06 Şubat 2012
“SPORUN BALZAC’I”NI ANMAK…
“SPORUN BALZAC’I”NI ANMAK…
Çok net, çok açık: Onun gibi yazan yoktu, yok, büyük ihtimalle olmayacak da. Sayısız taklidi var; kendi kuşağından, biraz mürekkep yalamış yeni nesilden ama onun üslubunun kıyısına yanaşan ya hemen sonraki yazısında yine denizin ortasına dönmüş oluyor ya da o elbise üzerine zaten bol geldiğinden çırpınıp duruyor. Çünkü onun koca koca harflerle doldurduğu sayfalara eliyle yazdığı yazıların arkasında (“İmzalı yazılarımın teki bile daktiloyla yazılmış değildir. Elle yazarım. Çünkü elle yazıldığında üçüncü, dördüncü kelimeden sonra, buraya hangi kelimeyi koyarım diye, bana bir düşünme payı kalır. Bu, makineyle olmuyor…”), sadece bir kalem erbaplığı değil tam bir “çelebilik”, kültürel donanımı tam bir beyin vardı. Arnavutluk aristokrasinden bir aileye mensup olmanın getirisidir bu belki bir yanıyla ama işte tam da o aristokratlığını halk adamlığıyla yoğurmuş olmasıdır onun kafasını farklı yapan.
1932’de Tiran’da doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nda işgal güçlerine karşı savaşan komünistlerin lideri Enver Hoca’nın ülkenin de lideri olup Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’ni kurmasından sonra kraliyet mensuplarının yaşadığı korkuya kapılan ailesiyle birlikte İstanbul’a göçtüler. Bir süre Galatasaray Lisesi’nde okudu, daha sonra Vefa Lisesi’ne geçti. Bir yandan da amatör olarak futbol oynuyordu. 1950’li yılların ilk yarısında İstanbul’un ünlü amatör takımlarından Çapa’da sürekli forma giymeye başlamıştı. Sol ayaklıydı! Hatta bir “efsaneye” göre Tercüman gibi bir gazetede çalışırken bile, Mao öldüğünde tek başına saygı duruşunda bulunacak kadar solcuydu!
1957’de Günlük Spor gazetesinde başladığı yazarlık kariyerini, Son Havadis, Türkiye Spor, Yeni İstanbul, Akşam, Tercüman ve Milliyet gazetelerinde sürdürdü. 44 yıllık gazetecilik yaşamında, birçok kurumdan 26 ödül aldı. Yazarken mümkün olduğunca saha içine hapsolmamaya gayret etti. Üstelik bunu, öyle böyle değil, “şahane” başardı. Atilla Gökçe’nin “Futbolun Ölümü”nün önsözünde dediği gibi, “Spor alanından yola çıkarak yedi iklimin bin bahçesinden çiçekler derleyip son noktada elinize tutuşturuyordu… Sözcükler, belki hiçbir sözlükte bulunmayan ama mutlaka okuyucusunu bulan yepyeni anlamlarla kodlanarak ulaşıyordu size…” Baba Hakkı’nın (Hakkı Yeten) onun için “Sporun Balzac’ı” demesi, Süleyman Seba’nın “Arnavut Prensi” yakıştırması hiç de boşa değildi yani.
Boşa değildi zira, yaptığı işe duyduğu saygıyı kültürel birikimiyle harmanlayan, edebiyat denizinde kulaç atmayı seven, eşsiz benzetmeleriyle insanın damağında bir spor/futbol yazısı değil harika bir romandan bir pasaj okuyormuş hissi uyandıran bir stili vardı. Tanıl Bora-Ümit Kıvanç ikilisinin yine “Futbolun Ölümü”ndeki yazısından alalım: “… spor yazarlığının hikâye anlatmakla nasıl iç içe geçebileceğini sezmiş, hızla gözünün önünden geçen bir sporcunun bacaklarındaki ritmin, bir futbol takımının topluca nefes alıp verişinin, topun ayrı ayrı insanlarla kurduğu ilişkilerin varlığının farkına varmış, bunları anlatmaya çalışan bir insandı. Futbolcunun, takımın, maçın, hatta bir enstantanenin ‘ruhunun’ peşindeydi… her zaman sporun içindeki insanı arıyordu.” Kimseye öykündüğü için değil, öyle olduğu için başkaydı İslam Çupi…
06 Şubat 2001’de İstanbul’da hayatını kaybettiğinde memleket spor yazarlığında bir perde kapandı. Hoş, belki de tek oyuncusunun zaten yine kendisi olduğu bir senaryoydu İslam Çupi’ninki ama her durumda futboldaki saçma sapanlıkların, onların gazetelere yansımasının ötesini görmek isteyenler için izlenebilecek en nefis oyundu.
İşte bu yüzden herkesin adını bildiği ama yazılarını neredeyse hiç bilmediği bir yazardır İslam Çupi. Çünkü onun yazılarındaki nefaset, her satırından damlayan birikim, sakınmasız bir Fenerbahçeli olmasına rağmen sahanın tamamına bakabilme becerisi bugünün haldır huldur, sadece sonuca, başarıya odaklı futbolunda bir şey ifade etmiyor.
Çok net, çok açık: Barış Karacasu’yla birlikte yazılarından derlediğimiz “Futbolun Ölümü”nün de, “Olaylar Sağ Bekin Lahana Dolmasını Yemesiyle Başladı”nın da aradan geçen bunca zamana rağmen neredeyse 1000 tane satmamış olması İslam Çupi’nin değil, memleketin ayıbıdır. İslam Çupi’nin olsa olsa onuru olur…
----------------
hayatta "ne iyi oldu da yaptım" dediğim işlerden birisidir İslam Çupi'nin yazılarını derlemek (üçüncü ciltte Barış koşmaya devam etti, ben bayrağı Yavuz'a devrettim). Barış'la birlikte Milliyet'in Ankara bürosunun bodrumundaki eski gazeteleri karıştırırken, Meclis Kütüphanesi'ndeki görevlilerle epey içli dışlı olurken, Milli Kütüphane'nin kaç yıldır girilmemiş gibi gözüken dehlizlerinde dolanırken "nereden bulaştık bu işe" düşüncesi, en azından benim kafamdan hiç geçmedi. çünkü iyi bir şey yapmanın ötesinde, aslında kendimiz için bir şey yaptığımızı düşünüyordum: hem kalem erbaplığı konusunda, hem futbolu sevme biçimi konusunda, hem de her şeyin ve hiçbir şeyin futbolla alakası konusunda. yüz yazısından en az 80'i edebiyat içeren Çupi, Fenerli olduğunu hiç saklamaz, zaman zaman Fener-mania'ya yenik düşer ama onun kaleminde her türlü rengin ötesinde futbolu sahiden seven bir adamı görürsün; üstelik lahana dolmasından abajura her şeyi futbola getirip bağlayabilir...
bu yazıyı vaktiyle ntvspor'a yazmışım. demişim ya işte, herkesin adını bildiği ama yazılarını neredeyse hiç bilmediği bir yazar olsa da "Arnavut prensi" kimseye öykündüğü için değil, öyle olduğu için başkadır...
kitapları
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder