2017 Kasım-2018 Kasım arasında, iş icabı değil tamamen kendi zevkim için okuduğum kitapların listesini çıkarmıştım. öne çıkanlar şunlardı:
* Sokaktaki Adam - Philip Roth
* Doppler - Erlend Loe
* Bir Alman'ın Hikâyesi - Sebastian Haffner
* Şibumi - Trevanian
* Pedro Paramo - Juan Rulfo
* Zorba - Nikos Kazancakis
Philip Roth geç tanıdığım bir yazar, tipik bir Amerikan edebiyatçısı aslında. incecik romanı Sokaktaki Adam'da bir adamın gençliğinden ölümüne kadar maneviyatını, insanlarla -bilhassa kadınlarla- ilişkilerini, pişmanlıklarını o kadar berrak anlatıyor ki.
Erlend Loe, memleketimizde aslında yıllar önce yayımlanmış ancak o zamanlar hiç dikkat çekmemiş bir yazar. o ilk kitabı Naif. Süper. severek hatırladığım bir kitaptı, "birisi tekrar bassa" deyip dururdum. nitekim Loe tekrar keşfedildi. Doppler hayatın içine sıkışmış kalmış bir adamın herkesten kaçıp gitme denemesinin, kendiyle ve dünyayla hesaplaşmasının kitabı. iyi bir içe dönme öyküsü.
Şibumi benim geç okuduğum kült kitaplardan. bunca zamandır nasıl olup da filme çekilmediğini anlamadım doğrusu; müthiş bir sinematografisi var kitabın aslında.
Juan Rulfo'nun İspanyolca edebiyatın, esas olarak Latin Amerikalıların buluşu olan "büyülü gerçekçilik"in temel taşlarından olduğu söyleniyor. kesinlikle doğru yargı. nefis Pedro Paramo'yu okuduktan sonra misal Marquez'in beslendiği damar daha net anlaşılıyor.
Zorba okurken insana çok güneşli gelen, lezzetli bir kitap. yaşama sevinciyle dolu bir insanı böyle net çizen Kazancakis beyi takdir etmemek elde değil.
Bir Alman'ın Hikâyesi çok, çok iyi bir kitap. bir anı kitabı aslında ama roman gibi akıp gidiyor. "sıradan", politikayla pek içli dışlı olmayan bir Alman olarak Sebastian Haffner'in anlatımı o kadar kuvvetli ki, “nasıl oldu da Nazizm bütün Almanları kapsadı, nasıl oldu da bütün Almanya Hitler'in bataklığına kendini sürükledi” hikayesi insanın gözünün önünde sahneleniyor adeta... dolayısıyla "2018'de okuduğum en iyi kitap ödülü"nü "Bir Alman'ın Hikâyesi" net biçimde kazandı. ayrıca dikkat: bir anı kitabının, düz edebiyat olmayan bir kitabın bu ödülü alması iki kere bravoyu hak etmektedir... (''bravo'' sesleri)
sıra ''2018'de seyrettiğim en iyi film'' ödülünde...
her seyrettiğim filme imdb'den not veririm: 10 üzerinden: 4-berbat, 5-kötü, 6-idare eder, 7-seyredilir, 8-iyi film, 9-10 zaten çok çok iyi film. her ay seyrettiklerimi "seyir defteri" başlığıyla bloga da aktarıyorum. 2018 aday listesi şöyle (söz konusu ayda en yüksek puanı almış filmler bunlar. misal iki tane 8'lik film varsa, bloga afişini koyduğum film kazanıyor):
Ocak: Veronica (2017): 6/10
Şubat: The Square (2017): 7/10
Mart-Nisan: Last Shift (2014): 7/10
Mayıs: The Killing of a Sacred Deer (2017): 8/10Haziran-Temmuz: Wild Wild Country (2018): 8/10
Ağustos: Deathtrap (1982): 7/10
Eylül: The Pawnbroker (1964): 8/10
Ekim-Kasım: Zimna wojna (2018): 8/10, Jonestown: The Life and Death of Peoples Temple (2006): 8/10
Aralık: The Guilty (2018): 8/10
öncelikle iki belgesel var: aslında Wild Wild Country ve Jonestown: The Life and Death of Peoples Temple birbirlerini çok iyi tamamlayan iki belgesel. iki farklı tarzda adamın oluşturduğu, iki farklı tarikat, iki farklı yol. ama neticede ikisi de içlerinde onlarca trajedi barındıran birer bataklık. yine de Jonestown epey bütçeyle çekilen WWC'ye göre kurgusu ve anlatımıyla daha iyi, daha bütünlüklü bir iş bence. dolayısıyla kendisini belgesel dalında özel ödüle layık görüyoruz.
The Killing of a Sacred Deer rahatsız ediciliğiyle, içteki-dıştaki kötülüğün boyutlarında gezinmesiyle çok beğendiğim bir film oldu. Sidney Lumet reklam çekse izlerim; The Pawnbroker da yine konuşturuyor kendisini, ''geçmişle ruhsal hesaplaşmanın filmi böyle çekilir'' diyor. The Guilty, orijinal adıyla Den skyldige, Gustav Möller'in ilk filmiymiş. neredeyse tek mekanda çektiği filmde, gerilimi o kadar iyi ayarlıyor ki Möller, büyük iş; kesinlikle umut vaat ediyor.
öncelikle iki belgesel var: aslında Wild Wild Country ve Jonestown: The Life and Death of Peoples Temple birbirlerini çok iyi tamamlayan iki belgesel. iki farklı tarzda adamın oluşturduğu, iki farklı tarikat, iki farklı yol. ama neticede ikisi de içlerinde onlarca trajedi barındıran birer bataklık. yine de Jonestown epey bütçeyle çekilen WWC'ye göre kurgusu ve anlatımıyla daha iyi, daha bütünlüklü bir iş bence. dolayısıyla kendisini belgesel dalında özel ödüle layık görüyoruz.
The Killing of a Sacred Deer rahatsız ediciliğiyle, içteki-dıştaki kötülüğün boyutlarında gezinmesiyle çok beğendiğim bir film oldu. Sidney Lumet reklam çekse izlerim; The Pawnbroker da yine konuşturuyor kendisini, ''geçmişle ruhsal hesaplaşmanın filmi böyle çekilir'' diyor. The Guilty, orijinal adıyla Den skyldige, Gustav Möller'in ilk filmiymiş. neredeyse tek mekanda çektiği filmde, gerilimi o kadar iyi ayarlıyor ki Möller, büyük iş; kesinlikle umut vaat ediyor.
Zimna wojna namı diğer Cold War, Cannes'da yönetmeni Pawel Pawlikowski'ye en iyi yönetmen ödülünü kazandırmıştı. nasıl kazandırmayacakmış ki zaten? şahane bir görsellik, iyi oyunculuklar, enfes müzikler (hele bir ''oy, oy, oyyyy'' var ki insanın içini oyuyor, üstelik oymakla bırakmıyor, içine işliyor) (parçanın orijinali daha fena). bir türlü kavuşamayan aşıklar klişesi, aralarındaki gelgitler herhalde ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. dolayısıyla ''2018'de seyrettiğim en iyi film'' ödülünü, ''aferin Pawel, bu şekil devam'' diyerek Zimna wojna'ya veriyorum. (kimine göre 15, kimine göre 45 dakika ayakta alkış!)