14 Kasım 2013

Kitabi: 06.XI.2012 - 06.XI.2013



  • Saltanat Şehri İstanbul
  • John Freely

  • Ağrı Dağı Efsanesi
  • Yaşar Kemal

  • Yabanın Tuzlu Ekmeği
  • Erich Auerbach

  • Yeni Bulunmuş Mektuplar
  • Franz Kafka

  • Mutluluğun Mimarisi
  • Alain de Botton

  • Kasap
  • (der.) Hilal Oytun Altun-Emine G. Naskali

  • Peri Gazozu
  • Ercan Kesal

  • Beyefendi
  • Hatice Meryem

  • Olduğu Kadar Güzeldik
  • Mahir Ünsal Eriş

  • Sol İlahiyat
  • (der.) Kâzım Özdoğan-Derviş Aydın Akkoç

  • Diyarbakır 5 No.lu
  • Bayram Bozyel

  • Yıkılsın Bu Düzen
  • Mete Çubukçu

  • Cehennem Çiftliğinden Kaçış
  • Barış Uygur

  • Hayalperest
  • Pam Munoz Ryan-Peter Sis

  • Yozlaşmamış Kedi
  • Terry Pratchett

  • Anılarım
  • Çerkes Ethem

  • Tesla-Zamanın Ötesindeki Deha
  • Margaret Cheney

  • Kızıl Saçlı Amazon
  • Haldun Taner

  • Ölümcül Yumurtalar
  • Mihail Bulgakov

  • Dumankara
  • Levent Cantek

  • Aşk Cumhuriyeti
  • Martin Stokes

  • Kediler Güzel Uyanır
  • Yekta Kopan

  • Azrailin Öbür Adı
  • Turhan Temuçin

  • Hücum ve Polemik
  • Necip Fazıl Kısakürek

  • Sosyalizm Komünizm ve İnsanlık
  • Necip Fazıl Kısakürek

  • Ankara Kabadayıları
  • Halil Soyuer

  • Kumarbaz
  • Dostoyevski

  • Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye
    (Fethi Okyar'ın Anıları)
  • Mehmet Seyitdanlıoğlu-Osman Okyar

  • Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan
  • Elisabeth Roudinesco

  • Kappa
  • Ryunosuke Akutagava

  • Tarihin Saklanan Yüzü
  • Çetin Altan

  • Kara Kedi
  • Edgar Allan Poe

  • Enver Paşa'nın Anıları
  • (yay. haz.) Halil Erdoğan Cengiz

  • Maus
  • Art Spiegelman

  • Zadig
  • Voltaire
    --------------------------------------
    * Zadig
    * Kappa
    * Ankara Kabadayıları
    * Azrailin Öbür Adı
    * Hayalperest
    * Ağrı Dağı Efsanesi
    * Saltanat Şehri İstanbul

    22 Ekim 2013

    yol yol yol....




    Başvekilin "yol" meselesindeki tavrını biliyoruz, iyice öğrendik artık: "Yol" diyor başka bir şey demiyor. Hatta en son ne kadar kararlı olduğunu göstermek için, "cami bile çıksa fark etmez kardeşimmm ben yolumu yaparım" noktasına kadar geldi: 
    "Yol medeniyettir. Ama medeni olmayanlar yolun kıymetini anlamazlar. Önünde cami bile olsa yol oradan geçecekse o camiyi yıkar, o camiyi gider başka yerde inşa ederiz."
    http://www.akparti.org.tr/upload/images/rteyol.jpg


    "Ağaçları kesme, ormana dokunma yav" diyenlere, "Gidin ormanda yaşayın" demişliği de var. Zaten Angara'nın büyük belediye başkanı da "Kesiyoruz ama parasını veriyoruz" demiyor mu? (Ki kesilen ağaçlar meselesi her açıldığında parasını verip ithal ettiği bilmem kaç bin ağaçtan söz ediyor)

    ***

    Yakın zamanda Arnavutluk başbakanı olan Edi Rama'nın kitabını yaptık: "Kurban". Rama, 11 yıl Tiran belediye başkanlığı yapıyor, arada Sosyalist Parti'nin başına geçiyor, 2013 içindeki son seçimlerde de Sali Berisha iktidarına son verip başbakanlığı kazanıyor. Tipik bir sağ-muhafazakar siyasetçi örneği olarak çizdiği Berisha portresi, belediye başkanıyken de parti lideriyken de Berisha'yla girdiği mücadele, Berisha'nın yapıp ettikleri-hareket tarzı o kadar tanıdık gelmişti ki, kitapla uğraşırken epeyce şaşırmıştım da doğrusu.

