı. Halihazırda Kızıltepe Atatürk Mahallesi’nde bulunan mezarlıkta.
***
Güldal Kızıldemir’in, Pazar ve Pazartesi günü çıkan Uğur haberlerinden beri, onları okuduğumdan beri bir sürü şey manasız geliyor. Yazı yazmak, futbol, umuda sahip olmak… Manalı gelen ender bir iki şeyden en baskını öfke. En çok da şuna öfkem sanırım: Uğur Kaymaz’ın adı unutulup gidecek! Hiç kandırmayalım kendimizi. Burası Türkiye çünkü. Bunu çok daha net öğretti bana bu olay.
16 yıl önce iki gol atan Uğur Tütüneker, tarihe düşülmüş bir kayıt olarak orada duracak. Bir dönüm noktası sayılır çünkü. Dursun, ne güzel. Ama toplamda o yaşa ulaşamamış Uğur, “bir infaz daha” olarak anılacak. Bir zaman sonra, yine bir avuç insandan başka kimse adını anmaz olacak. Tersi olur mu dersiniz? Hiç kandırmayalım kendimizi; burası bir dönüm noktası falan kabul edilmez. Burası Türkiye çünkü…
K.K.
ps. bu yazıyı 08.12.04'te Birgün'e yazmışım. bilgisayarın derinliklerinden tam da 23 nisan olduğu için mi karşıma çıkıverdi, bilemedim...
08 Nisan 2009
bin o uçağa-2
malum uçağı ne zamandır kaldırmak aklımda da unutuyorum. ama yolculardan birisi de pelin batu olsun diyorum.
ben bilmiyorum, bu kızın tam olarak ne iş yaptığını bilen var mı? oyuncu mudur, şair midir, tarih kumkuması mı, model mi misal, kendini kültür işlerine adamış bir büyük düşünür mü, çevre gönüllüsü mü, yurtta peace cihanda peace aktivisti mi, mozart'la-atatürk'le ruh çağırma ortamlarında konuştuğuna göre aşmış bir medyum mu? kafa karışıklığı, kavram karmaşası yığını mı? olayı nedir, ne değildir?
en son hadise'nin kıçını sallamasından rahatsız olduğunu beyan etmiş, öpüşme-sevişme sahnesinde oynadı diye pornocu muamelesi gördüğünden yakınmış. iyi de yavrucum o zaman o televizyonlarda içine giydiğin jartiyeri gösterme, erkek dergilerinde liseli kız tadında boy verme hallerin nelerdir? sen küvetin içine girip edebiyat uğruna soyununca estetik de, hadise memleketimize eurovision birinciliği gururunu yaşatmak için kıçını feda edince mi tukaka?
oturup uzun uzun "şusu da böyle", "busu da öyle" falan demeye gerek yok, adorno demiş diyeceğini vakti zamanında: "yanlış bir hayat doğru yaşanmaz."
ps. bir de bakışları nedense bana türkan şoray'ı hatırlatıyor; boş. (türkan şoray'ın gözlerini, bakışlarını sevenleri de anlamam zaten. atıf yılmaz'ın anısıdır yanılmıyorsam: "kız nasıl güzel bakıyor duygusal sahneleri çekerken, milletin içi eriyor. fakat sonra anladım ki, kola şişesine bakışı da aynı, sevdiklerine bakışı da.")
