arabanın yokluğunu arayanlardan değilim, arabadan da anlamam zaten. cüzdanda bir kimlik olmaktan öteye gitmeyen o ehliyeti aldıysam Tolga'nın "kursa gidelim, alalım şunu sonra zorlaşır bak" gazlamasına geldiğimdendir. zaten o ehliyet sınavından sonra da bir daha direksiyona oturmadım. iyi co-pilot olurum ama: İlker'in Ford'unda bir ara o kullanırken ben vites değiştirirdim, o derece. zaten küçükken de arka koltuğun tam ortasına gelip yolu seyretmeyi, göstergelere bakmayı da pek severdim.
"ulan keşke arabam olaydı" dediğim anlarda trafikte olsam kaç kişiyle, kaç sebeple dalaşacağımı düşünüp, titreyip kendime geliyorum, "şükür" diyorum. park yeri bulmaktı, sıkışık trafikte bekleyip durmaktı, birden bozulsa, bir şey olsa yolun ortasında ne halt edeceksin, yağmurdu, kardı gibi detaylara hiç girmiyorum.
hasılı yürümek iyidir, güzeldir, hoştur. insanın kafasını derleyip toplamasına yardım eder. ben daha bir şey demeyeyim, David Le Breton, “Yürümeye Övgü”de demiş diyeceğini zaten:
“Yürüme soyar, çıplak hale getirir, dünyayı nesnelerin rüzgarı içinde düşünmeye davet eder ve insana mütevazi ve güzel bir yaşamı hatırlatır. Günümüzde yürüyüşçü kişisel bir tinselliğin hacısıdır, yürüken derin düşüncelere dalar, alçakgönüllü, sabırlı olmayı öğrenir, yürüme bir tür gezici ibadet biçimidir, gezilen dolaşılan yerlerde hiçbir kısıtlama söz konusu değildir yürüyüşçü için, yürüyüşçünün çevresinde muazzam bir dünya vardır.”