bu yazıyı Cogito'nun "Dünya Gözüyle Futbol" dosyası için yazmıştım (sayı 63, Yaz 2010)
---------------------------------------
MİLLİYETÇİLİĞİN BİR AV SAHASI: FUTBOL
Kıvanç Koçak
Futbolu, dünyayı saran, milyarlarca insanı -hem maddi hem
manevi anlamda- peşinden sürükleyen bir tür “yeni din” olarak adlandırmak
mümkünse milliyetçilik çok uzun zamandır zaten böyleydi, böyle: Kitleleri ajite eden, harekete geçiren, “akıl
tutulması”na sokan bir zihniyet örgüsü. Bu iki büyüklüğün, futbol ve
milliyetçiliğin ilişkileri, bir araya geldiklerindeki yansımaları; futbolun, milliyetçilik
açısından bir tür “av sahası” olduğu temel argümanı üzerinden düşünüldüğünde
daha da boyutlu ve dikkat çekici bir hale geliyor. Öyleyse futbol-milliyetçilik
ilişkisine, esas olarak söz ettiğimiz argüman düzlemini kaybetmeden, öncelikle teorik
bir zemin oluşturup daha sonra “sahaya inerek” ve Türkiye’den çeşitli örnekleri
ele alarak göz atmayı deneyelim.
“Milliyetçilik her
sorunu ...’ya bakarak çözmektir”
Modern milliyetçiliğin Fransız İhtilali’yle başladığı genel
olarak kabul edilen bir görüştür. Nitekim milliyetçiliğin siyasi tartışmalarda
merkezî bir yer almaya başlaması 19. yüzyıl sonları olarak tarihlenir. İhtilalle
birlikte Avrupa’ya yayılan milliyetçilik fikri, çeşitli imparatorluklar içinde
yaşayan çeşitli halkların kendi milletleri etrafında bir araya gelme
düşüncelerini körükleyerek yavaş yavaş imparatorlukların sonunu getirdi.
Milliyetçiliği, ideoloji basitçe “siyasi veya toplumsal bir
öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön
veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü”
olarak tanımlandığında, bir ideoloji olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak
kavramı salt bir ideoloji olarak değil, daha ziyade bir “zihniyet örgüsü”
olarak ele almak daha yerinde olacaktır. Zira “milliyetçiliğin ‘senkretik
esnekliği’, son derece farklı ideolojilerle birleşimleri kabul edebilme yetisi” kapsayıcı
yapısını da beraberinde getirmektedir. Buna bağlı olarak “etnik”, “sivil”,
“modernist”, “sol” vb. gibi “milliyetçilik türlerinden” söz etmek yersiz
olmayacaktır.
Hangi türde olursa olsun, köklerine inildiğinde, milliyetçiliğin
özünde yatan “bir milletin diğerlerinden üstün olduğu” fikridir. Bu bağlamda
milliyetçi düşüncenin fikir babalarından Fransız gazeteci Maurice Barrès’in, “Milliyetçilik,
her sorunu Fransa’ya bakarak çözmektir”
formülü milliyetçi düşünce yapısının iyi bir özetini sunar aslında: Fransa’nın
sorunlarını, Fransa’nın ne olduğunu Fransız olmayan unsurların dışlanmasıyla
çözebileceğine inanan bu düşünce yapısını ülke adlarını değiştirerek her yere
uygulamak mümkün gözükmektedir. Milli değer ve menfaatler her şeyin üstünde
gelir, bunlara aykırılık gösterenlerin söz konusu millet içinde var olmaları yaratılan
“ulus-devlet” için zararlı olarak algılanır. Nitekim milliyetçilik konusundaki
temel referans çalışmalar da “milliyetçiliği yaratanın millet değil milleti
yaratanın milliyetçilik olduğu”nun altını çizmektedir.
Bu noktalar üzerinden bakıldığında milliyetçiliğin insanları
galeyana getirmenin, “kitle insanı” haline sokmanın en kolay biçimlerinden
birisi olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. İşte futbol tam da bu yüzden
milliyetçiliğin önde gelen av sahalarından biridir. Çünkü stadyumlar, oradaki
atmosfer, tün genişliğiyle futbol alemi milliyetçi duyguların kabarmaya en
müsait olduğu alanlardır.
“Kitle ruhu”nun
mekânları olarak statlar
Kitle içinde olmak, Elias Canetti’nin başyapıtı Kitle ve İktidar’da gösterdiği gibi,
insanların birbirlerinden güç alarak korkuyu geride bıraktıkları, kendilerini
muktedir hissettikleri bir ortam yaratır: “İdeal durumda, kitle içinde herkes
eşittir; kitle içinde cinsiyet dahil hiçbir ayrımın önemi yoktur… Birdenbire
her şey tek ve aynı vücutta oluyormuş
gibi olur.” Kalabalıktan alınan
kuvvetle hissedilen muktedirlik, “kitle ruhu”nu harekete geçirecek temel
iticilerdendir. Birbirlerine sarılarak büyüyen kitle içindekiler,
oluşturdukları gücün farkındadır; bireyselliğin anonimlik içinde kaybolmasının
yarattığı dizginsiz enerji kendisine karşı olanlara yönelmeye son derece
açıktır.