    Ama özellikle "yol takıntısı" Sali Berisha'da da vardı. Kitabın o kısmını hiç unutmadım, çünkü çok bizdendi aslında:
    "Sali’nin [Berisha] takıntısının ismi yol, yol, yoldur. Ancak o yolların nereye gittiği, etraflarında neler olduğu, bu yolların yapımındaki yatırım/kazanç oranının -yani ülke açısından iktisadi faydayı kastediyorum yoksa başbakanın sarayı veya saray erkânı açısından doğacak faydayı değil, zira bu bakımdan hesapların yapıldığından şüphem yok-, bugün/gelecek oranının ne olduğu konuları Arnavut hükümetinin aklından hiç geçmez. Zira hükümet meşhur bir araştırmacının, Üçüncü Dünya ülkelerinin neden başaramadıklarını anlatırken ifade ettiği acı tespitindeki hükümetin aynısıdır:
    'Bu ülkelerin hükümetleri için tek sorun vardır: Köşeye sıkıştırılması, baskı altında tutulması ve mümkünse dinmeyen gerginlikler aracılığıyla yok edilmesi gereken muhalefet. Halklarına hükümetten memnun olunması gerektiğini anlatmak için de tek yol vardır, yol yapmak. Bunu yaparken de hükümetin yol yapımı konusunda ülke tarihinde biricik olduğunu tekrarlayıp durur.'"
     
    http://cdn.internethaber.com/news/187065.jpg
    "gaz neredeydi?"

    Başvekilin hükümeti yol yapımı konusunda ülke tarihinde biricik ama şükür Türkiye, Üçüncü Dünya ülkesi değil!... 

    27 Ağustos 2013

    Başvekilin Gözyaşları...

                                                        “… Yavrum, erişmek ne müşkülmüş meğer,
                                                        Anneler gibi ağlamanın yiğitliğine?”
                                                                                                     Nâzım Hikmet



    Gözden kaçıranlar olmuştur, Sibel Eraslan’ın, Star gazetesindeki köşesinde 21 Ağustos’ta yazdığı yazının başlığı “Esra Albayrak: Babamı ağlarken gördüm bu sabah”tı. Başbakan Erdoğan’ın kızı Esra Albayrak, Eraslan’a babasının İhvan liderlerinden Muhammed Biltaci’nin vurularak öldürülen 17 yaşındaki kızı Esma Biltaci’nin ölüm haberini okurken ağladığını söylemiş, Eraslan da bunu köşesinde yazmıştı.  

    Bundan bir gün sonra, 22 Ağustos’taysa başvekilin gözyaşlarını gözden kaçırmak artık namümkün hale geldi. Zira Erdoğan katıldığı bir televizyon programında Esma için bir kez daha, bu kez canlı yayında ağlıyordu: “Ağlamaktan konuşamadı” (Hürriyet), “Şehit Esma için gözyaşı” (Yeni Şafak), “Başbakan canlı yayında ağladı” (Zaman), “Aklıma kızım geldi” (Milliyet), “Tv’de Esma’ya gözyaşları” (Habertürk), “Başbakanı ağlatan mektup” (Radikal), “Erdoğan’ın gözyaşları” (Vatan)… Herkes pek bir duygulandı; başvekilin ağlamasına ağlandı, başvekilin ağlama haberini sunan spikerin ağlamasına ağlandı, başvekilin ağlama haberini sunan spikerin ağlamasına ağlayanları duyanlar ağladı, ağlandı da ağlandı…


