yine de "ulan", diyorum, "zaman ne çabuk geçiyor"... zaten insanın fani ömrüne kaç dünya kupası sığar ki?
---------------
Futbol Şenliklerinden Anımsamalar
"keşke seyredebilseydim" dediğim
Fontaine ve Kempes'e...
Futbol seyretmeye başlayan, 8 yaşındaki bir çocuk için önemli olan organizasyonun ehemmiyeti, oynanan futbolun kalitesi, yıldız futbolcuların varlığı/yokluğu değil; gördükleridir. Sadece ve sadece bu... Benim kişisel Dünya Kupası tarihim de; İngiltere'ye karşı "Maradona-Tanrı işbirliğini", Brezilya'lı Socrates'i, "Meksika dalgası" denen şeyin doğuşunu, Schumacher'i, Fas milli takımını... gördüğüm Meksika '86 ile başlıyor. Ve doğrusu şimdi şöyle bir geri dönüp baktığımda, futbol tutkumun ardında -gayet güçlü bir şekilde- tam da '86 Dünya Kupası'nın yattığını görüyorum sanki...
Kupa başlarken evimizde bir konuk vardı: Orhan Dayı. Hayır, öz dayım değildi ve daha da hayır, akrabalık ilişkimiz anneme değil babama dayanıyordu! Lakin kendisine "dayı" diyorduk işte. Bir Galatasaray fanatiği ve futbolu çokça seven bir adamdı. O Dünya Kupası'nı, Meksika '86'yı (neredeyse yarı finallere kadar her maçı) onunla izledim ben. Hatta "çivili tahta sahada" oynadığımız "madeni 5 liralık maçlarında", başlayacak maçın provasını yapıp öyle otururduk televizyonun başına. Evet, şükürler olsun ki, ben bozuk paralarla oynanan "çivili tahta saha maçları" dönemine yetiştim. Ama o döneme yetişemeyenler (ya da bilmeyenler) için yine de anlatayım: Önce uzun, enli ve sağlam bir tahta ("saha" olarak da okunabilir!) bulunur. Zorunluluktan değil ama estetik adına keçeli kalemle, ceza sahaları ve orta saha çizilir. Daha sonra, öncelikle kale direkleri olmak üzere sahanın muhtelif yerlerine çiviler çakılır. Şimdi sıra fazla ağır olmayan bir madeni para bulmaktadır ki o dönemde 5 liralıklar bu iş için biçilmiş kaftandı. Para ("top" olarak okunmalı artık) orta sahaya konulur ve parmakla vurularak maç başlatılır. Böylece sırayla topa vurmak suretiyle "gol kaydına muvaffak olmaya" çabalanır. İşte kupa zamanı sayısız defa bu oyunu oynayıp, "kim kazanacak" yorumu yaptık. Epey başarılı olduğumuzu da hatırlıyorum.
Bir diğer hatırladığım da turnuvanın maskotu ve daha ilginci, müziği: Annemin kupa başlamadan çok önce aldığı, üzerinde; uzun şapkalı, neredeyse boyu kadar bir topa yaslanmış, "pala" bıyıklı bir adamın resminin altında "Viva Mexico '86" yazan eşofmanlarımın sırrını çözmem, kupanın başlamasıyla oldu. Neden sonra öğrendik ki o zatın adı "Pique" dir! Turnuvanın müziğini hatırlamama "ilginç" dememin nedeni ise şu, inan olsun '86'dan sonraki hiçbir kupanın müziğini hatırlamıyorum! "Hatta '98'inkini bile" diyecektim ki, Ricky Martin gerçeği(!) aklıma geldi. Ama ne olursa olsun; zihnimde "Meksiko, Mek-si-biiii" diye kalan İspanyol ritimli o şahane müziği unutmam mümkün değil.
'86 deyince Maradona'nın "Tanrı'nın eli" olarak adlandırdığı, İngilizlere eliyle attığı golü anmadan geçmek olur mu? O maçta, hatta kupanın genelinde Arjantin'i tuttuğumu anımsıyorum. Ama o gol, bariz elle atılan o gol; İngilizlerin isyanı; Arjantinlilerin zafer kutlamaları; ertesi gün gazetelerde "Falkland Adaları'nın İntikamı" türü şeyler okuyup, atlastan Falkland Adaları'nı bulma girişimim...