Stadyumları bu çerçevede düşünelim: Dünyanın dört bir
yanında ortalama 20 bin kişinin aynı günde, aynı yerde, aynı saatte, aynı amaç
için bir araya geldiği yerler. Dolayısıyla stadyumların “kitle ruhu”nun en
bariz şekilde hissedildiği yerlerden biri olduğu ortadadır. Hal böyleyken bu
sistematik ve duygu ortaklığı çerçevesindeki mekânsal buluşma stadyumları,
milliyetçiliğin en rahat hareket edebileceği zeminlerden biri haline de getirir.
“Futbol dünyası, özellikle taraftar (alt-) kültürü, takımını/kendini yüceltip,
rakibi/düşmanı aşağılayan marşlar, bayraklar, pankartlar vb. repertuvarının
zenginliği ve coşkusu ile, milliyetçiliği özellikle gündelik ve popüler düzeyde
cisimleştiren ritüel ve sembol ihtiyacı için mükemmel bir kaynaktır.” Zaten
esasa bakıldığında da spor alemi toplumsaldan bağımsız değildir: Güç, iktidar,
tahakküm ilişkilerine son derece entegredir. “Ayrıca, popüler spor kültürü,
toplumsal/kültürel farklılaşmanın ve antagonist çelişkilerin var olduğu bir
toplumsallıktan ‘hayalî bir birliğin’ (yeniden) oluşmasında önemli bir rol
oynar. Bundan dolayı, kültürel bir pratik olarak spor alanı milliyetçi söylemin
(yeniden) üretildiği ve milli kimliğin söylemsel olarak (yeniden) kurulduğu
hegemonik pratiklerin bir mücadele alanını oluşturmaktadır.”
Bir “savaş
modellemesi” olarak futbol
Konuya futbol üzerinden bakacak olursak “mücadele alanı”
kavramı gerçekliğin birebir yansıması gibidir adeta; “oyun” özelliklerini usul
usul kaybederek bir spor olmaktan çıkıp bir tür “savaş modellemesi” haline
dönüşmüş olması futbola verilen anlamların zenginliğinde, kendisine atfedilen
değerlerin milliyetçi yönlendirmeye çok açık olmasında yatmaktadır. Öyle ki,
Norbert Elias futbolun “kontrollü şiddet kullanımını rafine etmesiyle modern
özdenetim habitus’unun tipik bir örneği” olduğunu ileri sürmekte ve
“uluslararasındaki savaşların ritüel ikamesi haline gelerek son kertede barışçı
bir işlev gördüğüne” değinmektedir.
Futbolun bu “supap” rolü, maç sonucunun matematik
kesinliğinden kaynaklanır. Tıpkı bir savaşta kazananın-kaybedenin belli olması
gibi, skor tabelasında görülen sonuç rakibe boyun eğdirmenin açık yansımasıdır.
Bütün ulus, taraftar kitlesi sahada rakibine boyun eğdirmeyi başarmış futbol
takımında cisimleşmiş gibidir adeta.
Futbol-savaş benzetmesinin popüler/gündelik hayattaki
görünümlerinden birisi de dildedir aslında: Rakip kaleye yapılan “akınlar”, “savaşçı”
futbolcular, “lejyonerler”, “bazuka” gibi şutlar, şut “bombardımanı”na tutulan
kaleler, “gladyatörler”, gittikçe daha fazla görülmeye başlayan “arena” isimli
statlar… Medya aracılığıyla daha da zenginleşen ve gündelik hayatın içine iyice
sokulan askerliğe (ve erkekliğe) yollamalarla dolu futbol dili, “güzel oyunun”
karakterini iyice bozarak savaş modellemesi örneğinin oyunun içine iyice
sokulmasına yol açmaktadır.
Temel milliyetçi kalıpların başında gelen “biz”-“onlar”
ayrımının (ki “onlar”ı “düşmanlar” olarak okumak da mümkündür elbette) bu
yollarla futbol içine yerleşmesi; “oyunun bizzat amaç olmaktan çıkarak
araçsallaş[ması], çocuksuluğunu yitir[mesi]”
zaten baştan çıkmaya hazır kitleyi çok hızlı ve derin şekilde etkileyebilir.
Zira karşılaşma sonucundan doğacak katharsisin büyüklüğü bir ulusun başka bir
ulus karşısındaki “zaferinden” kaynaklanmaktadır!
Milliyetçilikle iç
içe geçmiş takımlar
Bütün dünyada, milli takımları zaten bir kenara bırakacak
olursak, milliyetçilikle iç içe geçtiği söylenebilecek takımlar görmek
mümkündür. “Sahaya inip” bunlardan bazılarına hızlıca göz atalım.
Sloganı “Mes que un club” (“Bir kulüpten daha ötesi”) olan “FC
Barcelona, Katalan halkının bir futbol takımı suretindeki epik yücelişi olarak
tanımlanmıştır.” 1899’da kurulan kulüp
Katalan halkının özlemlerini, başarılarını, kahramanlıklarını dile getirdiği
bir sembol, Katalan milliyetçiliğinin açık bir yansımasıdır. 1925 yılında
oynanan bir maçta İspanya milli marşı ıslıklandığı için 6 ay yasaklanan kulüp
bu süre içinde dahi futbolcularının ve taraftarının terk etmediği, Barcelona
bayrağının çoğu zaman Katalan bayrağının yerine geçtiği bir yapıya sahiptir.