Etiketler:
medya,
mozart,
mustafa kemal atatürk,
pelin batu,
tiksinç,
türkan şoray
07 Nisan 2009
baykal nire angara nire...
baykal'a mesafemiz belli fakat bunu görmezden gelmeyelim, adam obama kişisine ahmet hamdi tanpınar, sait faik hediye ediyor. ben sadece bunu yazıp geçip gidecekken, aklıma buraya baykal gölü fotoğrafı koymak geliyor. baykal gölü etrafında gezinirken içine dalıveriyorum; dünyadaki içme suyunun yakalaşık %20'sinin orada olduğunu, dünyanın en yaşlı gölü olduğunu, en derin göl olduğunu, derinliğinin 15 kilometreye yaklaştığını öğreniyorum. derken karşıma "angara nehri" çıkıveriyor, "haydaaa" diyorum, "sibirya'nın göbeğinde bir angara varmış".
dünya küçük mü demeli, hayat ne acayip mi, bilgi akışkan mı? peki şimdi resim ne olmalı? ahmet hamdi mi, angara nehri baykal'dan çıkarken mi? ikincisini tercih ettim... "Anqara çayı haqqında əfsanə"yı da spesiyalite olarak eklemeye karar verdim:
"Qədim dövrlərdə qüdrətli Baykal şən və xeyirxah idi. O, öz yeganə qızı Anqaranı çox sevirdi. Dünyada ondan gözəli yox idi. Gündüzlər o səmadan daha parlaq, gecələr isə buludlardan daha tutqun olardı. Anqaranın yanından keçən hər kəs onun gözəlliyinə heyran olar, onu vəsf edərdi. Hətta köçəri quşlar, durnalar, leyləklər, qazlar da alçaqdan uçaraq ona tamaşa edər, lakin onun sularına nadir hallarda enərdilər.
Qoca Baykal öz qızını göz bəbəyi kimi qoruyurdu. Bir dəfə Baykal yuxuya getdikdən sonra Anqara gənc Yeniseyin yanına qaçdı. Yuxudan oyanan Baykal öz sularını titrətdi. Şiddətli fırtına qopdu, dağlar nərildədi, meşələr silkələndi, göy üzü kədərdən qaraldı, heyvanlar qorxu içində qaçışdılar, balıqlar suyun dərinliklərinə endilər, quşlar günəşə doğru uçuşdular. Qüdrətli Baykal dağdan bir qaya qoparıb uzaqlaşan qızına tərəf tulladı. Qaya gözəl Anqaranın düz boğazının üstünə düşdü. Mavigözlü Anqara yalvarışlı səslə dedi:
- Ata, mən susuzluqdan yanıram, məni bağışla, heç olmasa bir damcı su ver.
Baykal qəzəblə çığırdı:
- Mən yalnız öz göz yaşlarımı verə bilərəm!
Min illərdir ki, Anqara Yeniseyə doğru göz yaşı axıdır. Qoca və tənha Baykal isə qaraqabaq və qəzəblidir. Baykalın öz qızına tərəf atdığı qayanı isə insanlar Şaman daşı adlandırırlar."
03 Nisan 2009
merkezi sistem
o zamanlar kombi falan yok. "herkes ne yakarsa onu verir" üzerinden yürümüyor işler; apartman aidatı denilen şeyin sahici bir manası var. kaloriferin yanması için kışın başında kömür kamyonu geliyor, kömür deposunun önünde damperini kaldırıyor, kıyıda köşede kalan kömür kürekle deponun içine dolduruluyor. tam da bu yüzden belki oralarda koşup oynayanın elinde, dizinde, pantolonunda, tişörtünde siyahlığın olması kaçınılmaz oluyor.
daha geçen yatakta yatmış bir yandan kaloriferden gelen sesleri dinleyip -evet kaloriferden ses gelir, "çıt çıt çıt" ya da benzeri bir şekilde- bir yandan o doğduğum evi düşünürken ciğerim Bülent'in oranın beş apartman altına -ama karşı tarafta, numarası tek olduğuna göre- taşındığını öğrendim; "hoşdere caddesi halit ziya sokak 16/5".
insanın küçüklüğünün ne mühim şey olduğunu kavradım artık. kim bilir belki kedilerin küçüklüklerinde öğrendiklerinin de vardır bir hikmeti; pıt'ın kulağına her gün "pıt pıt pıt" diye fısıldamasaydım, kafasını okşamasaydım yataktan çağırınca koşup gelir miydi yanıma?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)