25 Haziran 2009
Gidelim Ernesto gibi...
Tanışmıyorduk. Ama ben onu tanıyordum. Kaç defa gördüm ki onu: 1996 olmalı; ''öğrenci hareketi''nin havayı ve tabii çıtayı epeyce yükseltmeye başladığı zamanlar. Ankara Üniversitesi'nin Cebeci kampüsünde bir İnek Bayramı, sahnede 4-5 genç. O güne kadar hiç duymadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlar. Lazca olduğunu öğreniyorum: ''Bunlar da Zuğaşi Berepe''. Bayılıyorum. Arada vokal yapan birisine dikkat ediyorum ama ben daha çok. Gitarı tutuşuna, müzik yaparken ''kopuşuna''... ''Va Mişkunan'' albümünü alıyorum. Çok beğeniyorum. Lazca'yı çok seviyorum, albüm kartonetinden kendime basit bir sözlük Lazca-Türkçe sözlük hazırlamaya kadar götürüyorum işi. Laz değilim.
1997 ya da 98 olmalı. Yine Cebeci. Bir bahar günü. Bir eylem sonrası. Ne eylemi, hatırlamıyorum. Bildiğim, ortadan kaybolan bir grup arkadaşı neden sonra o adamın gitarının etrafınında horona durmuşken bulmam. O neşeli hal, o güzel hal... Sonra art arda kaç defa dinlediğimi hiçbir zaman saymadığım ''Igzas'' albümü -ki kuşkusuz Murat Meriç çok daha iyi değerlendirecektir, lakin her bakımdan İgzas memleket sınırlarında son 10 sene içinde yapılmış en başarılı rock albümüdür kanımca-. Zuğaşi'yi nispeten erken bulmuş olmanın verdiği mutluluk. Lazca-Türkçe sözlüğüm genişliyor. Ama dağılmaları...
Sonra yalnız başına ''Viya'', ''Hayde''. Sonra... Sonrası yok! Harbiye Açık Hava... Sık sık göğe bakıyorum, bir de yere. İstanbul'a gelmeden önce, ''Şu adama bir ulaşsam, onun yaptığı işlerden birine bir ufak taş koysam'' dediğim ''Dina'' sahnede duruyor. Bir tabutun içinde. ''Vidat'' diyor, sözlüğüme yazdığım ilk kelimedeki gibi, ''Ernesto steri'': Gidelim Ernesto gibi. ''Yıldızların çok olduğu bir göğün altına''. Cevabım yine onun şarkısıyla oluyor: ''Bir kara kuş ağlayi taş vurmiş kanadına / Ağlama kara kuşum düşmanun inadına''.
Tanışmıyorduk. Ben onu tanıdığım için, müziğini dinlediğim için çok gururluyum. Bu genç adamın sunduğu müzikal zenginlik, gösterdiği ''adamlık'' için ona müteşekkirim. Memleket de olmalı...
K.K.
ps. word kayıtları yalan söylemez, Birgün için yazdığım bu yazıyı "27 Haziran 2005 Pazartesi 18:15:54"te bitirmiştim. o öldükten sonra aldığım siyah bilekliği koluma takmamın üstünden dört sene geçivermiş demek.
baston
insanevladı istediği kadar teknolojiye iman etsin, dans eden robotlar yapsın, haplarla beslensin, ışıktan insanın başının döndüğü koca koca kentlerdeki "akıllı" binalarda otursun, ne halta yaradığını anlamadığım g3 telefonlarıyla "sevdiklerine ulaşsın" sonunda varacağı yer işte gelip o bastona dayanmak.
iki gündür "beni yaz beni yaz" diye kafamın içinde dönüp duran, tramvayda gördüğüm bastonuna dayanmış o en az 70'lik amca dia'dan aldığı webcam'i kurup kullanmaya başlamış mıdır acaba?
iki gündür "beni yaz beni yaz" diye kafamın içinde dönüp duran, tramvayda gördüğüm bastonuna dayanmış o en az 70'lik amca dia'dan aldığı webcam'i kurup kullanmaya başlamış mıdır acaba?
10 Haziran 2009
absürd
"hayat acımasız", "hayat zalim", "hayat zor" ve türevi laflar ne büyük manasızlık aslında. sanki "hayat" denilen şeyin bir tüzel kişiliği varmış gibi. ama işte öyle anlar geliyor ki, olup biten acayipliği, yaşanan tatsızlığı, yıkımı, öfkeyi, acıyı her ne ise işte artık, birine ihale etmen gerekiyor. "hayat" demenin verdiği konfor... izahat yaratmaya kapanan yollar... camus'nün "absürd"üne iman...
işte birisi daldan aşağıya düşüveriyor anca arkasından bakabiliyorsun; "hayat" diyorsun, kafka'yı hatırlıyorsun: "ev halkını koruyan bir tanrıya inanmaktan daha mutluluk verici ne olabilir"... ama biliyorsun ki ne o tanrı var, ne "hayat" dediğin o şey. öyleyse hayata mı inanmayacaksın, tanrıya mı, dala mı, karıncalara mı?
neticede zaman geçecek, hayatlar, tanrılar, dallar, karıncalar ona eşlik edecek... camus çoktan "dünyayı anlamak için olup biten karşısında ona sırtını dönmelisin" demiş bulunacak.
08 Haziran 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)