Franco rejimi sırasında büyük baskı altına alınan Katalonya halkının en büyük
simgesi olan Barcelona ve stadı Camp Nou, yasak olan Katalanca’nın korkusuzca
konuşulduğu, insanların kendilerini ifade ettikleri en önemli odak olmuştur. Bu
yüzden “kimileri, yarı şaka yarı ciddi, İspanya’da demokrasiye geçiş sürecinin
Aralık 1973’te Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle değil, Şubat 1974’te Barça’nın
Real Madrid’i Madrid’de 5-0 yenişiyle başladığına inanırlar.” Barcelona’nın
Katalan milliyetçiliğindeki yeri bugün de tartışmasızdır.
Aslına bakılırsa Barça’nın ezeli rakibi Real Madrid’in
doğrudan milliyetçilikle ilişkisi olduğunu ileri sürmek kolay değildir. Ancak
özellikle 1950’li yıllardan itibaren, İspanya’daki diğer takımlar karşısında
merkezdeki gücü temsil ediyor olarak görülmesi, Franco’nun desteklediği takım
olarak merkezî iktidarla özdeşleştirilmesi böyle bir algı yaratmıştır. Beri
yandan bu algının hepten sorunlu olduğunu ileri sürmek de güçtür. Çünkü Real
Madrid, Franco döneminin nimetlerinden oldukça yararlanmış, başarıları rejim
tarafından kullanılmış, “özel elçi” olarak çeşitli Avrupa turlarında boy
göstermiştir.
1898’de kurulan ve kurulduğu günden bu yana Bask kökenli
olmayan hiçbir futbolcuya takımda yer vermeyen Athletic Bilbao kuşkusuz
futbol-milliyetçilik ilişkisinde en müstesna yerlerden birine sahiptir. Bask
milliyetçiliğin sembolü olarak Bask bölgesinde “milli takım” muamelesiyle
izlenen Athletic için söylenen sözlerden birisi herhalde durumun en net izahı:
“Athletic sahaya çıkınca ETA susar!”
Portekizli diktatör Salazar’ın desteklediği Benfica,
taraftarları arasından Sırp milliyetçiliğe önemli elemanlar veren Kızılyıldız, Doğu
Bloku’nun çökmesiyle bağımsız bir devlet olarak örgütlenen Hırvatistan’da
milliyetçi rejimin ülkenin komünist geçmişinden kurtulma operasyonlarından
birisi kapsamında ismi Croatia Zagreb’e çevrilen Dinamo Zagreb, aşırı
milliyetçi-faşist taraftar yapısıyla bilinen Lazio milliyetçilikle iç içe
geçmiş takımlardan bazılarına hızla verilebilecek örneklerdir.
Her ne kadar her zaman milliyetçilikle iç içe olmasa da,
ırkçılığın da milliyetçilikle beslenme/besleme ilişkisi içinde olduğu
söylenebilir. Bu çerçevede İspanya’da, İtalya’da, Belçika’da, özellikle eski
Doğu Bloku ülkeleri futbol ortamında görülen ırkçı yaklaşımlara da değinmek
gerek elbette. Barcelona’da oynadığı dönemde bir Real Zaragoza maçında ırkçı
tezahüratlara maruz kaldığı için sahayı terk etmek isteyen siyahi futbolcu
Eto’o örneği, en üst düzey takımlarda oynayan en üst düzey futbolcuların bile
ırkçı saldırganlıktan nasibini aldığının kanıtı. Lazio’lu futbolcu Di Canio’nun
bir galibiyet sonrası faşist selamı yapması, İspanya teknik direktörü olduğu
dönemde Fransız Henry’ye karşı oyuncusunu motive etmenin yolunu “Sen o
maymundan daha yeteneklisin” demekte bulan Aragones’in sözleri, Dünya Şampiyonu
olmuş Fransa Milli Takımı için “takımda renkli oyuncu dozu fazla” diyen aşırı
milliyetçi Le Pen’in tavrı, Avrupa Kupası maçlarında siyahi futbolculara
yapılan tezahüratlar yüzünden verilen para cezaları… Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Nitekim günümüzde neomilliyetçilikle at başı giden ırkçı yükseliş, durumun halı
altına süpürülebilir boyutların ötesine geçtiğinin farkında olan futbolun
global yöneticileri tarafından temel sorunlardan birisi olarak ele alınıp,
çeşitli kampanyalarla önlenmeye çalışılıyor.
Tüm dünyada neomilliyetçiliğin ve faşizmin yükselişe
geçişinin sebeplerini sorgulamak bu yazının konusunun dışında kalır elbette
ancak işsizlerin, lümpenlerin, kendilerini ifade edecek kimlik konusunda sorun
yaşayanların milliyetçi hareketlerin taşıyıcısı olduğu da bir gerçektir.
Tribünlerde toplanarak “adanmışlık” örnekleri sergileyen, bir kimliğe ait
olmanın coşkusu içindeki bu kitleler, daha önce de değindiğimiz gibi
milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu insan kaynağını da potansiyel olarak
barındırmaktadır.
Türkiye: “Gürbüz ve
yavuz evlatlar”dan “siyasetçilerin oyunu”na…
Türkiye’de futbol-milliyetçilik bahsinde söz söylemeye
girişmeden önce sadece futbolun değil, esas olarak sporun-sportif faaliyetlerin
bir siyaset aracı olarak rejim tarafından Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
etkin şekilde kullanıldığının altını çizmek gerek.
19. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlaşan ve gelişen
beden terbiyesi ve spor politikalarının Osmanlı’nın sonu ve erken Cumhuriyet
döneminde dünyadaki gidişata benzer bir seyrinin olduğu söylenebilir. Toplumun,
özellikle gençlerin olası bir savaşa karşı her an hazır olmalarının sağlanması
kapsamında fizikî yeterliliklerinin artırılması; çeşitli nedenlerle sağlığı
bozulmuş kitlelerin hiç değilse vücut sağlıklarının belli bir noktaya
taşınması; gençlere, iktidarın ahlâki değer yargılarının benimsetilmesi, “boş
düşüncelere”(!) kapılmalarının engellenmesi kapsamında ülke ve devlet için hem
kendini feda etmeye hazır bir moral motivasyon verilmesi hem de ahlâk
dünyalarının buna göre şekillendirilmesi: “İdmanın Türk gençliği için pek çok
faydaları olacak, gerek ordu ve gerek bütün gençler idman sayesinde iyi bir
sıhhat sahibi olarak vatana ve memlekete kıymettar hizmet edecekler ve idman
gençleri mesavi-i ahlâkiyeden kurtarmak için iyi bir amil olacaktır.”
Dönemin genel ve hâkim bir zihniyetini yansıtan dönemin Başvekili İsmet
Paşa’nın sözleri, Cumhuriyet’in bir şiarı olarak toplumun “imtiyazsız,
sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tasarlandığı da düşünülürse, ayrışmalara
neden olabilecek sporun yarışmacı ruhundan mümkün olduğunca kaçınılarak, sporun
“beden terbiyesi”nin içinde erimesinin hedeflenmesi amacını da açıklar. Nitekim
1930’da Maarif Vekaleti tarafından öğrencilerin spor kulüplerine katılmalarının
yasaklanması da bunun açık bir yansımasıdır.
Dolayısıyla Selim Sırrı Tarcan öncülüğünde okul
programlarına alınan beden terbiyesi derslerinin Mustafa Kemal’in arzuladığı
“gürbüz ve yavuz evlatlar”ın yetişmesindeki rolü kilit önemdedir. Bu çerçevede
özellikle liselerdeki beden eğitimi faaliyetleri ve sportif etkinlikler,
rejimin arzuladığı gençlerin kendilerini göstermesi açısından merkezî
noktadadır. Resmî bayramlarda yapılan -kuşkusuz özellikle 1938’de Gençlik ve
Spor Bayramı olarak kabul edilen 19 Mayıs’larda- geçit törenleri, bedenin
yetkinliğini göstermeye yönelik çeşitli gösteriler hem gençlerin kendilerini
Cumhuriyet için adamışlıklarını hem de beden terbiyesinin militarist içeriğini
doldurur. Kısaca erken cumhuriyet döneminde devletin açıkça bir ideolojik aracı
halindeki spor, sosyal hayata müdahalenin etkili bir aracı olarak sonuna kadar
kullanılmıştır.
Daha özelde Türkiye’de futbolun siyasetle ilişkisi bu
yazının sınırlarını aşacak olsa da milliyetçiliğin futbola entegre oluşunun
kavranması açısından buna da kısaca değinmek yerinde olacaktır.
1950’li yıllarla birlikte ülkede yaşanan hızlı dönüşüm ve
değişimler sporda da yansımalarını gösterdi. Ülkenin II. Dünya Savaşı’nın
ardından dünyanın yeni hegemonik gücü olarak ortaya çıkan Amerika’yla hızla
yakınlaşması, Marshall Yardımları’nın devreye girmesi, artan sanayileşme ve
şehirleşme, siyasetin hızla kamplaşması, basının yaygınlaşması ve kültürel
kodların farklılaşmaya başlamasıyla toplumsal anlamda ciddi bir değişim içine
giren Türkiye toplumu; sporu da militarist ve “devletçi” boyutundan uzaklaşarak
daha ziyade rekabetçi yönüyle algılamaya başladı. 1951’de futbolda
profesyonelliğin kabul edilmesi, her ne kadar o yıllarda Batı’daki
profesyonellikle kıyaslanması söz konusu olmasa da, sadece Türk futbolu için
değil Türkiye’de sporun seyri açısından da büyük bir adım anlamına gelmekteydi.
1951-52 sezonunda kurulan ilk profesyonel ligler futbolun
daha da yaygınlaşmasına vesile olmuşsa da yine de “millilikten” söz etmek
mümkün değildir. Zira sadece İstanbul, İzmir ve Ankara’da yaşama geçirilebilen
bir lig sistemi vardır. Diğer şehirlerin takımları ancak amatör ölçülerde,
kendi şehirlerinin kapsamı içinde faaliyetlerini sürdürmektedirler. 1959’da
kurulan Milli Lig’in durumu bir anda değiştirdiğini söylemek de doğru
olmayacaktır; 1964’e kadar yine sadece İstanbul, İzmir ve Ankara takımlarının
yer aldığı bir lig sistemi söz konusudur. Ancak durum bu tarihten itibaren
yavaş yavaş değişmeye başlar. Milli Lig’in ülke geneline yaygınlaştırılarak
gerçek bir Türkiye Ligi oluşturulması amacıyla tüm illerde, o ilin adını
taşıyacak takımların kurulması, var olan takımların tek bir çatı altında
birleştirilmesi teşvik edilerek 1963-64 sezonunda İkinci Lig, 1967-68 sezonunda
ise Üçüncü Lig kurulur. Bu dönem Anadolu’da tam anlamıyla bir “takım patlaması”
yaşandığı, birbiri peşi sıra takımların kurulduğu bir dönem olur.