    Erdoğan’ın kameralar önünde ağlaması yeni değil, biliyoruz. Muhtelif vesilelerle gözyaşı dökmüşlüğü var. 17 yaşındaki Esma için döktüğü gözyaşının samimiyetini de sorgulamayalım; insanevladının, ne kadar uğraşırsa uğraşsın gözyaşı kanallarına söz geçiremediği zamanlar olur. Yine de şu sorgulanabilir: En kıymetli insanlık hassalarından birini gösterip başkalarının acısı için gürül gürül ağlayabilen, “Aklıma kızım geldi” deyip ağladığı için konuşmaktan kesilen bir insan nasıl olup da bizzat başında bulunduğu devlet başka ana-babaların 19-20 yaşlarındaki evlatlarını ellerinden alırken Sultanahmet Meydanı’nındaki Dikilitaş gibi kayıtsız, mağrur durabilir? (ki o Dikilitaş da 390 yılında Mısır’dan getirilmiştir! Bir cephesinde şunlar yazar: “18. sülaleden Yukarı ve Aşağı Mısır’ın sahibi 3. Tutmosis, Tanrı Amon’a kurbanını sunduktan sonra Horus’un yardımıyla bütün denizleri ve nehirleri hükmü altına alarak hükümdarlığının otuzuncu yılı bayramında bu sütunu daha nice zamanların getireceği bayramlar için yaptırdı ve dikti.”) Evladının resmine sarılıp ağlayan ana-babalara; neredeyse 25 yıldır yaşadığı inzivadan oğlunun cenazesi için çıkıp, oğlunu gömdükten sonra gece mezarının yanında kıvrılıp yatan bir babaya; tam da ağlama haberlerinin manşet olduğu gün ortaya çıkan, oğlunun beyin kanaması geçirip hayatını kaybetmesine yol açan saldırının silindiği iddia edilen görüntülerini izleyemeyen anneye karşı bir şeyler hissetmez?  


    İnsan, herkesi sevmeyebilir, herkes için gözyaşı dökecek diye bir şey de yok; burası tamam. Heyhat, gözyaşları üzerinden konuşulan “insanlık” olunca, hele ki, bu, bir memleketin yöneticilerinin insanlığı olunca işler biraz değişiyor. Bir ülkenin yöneticilerinden hiç değilse asgari adalet duygusu beklemek de vatandaşlarının hakkıdır zira.

    17 yaşında iki kurşunla ölen Esma'nın gülüşüyle, 19 yaşında devlet destekli şiddetle ölen Ali İsmail Korkmaz'ın gülüşü aynı aslında. Biri diğerinden büyük ya da küçük değil, aynı… Ne var ki, artık çok iyi biliyoruz, herkes için, bilhassa insanlıktan söz edenler için durum pek öyle değil…

    25 Haziran 2013

    va mişkunan



    “Artvin ve Bergama'da siyanürle altın arama belası, Akkuyu'da nükleer santral, Gökova'da termik santral... derken şimdi de -ki aslında çok zaman önce başlayan- Samsun-Sarp Sahilyolu projesi. Bu proje kapsamında yok edilen ve durdurulamazsa tümüyle yok edilecek olan sahillerimiz ve çocukluğumuz ve geleceğimiz ve tarihimiz ve... YAŞAM! 

    İnsan hayatının hiçe sayıldığı, kendinden olmayanın değersiz görüldüğü, barışın ve kardeşliğin önemsiz sözcükler, insanın en değersiz şey olduğu ülkede yok olan sen, yok olan ben, yok olan sevgi, yok olan zaman, yok olan insan, yok olan... YAŞAM!”*


    *Kazım Koyuncu'nun "Viya" (2001) albümünün kartonetinden... Kazım gideli sekiz yıl olmuş... 

    19 Haziran 2013

    "Mustafa Keser'in askerleri" "Mermer Sıçanlara" Karşı...

    Milos Forman’ın şahane filmi “Amadeus”ta bir sahne vardır: Beaumarchais'nin tiyatro eseri “Figaro’nun Düğünü”, zenginlerle ve aristokratlarla alay ettiği için Viyana’da yasaklıdır. Mozart, bundan uyarlanan bir opera yapmaya girişir ve İmparator Joseph’i ikna etmeye çalışır. Kraliyet müzisyenleri ise “Aman efendim, olur mu öyle şey” minvalinde karşı argümanlar geliştirirler. Tanrılar ve efsaneler gibi “yüce” şeyler üzerine bir şeyler hazırlamasının çok daha yerinde olacağına dair söylenenlere Mozart cevabı yapıştırır:

    “Haydi biraz dürüst olalım. Hepiniz, Herkül, Horaitus ya da Orpheus yerine berberinizi dinlemeyi tercih etmez misiniz? Hep o eski can sıkıcılar! Öyle yüceler ki, sanki mermer sıçıyorlar!” 


