22 Aralık 2014

Bir Büyük(!) Devlet Adamı...

Muhalifleri hapishanelere doldurdu, kimini ortadan kaybetti, hatta kimini akıl hastanesine kapattırdı.

İnsan hakları diye bir şeye aldırmıyordu, uluslararası kuruluşlar tarafından hep eleştirildi.  

Operayı, baleyi “gereksiz” bulup, “milli kültüre yabancı, uygun değil” diye yasakladı: “Bale bizim kanımızda yok. Baleden anlamıyorum, ne işime yarar ki?”

Televizyonlarda, düğünlerde, konserlerde, her türlü etkinlikte “playback” yapmayı, yani sanatçıların önceden kaydedilmiş eserleri söylüyormuş gibi yapmasını yasakladı. Çünkü bu durum gerçek kültüre, milletin müzikal değerlerine zarar veriyordu: “Maalesef televizyonlarda sesi çıkmayan yaşlı şarkıcıların eski şarkılarını söylerken dudaklarını oynattıklarını, şarkı söyler gibi yaptıklarını görüyoruz. Playback yapıp yeteneklerinizi öldürmeyin… yeni kültürümüzü yaratın.”

Geçirdiği bir kalp ameliyatından sonra sigarayı bıraktı, hemen ardından da tüm ülkede sigaraya karşı amansız bir savaş başlattı. 

Çoğu zaman boş kalsa da yaklaşık 10.000 kişi alabilen, dünyanın en büyük kubbeli camisi sayılan, 91 metrelik minareleri olan, Orta Asya'nın en büyük camisini inşa ettirdi. Yaklaşık 100 milyon dolara…

Ülkenin sıcak olmasına falan bakmadan buzdan bir saray yaptırmaya karar verdi: “Şöyle buzdan bir saray yapsak, içine 1.000 kişi sığsa. Böylece çocuklarımız kayak yapmayı öğrenir. İçine de kafeler, lokantalar kurarız.”

İhalelerden pay aldığı, yurt dışındaki bankalarda milyonlarca dolarlık bir serveti olduğu söyleniyordu.  

Birçok defa ülkesine demokrasi getireceğini, demokrasi yolundan geri dönüş olmayacağını söylerken “Ebedi Cumhurbaşkanı” seçildi; her seferinde baskı biraz daha arttı, örneğin internet erişimine sıkı kontrol uygulandı, internet kafeler yasaklandı…

***

Tüm bu icraatlar, projeler, laflar size birilerini hatırlattı mı bilemem ama ben Saparmurat Atayeviç Niyazov’dan söz ediyorum. Adından hemen çıkaramayanlar, kendi kendine verdiği ve dünyanın onu bildiği ismi söyleyince hemen tanıyacaktır: "Türkmenbaşı". Yazının konusunun Türkmenbaşı olmasının nedeni ölüm yıldönümü vesilesiyle bu büyük(!) devlet adamını tekrar anmak. Zira 21 Aralık 2006’da ölünceye kadar Türkmenistan’ın "milli irade"sini tek başına temsil ederken; her yerde, her şeyde ismi varken (hatta bir meteorda bile) şimdilerde usul usul tarihten siliniyor gibi gözüküyor!


Niyazov’dan sonraki cumhurbaşkanı Kurbankulu Berdimuhammedov, ki Türkmenbaşı’nın en yakınındaki isimlerden biriydi, göreve geldiğinden beri eski devlet başkanının izlerinin ortadan kalktığı biliniyor. Mesela Niyazov’un kafasına göre değiştirdiği takvimdeki ayların ve günlerin isimleri (Ocak ayına lakabı "Türkmenbaşı" ismini vermişti. Sadece Nisan ayı değil, “ekmek” kelimesi de annesinin ismini almıştı) (link) eski haline çevrildi; adeta ülkenin anayasası haline gelen, Kuran’dan sonra ikinci kutsal kitap muamelesi gören, üç kez okuyanın direkt cennete gideceği söylenen yazdığı kitap Ruhname’nin okullarda zorunlu olarak okutulmasına son verildi (link); eğitim sistemi tekrar düzenlendi (link); altındaki oynar kaidesi sayesinde sürekli güneşe bakan, altın kaplı heykeli kaldırıldı (link) vesaire vesaire…  (Tabii bu arada Berdimuhammedov’un yani "Arkadağ"ın (link) indirdiği Niyazov resimlerinin yerine kendisininkileri astırdığını eklemeden geçmeyelim.) (link)