Bu patlamada futbolun kitleler üzerindeki etkisinin farkına
varan siyasilerin, en popüler spor olarak hızlı bir şekilde yükselen futbolu
kendi siyasi hayatları doğrultusunda bir araç olarak kullanmaya başlamalarının
da rolü de göz ardı edilemez elbette. Yerel siyasetin öneminin artmasına
paralel olarak siyasi çevrelerin kendi yerelliklerinde spor ve özellikle futbol
üzerinden kurdukları meşruiyet, spor-politika ilişkisini erken Cumhuriyet
döneminden bambaşka bir boyuta sokmuştur. Politikacıların
hamiliğinde kendilerine yol arayan takımlara, takım kollayan üst düzey bürokrat
ve yöneticilerin katılması futbol-siyaset ilişkisinin kalıplarının
şekillenmesinde temel noktalar olmaya başlamıştır.
Tek spor: Futbol
1970’li ve 1980’li yıllar boyunca aksayarak da olsa devam
eden hamlelerle toplum nezdindedeki popülerliğini gittikçe kabul ettiren
futbol, zaten sağlam bir spor kültürünün varlığının söz edemeyeceğimiz
Türkiye’de diğer sporlar karşısında hegemonyasını daha da arttır. Ülkede tıpkı 1950’li
yıllardan yaşananlara benzer bir dönüşümün görüldüğü ve “dışa açılma”nın, dünyada
da yükselmeye başlayan neoliberal dalganın merkeze alındığı ’80’li yıllarda
gerek yurt dışından gelen çalıştırıcılar ve futbolcular gerek Avrupa
Kupaları’nda Türk takımlarının ender de olsa aldığı başarılı sonuçlar, dünya
futboluna entegre olma çabasının ürünüdür.
Türkiye’de futbolda özellikle 1990’lı yılların ortalarından
günümüze kadar uzanan değişimleri yine dünyadaki gelişmelerden ayırmak mümkün
değildir. Teknoloji ve iletişimde yaşanan büyük gelişmeler, medyanın gücünü
iyice arttırmış; bunun yarattığı kitleselleşme ve ticarileşme, futbolun bir “endüstri”
olarak adlandırılmasına kadar gitmiştir. Aynı anda milyarlarca insanı ekran
başına, on binlercesini stadyumlara çeken bir spor olarak futbol tüm dünyada
dominant hale gelmiştir. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi Türkiye gibi
yaygın bir spor kültürünün varlığından söz edilemeyecek ülkelerde diğer tüm
spor dallarının iyice geri plana düşmesine, sporun salt futbolla özdeşleşmesine
uzanmıştır. Diğer spor dallarına ilgi arada sırada kazanılan kimi uluslararası
başarılar ekseninde artarken, Türk futbolunun girdiği genel yükseliş trendi de “tek
spor” olarak futbolun yerini sağlamlaştırmıştır.
Milli mücadelenin bir
aracı
Tarihsel olarak futbolun ülkedeki tek spor haline geliş
sürecine baktığımızda, Türkiye’de siyasetin spora bakışından ve futbolla
kurduğu ilişkiden de yola çıkarak, futbol-milliyetçilik ilişkisinin eksenini
daha da netleştirebiliriz: Futbolun milliyetçi bir enstrüman haline gelmesinin
temelinde ülkenin kuruluş ideolojisi yatmaktadır. Kuruluşundan itibaren
“dışarıya” karşı her zaman şüpheyle yaklaşmış bir ülkenin futbolda elde
edilecek başarılara büyük anlamlar yüklemesi anormal değildir. Çünkü bunlar,
âdeta savaş kazanmakla eş anlamlı görülmekte, “Batı”nın dize getirilmesinin
sembolik yansımaları olarak değerlendirilmektedir. Nitekim
futbol Türkiye’ye ilk kez girdiği yıllardan itibaren -Kurtuluş Savaşı dönemine
doğru artan şekilde- “milli benliğin” kuruluşunda önemli bir aracılık rolü
oynamıştır: Takımı olan yabancılara karşı yapılan maçlar, 1920’lerde İstanbul
ve İzmir’de Rum azınlık takımlarıyla yapılan maçlar, işgal kuvvetlerine karşı
oynanan maçlar sürekli “milli maçla” eş tutulmuştur.
O günlerden günümüze kadar geldiği söylenebilecek ülkenin
etrafının düşmanlarla çevrili olduğu düşüncesi, her an komployla karşı karşıya
kalınacağı duygusu tribünlerdeki milliyetçiliği açığa çıkarmaya daha da
yardımcı olmaktadır. Bunda Türkiye’nin temel paradokslarından birisi olan
Avrupa’ya karşı tutum konusundaki kararsız, gelgitli hal de kilit rol oynar:
Bir yandan içinde ciddi bir düşmanlık, gerginlik barındıran Avrupa karşıtlığı;
öte yandan onlardan biri olduğunun kabul edilmesini isteme, Avrupa’ya duyulan
hayranlık… Bu ikili ruh hali futbolda daha da net şekilde gözlenmektedir.
Dolayısıyla “dışarıyla” yapılan maçlar bu çerçeve içinde de düşünülmelidir. En
billurlaşmış ifadesini “Avrupa Avrupa duy sesimizi/İşte bu Türklerin ayak
sesleri” tezahüratında bulan bu ruh hali “onlara/düşmana” üstünlüğün açıkça
kabul ettirilebileceği bir alan olan futbol üzerinden “milli mücadele”
duygusuyla iyice pekişir.