    “Chapulling” diye bir kelime yaratan, “Mustafa Keser’in askeri” olan, çareyi Drogba’da gören, Çarşı’ya tapan, “Tayyip winter is coming” deyip aslında “diziler üstü” bir pozisyon alan, “I love Gaviscon” yazılarıyla biber gazına karşı bir mide ilacı yanında saf tutan, penguenleri direnişçi yapan, gazların sinüsleri açtığına inanan, “Tek Yol Devrim” yazısının altına karikatür kahramanı Fırat’ın “dinimiz amin” lafını iliştiriveren, birbirlerine öldüresiye düşman rakip takım taraftarlarını kol kola sokuveren, hiç tanımadığı insanlara evinin kapısını açmaktan gocunmayan, birbiriyle kelimenin bütün anlamlarıyla dayanışma içinde olan bir hareket 31 Mayıs hareketi... “Yüce” olanın ne olduğunu soluduğu gazla, kafasına yediği biber gazı kapsülüyle, sırılsıklam eden Toma saldırısıyla iliklerine kadar hisseden, bunun şiirini yazan bir hareket… Polisle, tüm o eski can sıkıcılıklarla, insanın içine fenalık getiren aşınmış kavramlarla, hatta kendisiyle dalga geçmeyi bilen, “mermer sıçanlar”a karşı inadını ortaya koyan bir hareket…

    “Şöyleler”, “böyleler” diyenlere kulak asmayın; sürekli ayar almaktan, azarlanmaktan, tedip edilmekten sıkılanlara, memleketin üzerine sinen boğucu havadan bunalanlara, farklılarla bir arada yaşamayı unutturan “vatan millet Sakarya” hamasetini geride bırakanlara dikkat kesilin. Kendinize göre hiçbir şey bulamazsanız en kötü ihtimal berberinizin orada olacağı kesin…

    (Birikim-Güncel, 06.06.2013)
    (http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=961&makale=%22Mustafa%20Keser%27in%20askerleri%22%20%22Mermer%20S%FD%E7anlara%22%20Kar%FE%FD...)

    03 Haziran 2013

    psikoloji, polis, şahların şahı...



    "devrimler üstüne yazılmış bütün kitaplar, sendeleyen yetkenin çürüyüşünü ya da halkın sefalet ve acılarını anlatan bir bölümle başlar. oysa bu kitaplar ürkütülüp sindirilmiş, dehşete düşmüş bir adamın, birdenbire nasıl olup da korkusunu yendiğini, nasıl rahatladığını anlatan psikolojik bir bölümle başlamalıdırlar. bazen aniden, bir şok ya da arınma gibi gerçekleşiveren bu olağandışı sürecin aydınlatılması gerekir. kişi korkuyu başından atar ve kendini özgür hisseder. bu gerçekleşmeden hiçbir devrim mümkün değildir..."




    "... Polisin deneyimi: Bir insana bağırıp sopamı kaldırırsam, o önce korkudan uyuşup kalır, sonra koşarak kaçar. Kalabalığın kenarındaki adamın deneyimi: Yaklaşan bir polis gördüğüm anda ödüm kopar ve koşmaya başlarım. 

    Bu deneyimlere dayanarak iyi bir senaryo hazırlayabiliriz: Polis bağırır, adam kaçar, diğerleri toz olur ve meydan boşalır. Fakat bu kez her şey farklı bir biçimde gelişiyor. Polis bağırıyor, fakat adam kaçmıyor, orada dikilip polise bakıyor; bu bakış yalnızca tedbirli ve korkulu değil, aynı zamanda sert ve cüretli, işte durum bu merkezde. 

    Kalabalığın kenarında duran adam üniformalı yetkiliye küstahça bakıyor. Polis kımıldamıyor. Etrafına göz atıyor ve aynı bakışı diğer yüzlerde de görüyor. O adamınki gibi diğer yüzler de uyanık, hâlâ biraz korkak, fakat daha şimdiden metin ve sert. Polis bağırmaya devam ediyor, ama hiç kimse kaçmıyor; sonunda o da sesini kesiyor. Bir anlık sessizlik. Polisle o adamın olup bitenlerin farkında olup olmadıklarını bilmiyoruz. Adamın korkusu geçmiştir, bu da kesinlikle devrimin başlangıcıdır. 

