27 Eylül 2007

çarpışan otolar


ben babamla bir kere, iki kere ya da en fazla üç kere bindim çarpışan arabalara. ki birinde, dört ya da beş yaşındaydım, kanım, burnumdan ellerime aktı bir sürü. ama biliyorum ki babam babasıyla çarpışan arabaya hiç binmedi, hiç binmeyecek de...

24 Eylül 2007

pazartesi savunusu



pazartesi sendromuna yakalanmayınız, yakalananlara "yakalanma" deyiniz. pazartesi, günlerden bir gündür, hakkını yemeyiniz. çünkü hayatta bir sürü şey gibi bu da esasen bir uydurmadır; pazartesi sendromu yoktur, sendrom olan "offf yine mi iş"tir. öyleyse işinize küfrediniz, pazartesilere değil...

20 Eylül 2007

"where the shadows run from themselves"


kendisine "cream" adını uygun görmüş bir barın tam karşısında oturuyorum. bir sürü içtikten sonra bira içiyorum. sarhoş değilim hayır. "cream" denince white room geliyor aklıma, ama içerde bir takım zıpırlar gülşen'in mi hande yener'in mi, kimin şarkısıyla kıvırtırıyorlar. özünde itirazım olmaz, bana ne diyorum ama özünün dışına çıkınca; cream ya işte, "bi siktirin gidin" diyorum, "iki dakka delikanlı olun" -delikanlı olmak bi halt olduğundan değil ama işte cream denen yerde, gülşen'le kıvırtılmasın diye-. ama olmuyor işte. hesabı keseyim uzaklaşayım istiyorum, parayı herife uzatırken eric abi söylemeye başlıyor kalktığım yerde... "haydaaaa" diyorum içimden -ne çok şeyi içimden söylüyorum-.

bunlardan son zamanlarda o kadar çok oluyor ki korkuyorum, bariz, bildiğin... bu, bilmeler; bu, düşününce olmalar çok gelecekmiş, çok görülecekmiş gibi hissediyorum, korkuyorum, ki böyle şeylerden korkmam. sahiden...

sonra eve gelince, white room'u son ses dinliyorum. bir de bunu buluyorum. ortalama 60 yaşında olduklarını fark edip, "o kadar yaşar mıyım ki" diyorum. o kadar yaşamak istemiyorum sanırım, bilmem. jack bruce'un, ginger baker'ın (bilhassa onun. gözden kaçmasın, roger taylor'ı smile'a alırken böyle bir ilan asar brian abi, "ginger baker tipinde baterist aranıyor!"), clapton'ın önünde eğilmeyi bilmesem ben ben olur muydum? neyin önünde eğileceğimi bilmesem ben ben olur muydum?

19 Eylül 2007

son bahar


soğuğu o kadar da sevmem aslında ama epey uzun zamandan beri kafamın sonbaharda/kışta daha iyi çalıştığına dair bir fikre sahibim. sıcağın, yazın yarattığı o sarsaklıktan insanı sarsarak çıkarması sonbaharın/kışın güzel. yani sonbahar geldiği için mesudum. kışı bekliyoruz artık.

yapacak bir sürü iş...

11 Eylül 2007

"yuvadaki şeytan"


(Pieter Bruegel, The Wedding Dance in the Open Air, 1566)


aslında tek düğünün Eskişehir ve Ankara versiyonlarına dahil olduktan sonra Milena (5-15 Mart) geldi aklıma:

"...Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız.. İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.

Zira, gerçekten, bir ev, bir 'yuva'nın 'koruma amacı'ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel 'ayna'ya karşı 'koruma'dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini düşünebilir misiniz? Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; 'Seni hiç terk etmeyeceğim..' Bu söz, 'ölüme kadar seni seveceğim' veya 'ebediyen sana sadık kalacağım'dan farklı değildir. Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. Şu zavallı mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.

Kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir. Bunun yerine, tutulabilinecek ve dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst olur, diye düşünüyorum. Tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır. Neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar 'ilgisiz ve uzak' kalmayacakları vaadinde bulunmazlar?

Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan 'ufak-tefek şeyler'in vaadinde bulunmazlar?

Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek..."

Milena Jesenska, "Yuvadaki Şeytan", Tribuna, 1930.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...