Değindiğimiz gibi özellikle 1980 sonları ve 1990’larla
birlikte yükseliş trendine giren ve başarılı sonuçlar almaya başlayan Türkiye
futbolunun, buna paralel olarak futboldaki milliyetçi dalganın yükselişinin de itici
unsurlarından olduğunu kabul etmek gerekir. Zira maçlara verilen anlam ülke
çapında “milli mücadele” düzeyinde ele alınmaya başlayınca milliyetçi
düşüncenin bundan faydalanmak istememesi düşünülemez. Cumhuriyetin ilk
yıllarında “fuzuli iş” olarak değerlendirilen, milleti “hayvan sürüsü” haline
getirdiği öne sürülen futbol,
1990’larla birlikte milliyetçiler açısından ciddi şekilde yer alınması gereken
bir alan olarak görülmeye başlanır.
Türkiye’de milliyetçi hareketin tribünlerde kendini açıkça
hissettirmeye başladığı dönem 1990’lara tarihlenince, bunda ülkedeki Kürt
hareketinin rolü de yadsınamaz. Nitekim o zamana kadar olmayan bir uygulamayla
maçlardan önce milli marşın okunması 1992’deki önemli bir PKK saldırısının
ardından yavaş yavaş başlamış ve daha sonra yerleşmiştir. Aynı
dönemde tribünde milliyetçi sloganların atılmasına, pankartların açılmasına
gösterilen müsamaha; çeşitli kulüplerin yapılanmalarında görülen milliyetçi
“kadrolaşma”; tribünlerde üç hilalli bayrakların artması, “bozkurt” işaretlerinin
yaygınlaşması; takım kaptanlığı yapan futbolcuların kaptanlık pazıbenti olarak
ay-yıldız kullanmaya başlamaları milliyetçi dalganın yükselişinin göze çarpan
örnekleri olarak öne çıkar. Aynı şekilde PKK’yı desteklediği düşünülen
ülkelerin takımlarıyla yapılan maçlarda gerek tribünde gerek medyada gösterilen
tavır da bundan bağımsız düşünülemez.
Futbol milliyetçiliği
açısından üç özel örnek: Diyarbakırspor, Yunanistan maçları, Hrant Dink
cinayeti
Yunanistan’la Kurtuluş Savaşı günlerinden kalan husumeti
herhangi bir spor karşılaşmasında tekrar tekrar üretmeye meyleden milliyetçi
algı için özel bir paragraf açmak futbolun içine sızmış milliyetçiliğin temsili
için yerinde olacak herhalde. “Tarihi düşman” Yunanistan’la ve Yunanistan
temsilcileriyle oynanan maçlarda tribünlerde açılan “1453 İstanbul” pankartları
ve yapılan tezahüratlar bir yana medya da söz konusu milliyetçi dili aktif
şekilde dolaşıma sokmaya çok heveslidir. Bir örnek olay olarak Mart 2007’de
Euro 2008 elemeleri için Atina’da karşı karşıya gelen ve Türkiye’nin 4-1
kazandığı maçtan sonraki manşetlere bakmak derdimizi anlatmakta yeterli olacak:
“İşte Mustafa Kemal’in Çocukları” (Fanatik),
“Atina Fatihleri” (Hürriyet),
“Yunan’ı Topa Tuttuk” (Posta),
“Atatürk’ün Aslanları” (Sabah), “Ne
Mutlu Türküm Diyene” (Fotomaç),
“Denize Döktük” (Takvim), “Fatih
Sultan Terim” (Vatan).
Bir milli maç üzerinden Kurtuluş Savaşı referanslarıyla
yaratılan milliyetçi dalga, gündelik hayatın içinde kendine geniş bir
edinmekte; milliyetçiliğin en büyük ve belki de en etkili silahlarından birisi
olan “düşman” kavramının hep canlı kalmasını sağlamaktadır: “Bu başlıkların ne
zararı var, diye sorulabilir. Şu zararı var: Spor basını, popüler kültürün
inşasındaki en etkili bileşenlerden biri. Ve maalesef, neredeyse her yerde
fazlasıyla ‘erkek’, ‘militarist’ ve dışlayıcı bir dile sahip. Milyarlarca
dolarlık bir endüstrinin karşılaşmaları, ‘biz’ ve ‘onlar’ üzerinden kurulu bir
dille anlatılıyor. ‘Öteki’ni nesneleştiren, giderek ayrımcı, ırkçı ve yabancı
düşmanı bir dil bu.”
“Dışarıya” karşı duyulan bu tepki iç düşmanı da unutmaz
şüphesiz: Dönemin milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli’nin bir İrlanda
galibiyeti sonrasında kendisini eleştirenler için söylediği “Mesele içimizdeki
İrlandalıları yenmek” lafında net olarak cisimleşen bu yaklaşım, Türkiye’nin
başarılarını çekemeyen(!) iç mihraklara duyulan tepkinin dile gelmesidir. Ancak
“iç düşman” deyince, tribünlerde onyıllardır PKK ile özdeşleştirilen
Diyarbakırspor’a yönelik yaklaşımları ele almadan geçmek olmaz.