    Şimdiye dek bu iki adam ne zaman birbirine yaklaşsa, bir üçüncü şahıs hemen araya girmişti. Üçüncü şahıs korkuydu. Korkuysa polisin dostu, adamın düşmanıydı. Korku kendi kurallarını dayatıyor ve her şeye karar veriyordu. Şimdiyse iki adam ilk defa yalnız, yüz yüze. Korku yok oluyor. Şimdiye dek bütün ilişkileri heyecan, saldırganlık, hakaret, öfke ve terörle doluydu hep.

    Ancak şimdi korku yok olmuş, bu sapık ve nefret dolu birlik ansızın yıkılmış, sanki bir ateş söndürülmüştür. Bu iki adam artık birbirine karşı kayıtsız ve ilgisiz hale gelmiştir; bu yüzden kendi bildiklerini okuyabilirler. Böylece polis ağır ağır karakola dönerken, adam orada dikiliyor ve gözden kaybolan düşmanına bakıyor..."

    Şahların Şahı
    , Ryszard Kapuscinski

    15 Ocak 2013

    yazmak, Altaylı Tahir ve başka şeyler...

    yazmaktan konuşur gibi yapıp başka şeylerden söz edelim: yazıyı kendileri için yazanlar ve başkaları için yazanlar iki farklı tiptir. kendileri için yazanlar, gönüllerinin çerçevesinin genişliği dahilinde kalemle ilişki kuranlardır çoğu zaman ki, şüphesiz onlar için "başkaları ne diyecek"ten, "göze girmek"ten önemlisi "başkalarına bir şey dedirtebilmek", "göze sokmak"tır.

    futbol konuşur gibi yapıp başka şeylerden söz edelim: takımları ayakta tutanlar büyük futbolculardan ziyade işini yapan futbolculardır ki onlar, yıllar sonra pek hatırlanmayacak olmanın bilincinde, sohbetlerde "ha bir de öyle biri vardı" lafının kenarına ilişeceklerinin farkındadırlar. yine de, sadece işlerini yapmayı bildikleri için işlerini yapıp kenara çekilmekten gocunmazlar. dünya öyle insanların sayesinde mana kazandığını neredeyse hiç bilmez.

    Altaylı Tahir'den konuşur gibi yapıp başka şeylerden söz edelim: sadece işini yapıp birilerinin aklına girmiş birisini -nedeni, nasılı mühim değil- gönlüne sokmuş birisi oturur bunun hakkında iki satır bir şeyler yazar, yıllar yıllar yıllar sonra telefonu çalıp "ben Altaylı Tahir, çok teşekkür ederim yazıya" lafını duyarsa, hani o dandik "evrenin sırrı" kitaplarında anlatılan esriklik halinin rahat rahat beş mislini yaşamış olur...


    yazmak, hiç tanımadığın birilerinin gönlüne dokunabildiğin için kuvvettir, kıymettir... o yüzden ilk yazmaya başladığın gün verdiğin sözü unutmayacaksın işte kendine: "PAF takımı oyuncusu heyecanını yitirdiğin gün bırak bu yazıyorum ayaklarını. başkaları yemez zaten de kendine hiç yediremezsin!" 

    ----------------

    - Altaylı Tahir kimdir bilmeyen vardır, böyle buyursun

    - bu da 6 Ağustos 2005'ten, o bianet yazısı: 

    Altaylı Tahir: Azalan Bayrak Adamlar
    29 Temmuz akşamı, İzmir'de Alsancak Stadı'nda bir jübile maçı vardı. Altay ve Beşiktaş arasında oynanan maçla, Altay'ın "emektar" kaptanı Tahir Karapınar, iki yıl önce bıraktığı futboldan resmi olarak kopuyordu.

    Siyah-beyazlı takımda 12 sene boyunca top koşturmuş, hatta takımın zora düştüğü zamanlarda geçici olarak teknik adamlık görevini de yapmış Tahir, dışarılarda "bayrak adam/futbolcu" tabir edilen bir kuşağın memleketimizdeki son örneklerindendi. Hazır memleketimizin "süper" (!) ligi de başlamaktayken, Tahir üzerinden bu konuya biraz daha yakından bakalım mı?

