Üç-dört yıl öncesine kadar futbolda kimsenin ciddiye
almadığı İzlanda’nın 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan geçişini görmüş,
görmediyseniz duymuş, duymadıysanız okumuşsunuzdur. Sadece maçları esnasında
değil, elendikten sonra da turnuvaya kattıkları renk için neredeyse herkesin
teşekkür ettiği, turnuvanın en sevilen takımı olan İzlanda yaptığı büyük işle
artık kupa tarihinde izi olan takımlardan biridir.
Şurası çok net, İzlanda’nın elde ettiği başarının arkasında
-başka örneklerde de her zaman karşımıza çıktığı gibi yine- "doğru
planlama, doğru yatırım, çok çalışma" üçlüsü var. Nitekim İzlanda’nın
yakında görevi devredecek cumhurbaşkanı Grímsson da başarının tesadüf
olmadığının, sistematik bir yaklaşımın ürünü olduğunun altını çiziyor:
"Eğitim programımız şunu kanıtladı: Eğitim ve takım ruhu ile küçük bir
ülke de mükemmel işlere imza atabilir." (link)
Ayrıca anlatmaya gerek yok, ülkenin futbolla imtihanını, yapılıp edilenleri daha
etraflıca öğrenmek isteyenler Alper Öcal’ın yazısına mutlaka göz atmalı: "İzlanda
futbolu sıfırdan zirveye nasıl çıktı?" (link)
Aslında Türkiye için İzlanda’nın Euro 2016’da gösterdiği performans
pek de sürpriz sayılmaz; malum grup eleme maçlarında iki ülke aynı gruptaydı. "Baktığımız
zaman elle topu kaleye götürseler 3 defa götürürler" (link) denilen takım,
gruptan çıkmayı Türkiye’den çok çok önce garantiledi. Üstelik grup eleme
maçlarının daha ilkinde Türkiye’yi 3-0 yenerek. Türkiye ise elemelerin son
maçında ancak son dakikada gelen serbest vuruş golüyle İzlanda’yı yenip (ve
aslında gerçekleşmesi gereken diğer olasılıkların gerçekleşmesiyle) şampiyonaya
katılmaya hak kazanabildi. İki takımın turnuvadaki performanslarını kıyaslamak zaten
manasız: Gazdan başka bir şeyle çalışmadığı bu turnuvada artık iyice ortaya
çıkan Türkiye’nin aksine sistemli bir futbol eğitimi yoluna giren ve takım
ruhuna sahip İzlanda damgasını vurdu turnuvaya.
İlk defa bu ölçekte bir uluslararası turnuvaya katılan
İzlanda üstelik sadece oynadığı futbolla, çeyrek finale kalmasıyla değil başka
hasletleriyle de öne çıktı: İşini yapmaya odaklanan, "pislik
yapmayan" bir oyuncu topluluğu; eşbaşkanlık sistemini andırır eşteknik
direktörlük sistemi; teknik direktörlerinden birinin diş hekimi, kalecisinin yönetmen
olması; takımlarını desteklemek üzere Fransa’ya giden nüfusun neredeyse
%10’unun şahane taraftarlığı; "huh" sesli Viking alkışı...
Daha ne yapacaktı ki İzlanda? Daha nasıl damga vuracaktı
turnuvaya? Mesela turnuvaya katılan mili takımların teknik direktörleri içinde
en yüksek üçüncü ücreti alıp takımın kötülüğünde hiç payı yokmuş gibi
"Ülkece hazırlanamadık zaten turnuvaya", "Utanması gereken biri
varsa ben değilim" diyen, yıllardır "ders almayan ders veren"
bir teknik direktörü mü olsaydı? Ülkenin en iyi futbolcusu olduğu söylenen,
oynayıp durduğu reklam filmlerinde üst düzey oyunculuğu sürekli vurgulanan,
haliyle de kendisinden yüksek beklentiler olan yıldız futbolcusu taraftarı mı
tehdit etseydi, maçta tribünle diyaloga girip oyuna mı küsseydi, "Hesap
soracağım" mı deseydi? Takımın 18 yaşındaki gurbetçi oyuncusu atılan gole sahici
bir neşeyle sevinirken, gol kralı olmuş tecrübeli oyuncusu attığı golü sinirli
bir suratla, el kol hareketli jestle kutlamayı mı tercih etseydi? Galibiyet
elden gitmesin diye numaradan yerde kıvranan oyunculardan, bunu teşvik eden bir
teknik heyetten kurulu bir takım mı olsaydı?
İzlanda’nın nüfusu 350 bin civarında. Ülkenin yarısından
çoğu kutup bitki örtüsü tundrayla kaplı; zemin futbol oynamaya hiç elverişli
değil. Futbol ekonomisi Türkiye’yle kıyaslanamayacak kadar küçük. Avrupa’nın
gündemindeyse Türkiye’ye kıyasla pek izi olmayan bir ülke: Anca, -muhtemelen
İzlandalılardan başka kimsenin adını doğru dürüst söyleyemediği-
Eyjafjallajökull volkanının 2010 Nisanı’nda püskürmeye başlayıp bütün Avrupa
hava trafiğini alt üst etmesiyle (link)
ve 2008’de yaşadıkları büyük finans kriziyle (link)
kendilerinden uzun uzun söz ettirdiler. 1 Ağustos 2016 itibariyle yeni
cumhurbaşkanları bir tarih profesörü olacak; seçilir seçilmez maçları izlemek
için Fransa’ya gitti, öyle özel bir yerden falan değil diğer İzlandalılarla kol
kola maçları izledi (link). (Değinmeden
geçmeyelim: 2009’da İzlanda’nın ilk kadın başbakanı olan Jóhanna Sigurðardóttir
dünyanın eşcinsel
olduğunu açıkladıktan sonra göreve gelen ilk hükümet başkanı olmuştu. Kendisi
İzlanda’da ilk resmî eşcinsel evliliği yapan isim aynı zamanda).
Bütün bunları, olup biteni alt alta koyduğumuzda elendikten
sonra ülkelerine döndüklerinde muazzam bir şekilde karşılanan İzlanda milli
takımına duyduğumuz sevginin nedeni biraz daha netleşiyor. Çünkü neredeyse her
bakımdan kesin olan bir şey apaçık ortada: Bizde olan ne varsa onlarda yok;
onlarda olan ne varsa bizde yok!
Şimdi Alman Berliner Morgenpost gazetesinin özel olarak
hazırladığı linke tıklayıp İzlandalılarla birlikte "huh" çekebiliriz
(link). İzlanda için,
başarının tesadüfle değil planla programla geleceğini bir kez daha
gösterdikleri için sevinçle; onyıllardır içinde debelenip durduğumuz saçma
futbol ortamımız için öfkeyle; yenilse bile memlekete döndüğünde sevgiyle karşılayabileceğimiz,
dünyanın sempatisini kazanacak bir milli takıma sahip olabilme hayali için
umutla...
(*) "Viking alkışı" için bir dipnot şart: Bu
tezahüratın Viking savaşçılarıyla ilgili tarihsel kökenleri olduğu da, balina
çağırma sesi olduğu da söyleniyor. Ancak işin aslının bunlarla hiç ilgisi
olmadığına dair de iki farklı görüş var: Biri İzlandalıların bu tezahürat biçimini İskoç takımı
Motherwell’den aldıkları, diğeriyse çok daha önce Polonyalı bir hentbol
takımında gördükleri yönünde. (link).
Hikâyesi ne olursa olsun, İzlandalıların her durumda şahane bir adaptasyon
yaptıkları gerçek!