Bir yandan Güneydoğu’ya futbol yoluyla da hâkim olmak
isteyen devletin bir “projesi” olarak askeri ve idari erkan tarafından sürekli
desteklenen Diyarbakırspor, öte yandan bölge kimliğini en iyi yansıtan şehrin
takımı olması sebebiyle sisteme entegrasyonu bir türlü tam olarak sağlanamamış
bir takım niteliği göstermekte. Tam da bu kimlik algısı nedeniyle milliyetçiler
tarafından “Kürt takımı” ve “PKK destekçisi” olarak görülen takım sıklıkla
“Kahrolsun PKK”, “PKK dışarı” tezahüratlarına konu olmakta. Geçmişte yaşanan
irili ufaklı birçok olayı bir kenara koyacak olursak son “büyük olay” 26 Eylül
2009’da Bursa’da oynanan Bursaspor-Diyarbakırspor maçında yaşandı: Bursalı
taraftarların Türk bayrakları açarak, “PKK dışarı”, “Bölücüler Dışarı”,
“Apo'nun Piçleri” tezahüratlarıyla başlayan olaylarda 2’si çocuk, 10 kişi
yaralandı. Mart 2010’da oynanan ve son derece gergin bir havada başlayan maçın
rövanşı da Diyarbakırsporlu taraftarların taşkınlıkları nedeniyle 17. dakikada
yarıda kaldı.
Bursa’daki maça giden bir Diyarbakırsporlu taraftarın
anlattıkları, milliyetçi nüveyi zaten barındıran ortamlarda uyanan “kitle ruhunun”
ne kadar tehlikeli bir hale gelebileceğinin göstergesidir: “Stada girer girmez
başladılar, 'Kahrolsun PKK' diye tezahürata. İki defa Diyarbakırspor bayrağını
indirdiler. Sürekli 'Türkiye, Türkiye' diye bağırıyorlardı, sanki biz başka bir
ülkeden gelmiştik. Zaten maç falan izleyemedik. Sürekli olarak sol taraftaki
kale arkasından taşlar geliyordu. Taşlar gelince, biz korkarak üst üste
yığıldık. Maçın 72. dakikasında polislere yalvara yakara kapıyı açtırdık ve
dışarı çıktık. Bayrak hepimizin bayrağı, hepimiz ayağa kalktık, hepimiz okuduk
İstiklal Marşı'nı. Kesinlikle 'Kürdistan' diye bağırmadık, sadece rahmetli
Gaffar Okkan'ın posterini açtık. Emniyet teşkilatı yanımızdaydı, öyle bir şey
olsa Emniyet buna izin verir miydi? Biz maça gittik, politika yapmaya gitmedik
ki. Takımın bayrağını, sarı bir zemine falan yapıştırmaya çalışmadık. Giderek
artan bir milliyetçi akım var ve bizi korkutuyor.”
Aynı maçtaki Bursasporlu bir taraftarın görüşlerini okuyunca,
tribünde harekete geçen milliyetçiliğin boyutlarını çok daha yakından kavramak
mümkündür: “Şehitleri vuran futbolcular değil bunu biliyoruz, ama onlar madem
ki PKK'lı değiller, Türk'ler, neden biz İstiklal Marşı'nı söylediğimizde ve
'şehitler ölmez' dediğimizde alkışlamadılar? (...) Onlar da bizimle birlikte
bağırsalardı, alkışlasalardı. (…) Buraya gelen insanların en az 250 tanesi
DTP'ye oyunu veriyordur, yani buraya gelenler de PKK'ydı. Sütten çıkmış ak
kaşık değillerdi. Dağa çıkıp şehitlerimizi vurmasalar da, düşüncede hepsi
PKK'lıydı. Bence masum değiller, az bile yaptık, ağabeylerimizi dinlemeyip,
onlara iyi bir uğurlama yapabilirdik. (…) Maçtan sonra kendi web sitelerinde
bir açıklama yaptılar, neden başka maçlarda o kadar büyük bayrak açmıyormuşuz
ve PKK'ya küfrediyormuşuz, diye. Belki biraz daha fazla küfretmiş olabiliriz
ama neden gocunuyorlar?”
Futbolda, tribünde milliyetçiliğinin net şekilde görüldüğü;
teorinin pratikle kesiştiği bir başka örnek de Hrant Dink’in öldürülmesinin
ardından statlarda yaşananlar. Dink cinayetinin ardından, cinayete tepki
gösteren insanların kullandığı “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı
hedef alarak yaratılan “Hepimiz Ogün’üz, Hepimiz Türküz” sloganı birçok statta
yankılandı. Özellikle cinayet sonrasında oynanan Elazığspor-Malatyaspor maçında
ise “akıl tutulmasının” net örnekleri görüldü: Aralarındaki rekabet husumet
boyutunda olan iki takımdan Elazığlı taraftarlar Dink’in Malatyalı olmasına
gönderme yaparak “Ermeni Malatya” tezahüratı yaptılar. Açılan “Ne Ermeniyiz Ne
Malatyalıyız Biz Elazığlıyız Türkiye Sevdalısıyız” pankartı da milliyetçi
hezeyanın doruk noktalarındandı. Malatyalıların bu tezahüratlara ve pankartlara
verdikleri tepki ise daha da ironikti belki de: “PKK Dışarı”!
Ülkedeki milliyetçi zihniyette ciddi bir açılma yaratan Dink
cinayetinden sonra yaşanan bir başka, trajikomik olduğu kadar milliyetçi
baskının zihinler üzerinde kurduğu denetimin örneği olarak
değerlendirilebilecek, olay da Adana Demirspor Başkanı Adem Atılgan üzerinden
yaşandı: Dink’in öldürülmesinin ardından Futbol Federasyonu’na yapacakları
Alanyaspor maçına “Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartıyla çıkmak için
başvuruda bulunan Adana Demirspor Başkanı Adem Atılgan, başvuru reddedildikten sonra
“yaptığı garip açıklama ve ilk tepkisinden” dolayı özür diledi: “İnsani
duygularla dopdolu, bir Türk ve bir Müslüman çocuğu olarak iyi niyetli bir
tepkiydi. Ancak duygularımı belirtirken kulübün adını kullanmamam bir hataydı.
