
saat, saat olmaktan çıkıp vücudunun parçasıymış gibi olduğunda güzeldir. kolunda varlığını, yokluğunu unuttuğunda güzeldir. bunu az saat yaşatır, yaşatana bağlanmak esastır.
ilk saatime, o zamanlar bir teknoloji mucizesi gözüyle baktığım casio'nun digital ekranlı saati dersem, dedemin doğumumda alıp "vakti gelince verirsin" diye anneme verdiği kurmalı nacar'a ne büyük haksızlık yapmış olurum. o casio'dan sonra gelip geçen saatleri hatırlamayıp, yıllarca durduğu kutunun içine bakıp bakıp "o gün gelse de taksam" dediğim, derken ortaokul sonda sanırım, takmaya başladığım 17 rubis'li nacar'ı hatırladığıma göre ilk saatim odur. gece yatmadan önce kurup, bileğimi hafifçe kulağıma yanaştırıp işleyişini dinlemişliğim çoktur...
kurma kolu bozulunca mecburen vedalaştığımız nacar'dan sonraki saatlerimden elime geçtiği için taktıklarım, "iyi bir beraberlik olur" diye yola çıkıp ayrılmaya karar verdiklerim var, geçelim, bizzat para biriktirip aldığım saat de içi siyah bir pulsar'dı. şimdiki, gönlümüzdeki manası çok derin, "iyi ki var" dediğim lacoste gelinceye kadar, uzun zaman yarenlik etti bana.
hasılı, kolunda varlığını, yokluğunu unuttuğun saat güzeldir, öylesine bağlanmak esastır. üstelik "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü sindire sindire okuyan için saat, hayatla hesabında da bir şeye işaret edebilir: "saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır..."