Arjantin'den zihnimde bir de Burruchaga var: Arjantin'e kupayı getiren o güzel golü atan adamın, gol sonrası sevinci ve neden bilmem bana gayet yakın gelen surat ifadesi hâlâ aklımda. Surat ifadesi deyince; yazının başında dediğim gibi "sakallı" Sokrates'i de çok net gördüm o kupada ve yine neden bilmem, tuhaf şekilde korkutmuştu beni. Belki de hâlâ ve hâlâ Brezilya'dan hazzetmeyip Arjantin'e yakın durmam o "yüzdendir"!
* * *
Kardeşimle birlikte evimizin koridorlarında, kendimize isimler/takımlar seçe seçe "top koştururken" başladı '90 Dünya Kupası. İtalya '90 geldiğinde artık "Dünya Kupası'na hazırlanmak" kavramının anlamını az çok çözer olmuştum. Her şeyden önce büyük gazetelerin kupa başlamadan yaklaşık bir ay önce vermeye başladıkları "Dünya Kupası Rehberi"nden edinmek farzdı. Bol resimli bu kitapçıklarda her takımın kadrosunu, yıldız oyuncularını, hocalarını, kupaya nasıl geldiklerini öğrenmek mümkündü. Diğer bazı gazetelerinkini de almakla beraber Hürriyet'in verdiği kuşe kağıda basılı kitapçığı tam anlamıyla "hatim ettiğimi" biliyorum. Her takımın Hürriyet tarafından öne çıkarılan oyuncusu bugün bile aklımdadır: Kosta Rika'da mesela kaleci Conejo, İralanda'da Cascarino, Uruguay'da Francescoli, İtalya Vialli, Çekoslavakya Chovanec... Sonra kupa fikstürünü sürekli göz önünde bir yerlerde bulundurmak da şarttır. Tabi turnuvaya katılacak takımlarla ilgili son haberleri kesinlikle kaçırmamak ve bir de milli takım seçip "benim takımım" diye sahiplenmek; Dünya Kupası'na hazırlanmak hemen hemen böyle bir şeydir işte. Benim takımım İtalya'ydı '90'da...
Kupanın açılış maçında bir lokantadaydık ailece. Kamerun-Arjantin maçı. Derken Kamerun'un golü, televizyonun olduğu yere koşturuşum. Kamerun'un ne büyük iş yaptığını daha sonra anladık yine: Çeyrek finale çıkan ilk Afrika takımı olma ünvanını almışlardı. Peki Roger Milla mefhumuna ne demeli? Kamerun'un, yaşı epey kemale ermiş ve fakat o kupada adeta koskoca bir kıtanın sembolü haline gelmiş, hâlâ zaman zaman bazı spor programlarının jeneriklerinde rastlanılacak o gol sonrası kendine özgü dansıyla hatırlanan topçusu. Kamerunluların çeyrek finalin uzatmalarında kaybettikleri İngiltere maçından sonraki o mahzun yüz ifadeleri belleğimizde hâlâ.
Bizim takımın, yani İtalya'nın kozu dediğim gibi Vialli idi. Ne var ki ilk maçlarda yedek soyunan kısa boylu bir adam, bir türlü bekleneni veremeyen Vialli'yi aratmadığı gibi turnuvanın da gol kralı oluverdi: Salvatore "Toto" Schillacci. Ama benim kanım ona da ısınamadı bir türlü. Ben daha çok Carlos Valderrama'yı, namı diğer "Beyaz Gullit"i sevmiştim. Söz hazır oyunculardan açılmışken, zihnimde büyük yer eden birini daha anmadan geçmeyeyim: Birleşik Arap Emirlikleri kalecisi Muhsin El-Faraj. Almanya ile yaptıkları ve fark yedikleri maçta, top kaleye girdikten sonra planjon yapması "unutulmazlar" listemde kesinlikle müstesna bir yere sahiptir.
Neticede kupa; Brehme'nin Arjantin'e attığı penaltı golüyle, Lothar Matthaus'un ellerinde yükseliyordu. İtalya '90'ın futbol kültürüme katkısı; "gıcık olduğum(!)" takımlar listesinde Brezilya'nın yanına, İngilizleri ve Almanları da eklemesi oldu sanırım.
* * *
"Aman bundan da eksik kalmayalım" diyen Amerikalıların "sahici futbola" ittirilme çabaları... Bana göre Amerika '94'ün anlamı budur. Bilirsiniz; Amerikalıların "futbol" kelimesinden anladıkları itişli kakışlı Amerikan futboludur. Dünyanın hemen her ülkesinde hemen hemen aynı şekilde anlatılan ("ayaktopu") sahici futbol için apayrı bir kelimeye ("soccer") sahip olduklarını bilmek bile yaralayıcıdır aslında ve bu ülkenin neden Dünya Kupası gibi "sahici futbolun şenliği" niteliğindeki bir organizasyonu gerçekleştirmemesi gerektiğine de bir işarettir bence. Lakin oldu: '94 Dünya Kupası, Amerikan futbol sahalarından bozma sahalarda oynandı ve kupanın ardından da maçların oynandığı stadların çimlerinden parçalar satıldı! Sözün özü benim en sevmediğim kupa olmuştu Amerika '94.