Kendisini Türk kabul eden, dini, dili ne olursa olsun, ayakkabısı delik, kanlar
içinde yerde yatan çocuk babası, torun dedesi bir insanın o halini görüp,
eşinin 'ülkende kaldın' diye konuşması, beni duygulandırdı. Ancak, bu durum
'Biz de Ermeniyiz' demememi gerektirirdi. En azından 'Hepimiz Türküz'
demeliydim. Ben Türkoğlu Türküm ve hacı çocuğuyum. Yanlış yaptım, Adana
Demirspor camiasından ve Türk halkından özür diliyorum.”
Sonuç niyetine
Tekrarla,
“[p]opüler futbol kültürü, farklı bilinç biçimleri ve söylemlerin, farklı
toplumsal güçlerin üzerinde mücadele ettikleri kültürel formlardan biridir.
Toplumsal anlamların (yeniden) üretildiği, yapıldığı, bulunduğu, bozulduğu,
dönüştürüldüğü bir zemin olarak, hegemonik-toplumsal pratiklerin bir boyutunu
oluşturmaktadır.”
Bu anlamda futbolun içine sızan milliyetçiliğin görüngüleri dünyanın her
yerinde benzer özellikler göstermektedir: Kitle ruhunu bir parçası yapıp ondan
beslenen, düşmanlık esasına dayanan, düşünceden çok duygusal dünya üzerine
yaptığı göndermelerle kapladığı alanı genişleten milliyetçilik, kendisi için en
uygun zeminlerden birini, üzerinden metafor kurmaya çok elverişli futbol
dünyasında bulur. Zira milliyetçilik bağlamında özellikle “biz”e karşı
“onlar/düşmanlar/ötekiler” ikiliğinin kurulmasında, kapsayıcı ve birleştirici
niteliği itibariyle futboldan yararlanmak oldukça kolaydır. “Başka hiçbir spor
dalı, birçok milletin kendi mülkü saydığı futbol kadar millî kimliklerin ‘evrensel’
bir ‘gösteren’i unvanını kazanmamıştır.”
Gündelik
hayattaki milliyetçiliğin, milli kimliğin, cinsiyetçiliğin hatta faşizmin
üretilmesinde bu derece başat bir rol oynayan futbolun Türk milliyetçiliğindeki
tarihsel karakteristik “devletin-milletin varlığının iç-dış düşmanlar
tarafından sürekli tehdit altında olduğu” fikriyle birleşmesi Türkiye futbol
alemindeki milliyetçiliğin temelinde de yatmaktadır. Bu bağlamda futbol
atmosferinin, statların milliyetçi sembollerin topluma yayılması için
gösterdiği kolaylık “futbola siyaset karışmasın” naifliğinde ele alınabilecek
kadar basit olmaktan uzak gözükmektedir. Zira futbola (bir takım tutmaya, bir
takım kimliğine ait olmaya) dair duygusal tavırlar, “akıl tutulmasına” yol
açabilecek derecede büyük bir “tutkuyu” içinde barındırmaktadır. Bu anlamıyla milliyetçiliğin
“reaksiyoner” tavrının futbolda kendini göstermesi sanıldığından daha tehlikeli
bir hale bürünebilir. Gerektiğinde hukukun, insanlığın, sosyal hayatın
kısaca her şeyin üstündeki Türk milletinin çıkarlarının savunulmasının bir
aracı olarak görülmeye başladığı noktada futbol, milliyetçilikle iç içe geçerek
tehlikeli bir silah haline gelebilir.
“Futbol sahici bir sosyal gerçeklikle, kendince bir bağ
kurar. Futbol içi bağlamlarda meydana gelen hareket ve olaylar, daha geniş bir
sosyokültürel sürecin aynasından ibaret olarak değil, bir toplumun, kendi
merkezindeki ahlaki, siyasi ve varoluşa dair meseleleri ortaya koyma sürecinin
bir parçası gibi değerlendirilmelidir.” Arjantinli
akademisyenler Archetti ve Romero’nun futbolun sosyal, kültürel hayatın
yansımalarından bağımsız olamayacağı konusundaki bu görüşlerini akılda
tutarsak, futbol-milliyetçilik ilişkisini anlamlandırmamız biraz daha
kolaylaşabilir. Neticede futbol, başka sosyal gerçekliklerle ancak söz konusu
gerçekliklere dair verili değerler ve anlamlar üzerinden ilişki kurar. Öyleyse
bitirirken Türkiye’de zaten yaygın bir bilinç düzeyinde işleyen
milliyetçiliğin, futbolun içine de gün geçtikçe daha çok yerleşmesinin yarattığı
tehlikeye dikkat çekmek şart: Gündelik hayatın bu kadar içinde olması ve
neredeyse hiç hissedilmeden bilinçaltına sızması. Ki
milliyetçiliğin/faşizmin/ırkçılığın en tehlikeli yanı tam da gündelik hayatın
içinde kendine yer bulmaya başlaması ve gittikçe kapsayıcı olmaya başlaması
değil de nedir?
(kivanckocak@gmail.com)
“Bursa’nın Ermeni
sorunuyla imtihanı”, Sabah-Pazar Eki, 11.10.2009.