***

Niyazov, 1985’te Türkmen Komünist Partisi başına geçip lideri olduğu Türkmenistan’ı 2006’ya kadar tek başına yönetti. Orta Asya’daki (ve aslında dünyadaki) en kapalı, en baskıcı rejimlerden birini kurdu. İlmek ilmek ördüğü "lider kültü" kendisini ülkesinin mutlak hâkimi yaptı. Hatta bir ara başbakanlık sözcüsünün "Bence O üçüncü milenyumda Türkmen halkına gönderilmiş bir peygamber. İlahi güçlere sahip olduğu konusunda hiçbir kuşku duymuyorum" laflarıyla peygamber bile ilan edildi! (link)

Ne var ki, ölümünden sonra “deli bir diktatördü”, “Niyazov’un çılgınlıkları”, “Türkmenbaşı’nın komiklikleri” diye anılmaktan öte pek bir iz bırakamamış durumda tarihe. Oysa ülkesine zararı muhtelif saçmalıklarının katbekat üstünde oldu: Demokrasi, insan hakları bakımından sakatlanmış, çağdaş dünyanın epey gerisine düşmüş bir ülke bıraktı geride.

Dünya tarihi biraz da böyle değil midir ama? Mutlak gücün peşinden sürüklenirken kendi megalomanilerinin içinde kaybolanlar çılgın projeleriyle tarihin çöp sepetini boylayıp giderler. Olansa hep geride kalanlara olur. Zira bu tip insanların toplumlarında yarattıkları yarılmalar, kopuşlar, yıkımlar öyle bir iki günde tamir edilemeyecek kadar derin olur. Niyazov’un ölümünden hemen sonra bir Türkmen gazetecinin dedikleri bu yüzden çok önemli: “Problem her şeyi mahvetmiş, harap etmiş olması. Etrafındaki her şeyi ve herkesi berbat etti, bozdu. Tıpkı tepedekiler gibi sıradan insanlar da artık hiç ama hiç kimseye güvenmiyorlar.” (link) Tam da bu yüzden –halihazırdaki maçlar yanında– "sonraki maçlara" da iyi hazırlanmak şart. Yoksa işte Niyazov dün vardı, bugün yok...



Not: Niyazov’un icraatlarına birçok yerden rahatlıkla ulaşmak mümkün. Yine de bu yazıda da kullandığım kimi internet sitelerinin linklerini topluca vereyim. Vaktiniz olup bakarsanız, hem bu yazıda yer vermediğim icraatlarını öğrenir hem de bu büyük devlet adamını daha yakından tanımış olursunuz. Hatta belki biraz eğlenirsiniz de, tabii ülkenin insanlarının yaşadıklarını da unutmadan:   

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5652945&tarih=2006-12-21
http://www.milliyet.com.tr/2006/12/21/son/sondun04.asp
http://www.theguardian.com/world/2006/dec/21/1
http://caravanistan.com/places/kipchak-mosque-ashgabat/
http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/4177622.stm
https://www.neweurasia.net/culture-and-history/the-return-of-opera-theatre/
http://www.commersant.com/p620638/Turkmenbashi_Votes_Against_Himself/
http://www.badassoftheweek.com/niyazov.html
http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/6199021.stm
http://www.zeit.de/2007/01/_Allmaechtiger_
http://www.funtrivia.com/en/subtopics/Turkmenbashi-Crazy-Dictator-of-Absurdistan-280411.html
http://www.youtube.com/watch?v=KNJS2-Zv-Tc 

 ps: Birikim-Haftalık, 20.12.2014 

12 Aralık 2014

8 bavulla Polonya'ya, 11 bavulla Bologna'ya...

takip edebildiğimiz kadarıyla Prandelli, Galatasaray'dan ayrıldıktan sonra memleketine hemen dönmedi; uzunca sayılabilecek bir süre İstanbul'da kalmaya devam etti. yeni değil, hem İtalya'daki takımımız Fiorentina'dan hem milli takımdan takip ediyorum Prandelli'yi; insanlığını da, teknik direktörlüğünü de beğendiğim bir sır değil. dolayısıyla kendisiyle ilgili bir tür algıda seçicilik yaşadığım doğrudur.

hal böyleyken "Prandelli Türkiye'den ayrılıyor" haberleriyle tabii ki özel olarak ilgilendim. twitter'dan gördüğüm ilk haberde "ülkesi yerine Polonya'ya gitti" diyordu. "Polonya mı?" dedim haliyle, "ne alaka?" ama  olabilir tabii, neden olmasın... sonra üç dört yerde daha Prandelli-Polonya haberini gördüm; hatta koskoca haber kanalı CNNTürk haberin başlığı bile yapmıştı: "Prandelli 8 bavulla İstanbul'dan Polonya'ya gitti!." kendileri de biraz acayip bulmuş durumu herhalde ki, başlığın sonuna bir ünlem koymuşlardı.