Saha dışı sevimsizliğine saha içinden eklenen en büyük sevimsizlik ise hiç şüphe yok ki; turnuvada kendi kalesine gol atan "tek" oyuncu olan Kolombiyalı Escobar'ın ülkesine dönünce öldürülmesi oldu. Hâlâ aklımı kurcalayan soru: Acaba topu kendi kalesine yuvarladıktan sonra yerde öylece yatıp kalan Escobar, o sırada aklından böyle bir son geçirmiş olabilir mi? Kendisini kurşunlayanların onun yerine "evet" cevabı verdikleri "ben bir vatan haini miyim?" sorusunu sormuş mudur kendine? Ve elbette Maradona'nın idrarında "efedrin" çıkması; hem de attığı bir golün sonrasında kameralara doğru koşup, gözü dönmüş bir şekilde bakmasının/bağırmasının, meydan okumasının hemen ardından!
Futbol trajedisinin doruğu ise; İtalya'yı finale kadar taşıyan, saçlarını at kuyruğu şeklinde toplayan, Budist ve "efendi" adam Roberto Baggio'nun final maçında kaçırdığı penaltı oldu '94'de. Her ne kadar, televizyon başında bulunduğum "kaçıracak" kehanetinin tutmasının hazzını yaşasam da, topu kalenin o kadar üstüne vuracağını doğrusu kestirememiştim ve tabii sonrasında Baggio için o kadar üzüleceğimi de...
* * *
"Takımım Fransa, alacaklar kupayı göreceksiniz!" dediğimde birçok arkadaşım dalga geçmişti benimle: "Bir kere forvetleri yoktu", "Zidane tek başına ne yapabilirdi ki?" Ama Fransa '98'de görüldü ki; aslolan takımdır!
Kesinlikle seyrettiğim en zevkli kupaydı Fransa '98. Şüphesiz bunda futbola biraz daha farklı bir gözle bakmaya başlamış ve ilk defa bir takıma bu kadar yürekten inanmış olmamın da katkısı vardır. Daha kupa başlamadan aylar önce ve itiraf edeyim takımı da çok fazla tanımadan gayet nedensiz şekilde "Fransa" diyordum ben. Aslında bir nedenim vardı: Zizou. Katılmayanlar, karşı çıkanlar mutlaka olacaktır ama kişisel tercihim "bireysel" Maradona'dan ziyade, daha "takımsal" olduğunu düşündüğüm Zidane'dan yanadır benim. O da sağolsun, bizi mahcup etmedi: Fransa'nın şampiyonluğunun ardından Şanzelize'deki Zafer Anıtı'nın üzerine lazerle "Zidane Sunar" yazısını yazdırttı. Hele hele bir sürü Brezilya "taraftarının" arasında seyrettiğim o final maçında kafaya çıkıp çıkıp golleri atması... Hem de, daha önce yazdığım gibi pek hazzetmediğim Brezilyalılara karşı! Nasıl mutlu olmuştum anlatamam.
* * *
Demiştim ya, "dünya kupaları futbolun şenliğidir": takımların kazanma hırsıyla, oyuncuların kendilerini kanıtlama arzusuyla, özel olarak seçilmiş hakemleriyle ve en önemlisi taraftarı/seyircisi ile. "Evrensel" ölçekte futbol sohbeti yapılabilen ve fakat dört senede bir gelen, bir ay. İnsanın futbola dair duygu/bilgi dünyasını yakınen gözlemleyebildiği, sorgulayabildiği koca bir ay.
Sözün sonunda diyeceğim şudur: Dünya kupaları, yaş kaç olursa olsun, "futbol hatıratı" biriktirmek için her zaman idealdir. Üstelik daha da güzeli bu hatıraların dünyanın her tarafında geçerli olmasıdır. On sene sonra bir Kosta Rikalıyla, bir Çinliyle ya da bir Brezilyalı ile öyle ya da böyle bir araya geldiğinizi hayal edin. 2002 Japonya-G.Kore Dünya Kupası'na dair konuşacak birşeyleriniz mutlaka olacak. İnanın bana...
(Dünya Kupası, İletişim Yayınları, 2002)