    Futbola Tirespor 'da başlayan Tahir, Muğlaspor, Manisaspor ve Göztepe 'de forma giydikten sonra 24 yaşında Altay'a transfer oldu. O andan itibaren, 12 yıl boyunca Altay takımının formasını giyen Tahir'in, Altay denilince aklıma gelen ilk isim olması boşuna değildir sanırım.

    Zaman içinde takımın ayrılmaz parçalarından birisi olan ve kaptanlığa kadar yükselen futbolcu, daha ilk yıllarından itibaren ortaya koyduğu yoğun emek ve takımı için her şeyini vermeye hazır oyunuyla, birçok futbolsever tarafından Altay'la özdeşleştirildi. Nitekim kendisi de jübilesi öncesinde şöyle konuşuyordu: "İlk yıllarda hep Altay'da sembol olmak istediğimi söylemiştim. Bunu ne kadar başardığımı kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Gittiğim her yerde Altaylı Kaptan Tahir olarak sevgi ve ilgi görmek benim için gurur verici."

    Velhasıl kaptan Tahir, gerek efendiliği gerekse "görev adamı" formu ile "bayrak futbolcu" sıfatını çoktan hak etmiştir. İki sene önce Radikal Futbol'da yazdığım bir yazıda kendisinden söz ettikten sonra, Yücel Uz adlı bir okurdan gelen mail, Altaylılar'ın Tahir'e bakışının net bir özetidir aslında:

    "Bu tür takımların oyuncuları, eğer potansiyel bir 3 büyükler yolcusu değilse, 'şöyle kişilikliymiş, böyle centilmenmiş'diye kimse tarafından konuşulmaz bile. Bu yüzden sana, Radikal Futbol'un, 2 Eylül sayısında eski Kaptanımız Tahir'le ilgili olarak yazdığın güzel şeylerden dolayı, geç kalmış bir teşekkür borcum vardı.
    O gerçekten kişilik sahibi bir insan. Onun bu yapısı futboluna yansımıştı. Bu da onu, 50'lilerde, 60'larda kalan bir futbolcu tipinin (Takımıyla özdeşleşen, yarı profesyonel) günümüzdeki yansıması yapmıştı. Bu tip insanların toplumda daha çok vitrine çıkarılması ve kişilik modeli olarak lanse edilmesi gerektiğini düşünüyorum...".

    Uz'un mailinin kapsayıcılığına dikkat: Malûm üçlü İstanbul oligarşisinde oynamayan bir futbolcunun, bayrak adamlığının öne çıkmayacağı savunusu haklı ve yerinde değil mi?

    Her ne kadar, üzerinde daha önceden kalem oynatılmış olsa da, ısrarla ve inatla tekrar tekrar yazılması gereken, ama şimdilik bir başka yazının konusu olan bir mevzuu. Bu futbolcu tipinin 50'lerde-60'larda kaldığı fikriyatı da kuvvetli bir yaklaşım. Ama o kadar gaddar olmayalım; belki o kadar eski değil bu tipin kaybolması. Ancak 80'lerden sonra çok daha az görmeye başladığımız, hatta 90'larda görememeye başladığımız da gerçek.

    Zira bayrak futbolcu fikriyatının temeli, para bağımsız bir düşünmeyi gerektiriyor! Lafı uzatmayalım, Tahir'e, bir türün son temsilcilerinden birine saygılarımızı sunmak boynumuzun borcu.

    Son temsilcilerinden birisi deyince, yazının finalinde bir başka isme değinmeden geçmemek de şart: Söz ettiğimiz, 12 yaşında başladığı futbolda, 19 yıl boyunca başka hiçbir takımın formasını giymemiş birisi. Artık takımda istenmeyen adam olduğunu bildiğimiz, takımdan gönderildiği açıklanan. Ancak son durumu hakkında hiçbir yerden bilgi alamadığımız bir isim: Bülent Korkmaz!

    Hani UEFA Kupası finalinde, çıkık koluyla maçı tamamlayan, kupayı da askıya alınmış koluyla kaldıran Galatasaray kaptanı...
    (link
    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...