derken, başka bir yerde "İtalyan teknik adam, 8 bavulla ülkesinin Bologna şehrine uçtu" haberini görünce kontrol etme ihtiyacı hissettim tabii: gerçekten de bazı haber siteleri ve kanallar da Prandelli'nin Bologna'ya gittiğini yazıyor, söylüyordu!


 
ben şahsen duruma ayıldığımı düşünüyorum; yazdığım senaryo şu:

adam gerçekten Bologna'ya gidiyordu fakat "ne alaka" demeyen bir muhabir, -hatta kötü niyetli olayım mı?- belki de Bologna diye bir kentin varlığından haberi olmayan bir muhabir, Bologna'yı Polonya anlayıp "haaa, Polonya demek" diyerek oturup haberi yazıyor. bu haberi karşısında bulan editör, spor müdürü, site sorumlusu artık kimse, "ne alaka" demiyor, "yayınla gitsin" diyor. artık bir sürü internet sitesi, haber kanalı, gazete kopyala-yapıştır habercilik yaptığı için de Prandelli, Bologna yerine Polonya'ya gidiyor. hadi selametle!

(bir de Prandelli giderken 8 bavulu mu vardı, 11 bavulu mu vardı meselesi var: Polonya'ya giderken 8, Bologna'ya giderken 11 bavulu varmış! "Polonya'ya 8 bavulla gitti" ve "Bologna'ya 11 bavulla gitti"  haberlerinin aynı sitede/gazetede çıkmasına ne denebilir, bilemiyorum tabii artık ben ama anlaşılan "3 el çantası"nı da bavul sayanlar 11, onları saymayanlar 8 diyor!)
  
spor medyasının hali işte bu; memleket medyasının genel halini zaten biliyoruz, şüphesiz ondan başka bir yerde değil. üstelik bu, belki de basit bir örnek sayılır. ve fakat işini doğru dürüst yapmamanın, habere ve okura saygı duymamanın, hatta nispeten cehaletin açık bir örneğidir.

durumun vehameti bu ve benzeri hataların tek bir haber sitesiyle, gazeteyle kalmamasında. zira bu örnekte gördüğümüz gibi, kopyala-yapıştırcılığı şiar edinmiş bir sürü yer aynı hatayı tekrarlayarak haberin tamamen yanlış olmasına vesile oluyor ne yazık ki.

uzun lafın kısası, hemen her durumda doğru haberin ne olduğunu anlamak için çoğu zaman ciddi biçimde çabalamak gerekiyor memleketimizde, bunu akıldan hiç çıkarmamak gerek....
  
her ihtimale karşı not: Prandelli, gerçekten Polonya'ya da gitmiş olabilir. ama o zaman da Bologna nereden çıktı?

08 Aralık 2014

Prandelli ve Büyük Resme (ya da Hukuka) Bakmak

Bu, bir futbol yazısı sayılmaz ama futbolla ilginiz yoksa bile bir zamandır Galatasaray’ın geçtiğimiz günlerde işine son verdiği İtalyan teknik direktör Cesare Prandelli’nin tazminatı var mı yok mu, Galatasaray’dan ne kadar para alacak meselesinin çokça konuşulduğunu görmüşsünüzdür, duymuşsunuzdur. Adeta milletçe Prandelli’ye karşı Galatasaray’ın yanında kenetlendik. Çünkü adam hem başarısız olmuştu  (güya) hem de kovulduğu için para (yani sözleşmesinde yer alan alacaklarını) istiyordu. “Ayıp”tı, “yuh”tu, “yazık”tı, “çüş”tü: “Prandelli işi yokuşa sürüyor”dan (link), “Utanmasa tapuyu isteyecek”e (link) uzanan bir yelpazede İtalyan’ın ne kadar paragöz olduğunu iyice sindirdik içimize! 

