16 Şubat 2014

Başka türlü şeker olsak...

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. 2002'nin sonlarına doğruydu, Kasım ortaları belki. Cebeci İnönü Stadı'ndaydım. Yalnızdım. Yanlış, bir de Bruno vardı resmi rakamlara göre 35 bin kişi alan stadın o üstü derme çatma saçla kaplı olmayan "açık tribün" tarafında. Rakip takım kimdi hatırlamıyorum ama bizim takımın genel gidişi felaket kötüydü. Lig başlayalı 10 haftayı geçmişti, galibiyet yoktu. Amigo Bruno, kendini yırtarcasına bağırıyordu, "Uzun oyna! Uzun oyna!". Heyhat, takım ısrarla kısa pas yapıyor, top suya takılıp kalıyordu. Bu sırada takımın genel kaptanı arkasını dönüp Bruno'ya "Kes" diye bağırdı. Ben de dayanamadım, "Adam yanlış bir şey mi söylüyor?" dedim. Bunun üzerine takıma yeni gelen abimiz, muhtemelen işçilerle memurlar arasındaki çekişmeye yollama yaparak, bu sefer bana "Senin kimin maşası olduğunu biliyoruz zaten. Şerefsiz şerefsiz yazılar yazıyorsun" diye bağırdı. O sıra, Radikal Futbol'a İkinci Lig değerlendirmeleri yazıyordum! Geçmiş gün, o sırada takımı çalıştırmakta olan hocamız da, futbol tanrıları başarılı etsin, bir şeyler söylemişti bana. Mevzu fazla da uzamadı, sonuçta sahada top oynanıyordu. Ama birbirimize o kadar yakındık işte. Yalnızlıktan... 

                                                                          ***
 

2004'ün Ağustos'uydu. Sezon açılıyordu. Cebeci'ye maç saatinden 15 dakika kadar önce vardık. Elimdeki torbada "Haydi Şeker" yazdığımız pankartı tutuyordum. Gişeye yaklaştık, kapalı! Laklak eden polislerden birisi "Şeker çıkmamış sahaya, maç yok" dedi. Protokol girişine gittik: "Sizin takım sahaya çıkmıyor. Gelen giden kimse yok". Şekerspor'un kapısına kilidi resmen vurduğu haberi bir hafta sonra gazetelere düştü zaten. Takımsız kalmıştım. Yalnız kalmıştım... 

                                                                         *** 

Sonra Bruno'nun en azından takım tekrar açılana kadar, demek ki inanıyordu, Melih Gökçek'in Ankaraspor'unu destekleyeceği haberi düştü ajanslara. Ben, zaten memleket futbolunun gittiği yerden, vardığı yerden mutsuzdum, üstelik takımsızdım. Futbol yazmayı bıraktım. Yalnızlığımla baş etmeye çalıştım... 


                                                                          ***

Derken, bu sefer futbol şubesini KC Group adlı bir inşaat firmasının satın aldığı, borçları ödediği, büyük yatırıma hazırlandığı haberlerini öğrendik. Sevincim, bir şekilde tanıştığımız memleket futbol alemindeki eli yüzü düzgün adamlardan olan Bahri Kaya ve yardımcısı Metin Yıldız'ın takımın başına geçmesiyle katlandı. KC sahiden de hevesliydi; 1. Lig deneyimi olan önemli isimlerle sözleşmeler imzalandı, takımın yepyeni ve sahiden şahane formaları oldu, her ne kadar daha önce Gençlerbirliği taraftarlar grubu Alkaralar kullanıyor olsa da "Ankara keçisi" amblem seçildi, takımın attığı her golde özel olarak yazılmış şarkısı çalındı... Tribünlerde güne gider gibi süslenmiş kadınlar, Ray-Ban gözlüklü erkekler bitmeye başladı... Çoğalıyor muyduk? 


                                                                         ***

Beşiktaşlı Sergen'in Şekerspor'a transfer olmasına kimse inanamadı elbette. Ondan sonra yaşananların üzerinden geçmeye gerek yok. Ahmet Dursunlar, Serkan Aykutlar, Ahmet Yıldırımlar... Artık kapısına kilit vurması çoğu yerde haber olmayan takımımız her gün spor sayfalarında gözüküyor. 


Herkes işin altında başka bir şeyler arıyor, ben aramıyorum. Başkanın "iyi adam" olduğunu, kendi inşaatlarında bizzat metrelerce kablo çekmekten buralara geldiğini, sosyal sorunlara belli bir duyarlılık taşıdığını, mesela Ahmed Arif-Nâzım sevdiğini, "30 Mart"ın anlamını bildiğini gayet içerden biliyorum. Sergen'in transferine değil ama bunlara seviniyorum. Beri yandan, bu kadar göz önüne çıkmak da ürkütüyor beni. Bizim "yalnız" takımımız artık tüm memleketin dilinde, ama hasetle ama övgüyle. Sonra mesela Sinan Engin'in takımımızla adı geçiyor. Öfkeleniyorum, "lütfen olmasın" zikirlerine başlıyorum. Bu takımda gençler nasıl forma bulacak bilmiyorum, üzülüyorum. "Böyle olmasak" diyorum. "Bu kadar yıldıza rağmen başka bir takım olmayı başarsak" diyorum. "Çoğalsak ama 'doğru' olsak" diyorum... 


                                                                        ***

"Endüstriyel futbola", oyuna paranın girmesine dair çok şey söyledim, yazdım. Ama "takımsız kalmanın" ne demek olduğunu da bizzat yaşadım. Şimdi sahiden kafam karışık: Takımımız gözlerimizin önünde bir yerden tamamen başka bir yere gidiyor. Türkiye'nin Chelsea'si olma yolundayız. Ama bu, en basiti belki de. Halbuki herkesin söylediği gibi batağın içindeki Türkiye futbolunda farklı bir anlayış getirebilsek, yepyeni bir soluk olsak, hakemlerle ya da saha dışında mesela tek puan kazanmasak, topçularımıza bunu anlatabilsek, anlamayanla yolları ayırsak, hocalarımızın arkasında senelerce dursak, futbolun özünde bir oyun olduğunu herkese göstersek neşemizle, endüstriyel futbol denen naneye alet olmadığımızı göstersek ucundan kıyısından... (Ki aslında geçen sene flaş transferimiz olmadığı için yazılıp çizilmedi, memleketin en centilmen takımlarından biriydi Şekerspor; maçlardan önce Federasyon'dan izinle hakemleri, rakip takım oyuncularını yemekte ağırlayacak bir profili vardı.)


Hasılı, yeni sezon başlayacak. Neler olup bitecek, kimler gidecek, kimler kalacak, takımımız neler becerecek/beceremeyecek göreceğiz. Ama Edip Cansever'in "Tahtakale" şiirini tekrarlamaktan kendimi alamıyorum: 

"Çocuksun, anlamıyorsun, süslemişler her yeri/ Dokunsan ağlayacak, konuşsan/susmayacaklar bir daha /.../Üç asker tıraş olmuş, beyaza kesmiş yüzleri/Şeker mi yiyorlar ne, düş mü kuruyorlar ne, anlamadım/Belki de bir Tanrısı var acının, hüznün, ayrılığın/Ki durup dururken öyle ansızın yürüdükleri..."
----------------------------------------
bu yazıyı 18.06.2006'da Radikal İki'ye yazmışım. KC'nin takımı satın almasından sonra. şimdi olan bitene bakınca... 

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...