Sorular çok ama basit aslında: Sadece hakkını arayan biri için böyle ileri geri konuşabilmek hakkını nereden alıyor insanlar, “utanmasa”lı falan başlıklar atabilmek gücünü nereden alıyor bu medya? Herhangi bir şirketin bir çalışanıyla girdiği hukuki olduğu çok açık bir anlaşmazlıkta hukukun yanında saf tutmak neden bu kadar zor oluyor? Futbol örneğinden devam edecek olursak, Prandelli haksız, paragöz, peki. Ama Del Bosque’sinden Tigana’sına, Aragones’inden Gerets’ine hepsi mi öyleydi? Bu yabancılar hep mi sadece para peşinde? Peki yabancılara karşı girişilen dayanışma duygusu bir Türkiyeli teknik direktör, futbolcu kovulunca, onu bırakın, zaten alması gereken alacaklarını alamayınca neden gösterilmiyor? Türkiyeliler hukuk diye bir şeyin bu memlekette pek geçerliliği kalmadığını artık iyice biliyor zaten diye mi, yoksa adını koyalım, açıkça bir yabancı düşmanlığının yansıması mı bunlar? Neden evlerine ekmek götüremeyecek durumdaki futbol emekçileri için (Türkiye'de alacaklarını alamayan onlarca futbolcu, teknik adam olduğunu biliyoruz) “Bilmem ne kulübü utanmasa bedava oynayın, çalıştırın diyecek” başlığı atılmıyor mesela?

Bu, bir futbol yazısı sayılmaz. O yüzden memleket futbolunun içinde bulunduğu bataktan söz etmeyelim. Ve lakin memleketin içinde bulunduğu genel ahlâki yozlaşmadan, çürümeden, hukuksuzluktan söz edebiliriz. Tam da bu yüzden madencilerin ölümü, inşaat işçilerinin ölümü, işçilerin, çocukların ölümü çok da dert edilmiyor sanki. Zira ülkemizi kalkındırma yolunda şirketlerimizi, kulüplerimizi, inşaat sektörümüzü, hükümetimizi hukukla bağlayacak değiliz elbette! Cumhurbaşkanımız “adalet istiyorum, adalet” diye bağırıp hukuksuz Galataport ihalesinin durdurulmasını kast ederken mesela ya da esnaf, gerektiğinde adaleti sağlayan hâkim olarak görülürken örneğin (link) veya başbakanın başdanışmanı hukukun sınırlarının dışına çıkılmasını “meşru” görürken örneğin (link), hep ülkemizin çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşması için uğraşmıyorlar mı?!

Bu, bir futbol yazısı sayılmaz. Ama en basit hukuki örnek üzerinden gidecek olursak Prandelli’nin, Galatasaray’la iş akdi imzaladığını; sözleşmeyi yaparken şartların konuşulduğunu; bunların üzerine karşılıklı anlaşıldığını; ilgili maddelerde fesih halinde neler olacağının düzenlendiğinin varsayıldığını tahmin edebiliriz. Galatasaraylı yöneticilerin bunları çok iyi bildiğini de kabul edebiliriz ki, Prandelli’yi gönderme baskıları başladığında “Ooo, sözleşmeyi bir görseniz” minvalli açıklamalar yaptılar (link). Peki tüm bunlara rağmen bunca yaygara neden? Daha önceki örneklerde gördüğümüz gibi, elindeki sözleşmeye dayanarak hakkını arayan bir yabancının hakkını illa ki FIFA gibi dışarıdan bir kurumun vermesi mi gerekiyor? Neden, "Bu sözleşmeler imzalanırken aklınız neredeydi, böyle sözleşmeler imzalayanlar cezasını da sonuna kadar çekmeli" demektense bir tür yabancı düşmanlığıyla bezeli laflar ediliyor? Neden işler hukuka bırakılmıyor da "biz-onlar" karşıtlığına sapılıyor, takımın başına yeni gelen Türkiyeli teknik direktörün hiç para konuşmadığına dair içi boş laflar üretiliyor? (link)


Bu, bir futbol yazısı sayılmaz. Ama Türkiye’de sadece hakkını arayanlara karşı (hele de yabancıysalar) bakışın bir yansımasını ele almaya çalışan, hukuktansa hamasetin nasıl geçer akçe olduğunu anlatmaya çalışan bir yazı sayılabilir. “Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler… Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakmak bir seçme edimidir…” der John Berger, Görme Biçimleri’nde. Her zaman da böyledir bu. Prandelli-Galatasaray meselesine işte biraz da böyle bakmayı deneyemez miyiz? Ben şahsen her durumda boş zamanında hayat arkadaşıyla İstanbul Modern’i gezen, oradaki tablolara bakarak hayatına bir anlam katmaya çalışan bir emekçinin yanında duracağımı biliyorum…

ps: Birikim-Haftalık, 06.12.2014

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...